“Dinle ilgilenmiyorum”

Bir haber sitesinde, din satıcısı münafık bir politikacının yolsuzluğuyla ilgili bir haberin altında şöyle bir yorum vardı: “Müslüman olsaydım yakasına yapışırdım.” Yorum yazan şaşkının bu cümleyi kurabilmesini sağlayan olgu, din ile ahlakın arasının ayrılmasıdır. Yorum yazan şaşkın, herkesin bildirdiği bağlılıktan, ettiği yeminden, verdiği sözden yalnızca “dindaşlarına” değil, bütün topluma karşı sorumlu olduğunun ayırdında değil. Büyük olasılıkla insanları “bir dini olanlar” ve “olmayanlar” diye ikiye ayırıyor. “Dini olanlar” yalnızca birbirlerine karşı sorumlular, öyle mi? Peki, “dinsizler” kime karşı sorumlu? Dinsizlerin inanmasalar bile dini bilmek gibi bir sorumlulukları yok mu? İçinde bulundukları toplumun tarihini, kültürünü, sanatını bilmek gibi bir sorumlukları var da, dinini bilmek isteğe mi bağlı? Sahi, Türkçe, Matematik, Fen, Tarih, Coğrafya gibi derslerin zorunlu olmasına ses eden yok ama din dersinin seçmeli olması için yaygara kopuyor, öyle değil mi?

“Dinle ilgilenmemek” bir seçenek mi? Günümüz insanı için politikayla veya dünya olaylarıyla ilgilenmemek gibi bir seçenek olsaydı okullarda bilim, tarih, vatandaşlık bilgisi dersleri verilir miydi? Her türlü okula ve işe alma sınavında genel kültür sorulur muydu? Bu temel bilgiler öğretilir ve insanlardan bunları bilmeleri talep edilir çünkü bunlar içinde bulunduğumuz koşulların bilgisidir. Ne denli yetersiz olsa da, uzayda ve zaman çizgisi üzerinde bulunduğumuz noktanın bilgisidir. Bunlar ancak kendisiyle işbirliği yaparak ve bir parçası olarak sağ kalabildiğimiz toplumun bilgisidir. Din de toplumların bir gerçeği ise bunu bilmek gereğinin öbür genel kültür konularını bilmek gereğinden bir ayrımı yoktur, olmamalıdır.

kara_delik

Diyelim halk katmanları yanılıyor, “seküler” bilginin zorunlu, dinsel bilginin isteğe bağlı olduğunu düşünüyor. Peki, aydın kesim ne düşünüyor, ne yapıyor halkının dinini öğrenmek için?

Bu soruya verilecek yanıta bir başlangıç olması için rastgele bir örnek vereceğim.

Tarafsız Bölge 30 Ağustos 

0:14:00 dolayında İslamoğlu, gücün ve malın kimin elinde olursa olsun benzer sonuçlara yol açabileceğini, bunun söz konusu cemaatle sınırlı kalmayacağını anlattığında, bunun Kuransal bir çıkarım olduğunu, gücün tek elde toplanmasının tanrılık iddiasına yol açma tehlikesini Kuran’ın bildirdiğini –Firavun’a gönderme yapsa da- belirtmiyor. Bu nedenle öbür katılımcılar ve izleyiciler bu sözlerin dayanağının vahiy olduğunu anlamıyorlar. Kuran’ı bilmedikleri için ne onaylayabiliyorlar, ne de karşı çıkabiliyorlar.

2:01:00 dolayında bir başka din bilirkişisi, ilahiyatçı Mustafa Öztürk Kuran’ın emanetleri yetkinlere, layıklara teslim etmek ilkesinden söz ediyor. Emekli subay Ahmet Yavuz bu ilkeyi ilk kez duyuyor olmalı, Cumhuriyet’in de aynı ilkeyi benimsediğini söylüyor. Yetersizlik bununla kalmıyor. Mustafa Öztürk ilgili ayeti “nüzul sebebine” gönderme yaparak tarihselci bir yaklaşımla açıklıyor. Dinleyenlerin hiç biri, ayetin yeterince açık olduğunu, bir olaya özgü olarak indirilmesinin ayetinin anlaşılmasına yardımcı olmayacağını, sözünü ettiği olayı bilmeyen birinin de ayetin anlamını çözüp uygulayabileceğini, bu sayfalarda dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım üzere tek başına Kuran’ın yol göstermesi gerektiğini söyleyemiyor. Nasıl Budizm Buda’nın yaşam öyküsü ve sözlerinden oluşuyorsa, İslam da öyle, bir kişinin karizmasıyla ayakta duran, gelip geçici, eskinin dinlerinden biri gibi gösterilmiş oluyor. Çünkü ortalıkta Mustafa Öztürk’ün omzundaki apoletlerine karşın Kuran’ı anlamakta yetkin olmadığını fark edip ortaya koyabilecek kimse yok.

2:03:00… İslamoğlu şirki (Tanrı’ya ortak koşmayı, eşkoşmayı) anlatırken Kenan Alpay eşkoşma özgürlüğünü Kuran’a dayandırarak savunuyor! Kuran’ı tanımayanların bu konuda hiç bir katkıları olmuyor ve eşkoşmanın darbe eylemi dışında da toplumdaki güç dengesini bozabileceğini ifade edemiyorlar. Her ne kadar kaynağı Kuran olmasa da, Cumhuriyet’in gücün tek elde toplanmasını ve dolayısıyla Firavunların oluşmasını engellemek üzere kurduğu güçler ayrılığı düzeninin ortak koşmaya karşı geliştirilmiş bir çözüm önerisi olduğunu söyleyemiyorlar. Çünkü Kuran’ı bilmiyorlar. “Müslüman kimliğiyle” konuşanları yine Kuran’ın verileriyle çürütmek kolay iken bunu yapamıyorlar.

2:58:00’deki soruya İslamoğlu’nun verdiği yanıt: “Devletin ilkeler üzerine kurulması gerekir: bunlar hakikat (Türkçesi gerçeklik), merhamet (Türkçesi bağışlayıcılık), adalet, liyakat, şuradır (Türkçesi danışma). Adını İslam devleti koymakla İslam devleti olmaz. İlkeler üzerinde işlemezse devlet, önüne gelen çıkar öbeğinin ele geçirmesine açık olur.” Mustafa Öztürk dahil kimse bu ilkeleri ayetlerle onaylayamıyor veya çürütemiyor. Sazı eline alan herkes İslam hakkında konuşabiliyor. Doğru söyleyince doğruluğu, yanlış söyleyince yanlışlığı ortaya çıkmıyor.

3:22:00’de Meydan haklı olarak “İslamoğlu’nun söylediklerini ben söylesem Kemalist olduğum gerekçesiyle ciddiye alınmazdı” diyor. İslamoğlu’nun sözlerinin akla uygun olduğunu söylüyor. Odada kimse Kuran’ı iyice incelememiş olduğu için Kuran’ın öğütlerinin akılla çelişen bir yanı bulunmadığını ekleyemiyor. Sinan Meydan, Temmuz’da olanların Atatürk ilkelerinin doğruluğunu göz önüne serdiğini düşünüyor ancak bunu Kuran bilgisiyle savunacak durumda değil, çünkü Kuran bilgisi çok, ama çok sınırlı. Yanlış anlaşılmasın, Atatürkçülüğün Kuran’a uygunluğunu kanıtlama çabasında değilim. Burada Sinan Meydan örneğinde Türk aydınının Kuran’a olan uzaklığına tanık oluyoruz. Birisi çıkıp Kuran’ın öğretisini veya kendi yorumunu ilettiğinde, aydın kişi bu içerikten yeni haberdar oluyor. Ve bu programda olduğu gibi “Kuran bizim fikrimizi onaylıyormuş” gibisinden küçük bir aydınlanma yaşayabiliyorlar. Tersi de olabilir elbette, “Demek Kuran bizim ideolojimize tersmiş” gibi bir sonuca da varabilirler. Fark etmez, bu sonuca aktarılan bilgiyle değil, Kuran’ı kendileri çalışarak ulaşmaları gerekiyordu. Ki karşılarında İslam adına konuşan şu veya bu sanlı kişi yanlış bir şey söylediğinde bunun ayırdına varabilsinler, aldanmasınlar, yanılmasınlar.

6 Eylül’deki programda ise yine Atatürkçülük yanlısı tarihçi Sinan Meydan ve solcu tarihçi Erdoğan Aydın var. Karşılarındaki din satıcıları Türkiye’de “İslamî parti” kurulmasının yasak olduğunu öne sürüyorlar. Kendini Müslümandan sayan sunucu Müslümanların “Yönetici Müslüman diye ona uymalarının farz olduğunu”, “dindarlığın” Sünnilikten başka bir şey olduğunu öne sürüyor. Konumuz İslamî partinin, İslamî devletin ne olduğu veya olmadığı değil, bilimsel veya akademik deneyimleri olan yetişmiş kişilerin su götürür bu iddialara İslam’ın var oluş nedeni olan Kuran’la yanıt verememeleri. Üstelik karşılarındaki kişilerin /partilerin tezlerini Kuran destekli olarak kanıtlayabilecek kadar bilgili olmadıkları kesin iken…

Bir parantez açıp burada andığım tartışmaların aslında çok da nitelikli tartışmalar olmadığını bildirmek istiyorum. Bunlar rastgele birer örnek. Kimseye televizyon izlemeyi tavsiye etmiyorum. Meydan ve Aydın’ın dinsiz olduklarını öne sürmediğimi bildiriyor ve konuya dönüyorum.

Aklı başında bir Kuran bağlısı Meydan’ın veya Aydın’ın yetersizliğine ancak üzülür. Çünkü Meydan’ın veya Aydın’ın yetersizliği, bu programları izleyen binlerce kişiye pahalıya patlamıştır. Onların ağzından Kuran’ın bu konularda ne dediğiyle ilgili birkaç cümle duyamadıkları için… Konusunun uzmanı bir yurttaşın veya bir bilim adamının Kuran’ı okuyup tutarlı biçimde yorumlayabileceğinin parlak bir örneğini göremedikleri için… Herhangi bir konuda ilerlemiş bir bilginin Kuran’ı bir ilahiyatçıdan daha iyi bilebileceğinin örneğini göremedikleri için… Bu program kaçmış bir fırsattır. Bu fırsatlar yüz yıldır kaçıyor. “Dinimiz kürtaja izin vermiyor” diyen din satıcısına iki ayetle, evet, yalnızca iki ayetle (31:14, 46:15) çürütme yapıp onu yerin dibine geçiremeyen aydınların ülkesi burası. Çünkü “dinle ilgilenmiyorlar”.

Meydan’ın, Aydın’ın yapamadığını yapabilen ender aydınlardan olan Cengiz Özakıncı bundan 26 yıl önce yazmış, okuyalım:

AYDIN SORUMLULUĞU VE DİN ÜZERİNE

 “‘Engels, parti programına dine savaş açmak anlamında açık bir tanrıtanımazlık bildirisi konmasına karşı çıktı; Blanqui’ci Communardların dine karşı gürültülü savaş açmalarını bir aptallık örneği saydı ve böyle bir savaşın dine ilgiyi canlandırmak için en iyi yol olduğunu; dine savaş açmanın anarşist bir tutum olduğunu söyledi. ‘Dine karşı savaş açmak’, der Engels, ‘Bismark’ı aratmamak, yani Bismark’ın rahiplere karşı savaş deliliğini yinelemektir.’ ‘Kahrolsun din, yaşasın tanrıtanımazlık’, diyenlere, Marks: ‘Bu doğru değil, bu sığ bir görüş’ der… Dinsel önyargılarla savaşırken son derece dikkatli olmalıyız; kimileri dinsel duyguları inciterek bu savaşımda çok zarara yol açıyorlar. Savaşımı aşırı sertleştirmekle yalnızca halkın öfkesini uyandırabiliriz; böyle savaşım yöntemleri, halkın mezheplere bölünmesinin sürmesine vesile olur… İnananların dinsel duygularını incitmekten kaçınmaya dikkat etmek gerekir; çünkü bu yalnızca dinsel bağnazlığın artmasına yarar…’ V. İ. Lenin

Yukarıda sözlerinden alıntılar aktardığımız Lenin, bir tanrıtanımazdı kuşkusuz. Gelgelelim o bile dine karşı gürültülü bir savaş açarak halkın dinsel duygularını incitici bir tutuma girmenin, toplumda dinsel bağnazlığı artıracağı kanısındaydı. Gericilikle, yobazlıkla, bağnazlıkla savaş, öyle üç beş aydının bir kaç kitap bir kaç köşeyazısı yayımlamasıyla kazanılıverecek türden kısa süreli küçük bir savaş olmadığı gibi, kuru gürültülerle, gösterilerle, sloganlarla, yürüyüşlerle kazanılabilecek bir savaş da değildir.

Çünkü halkın gerici önyargıları binlerce yıldır beyinlere kazınan hurafelerle oluşmuştur; bunların bilimle, düşünle kısa sürede giderilmesi olanaklı değildir. Türkiye’de gericilikle, tutuculukla, yobazlıkla, bağnazlıkla savaş, en az bir yüz yıl sürecek uzun soluklu bir aydınlanma devrimi olarak kavranmalı ve Avrupa’nın aydınlanma deneyiminden dersler alınarak yürütülmelidir. Avrupa’nın geçmişinde, Marks ve Engels’e gelinceye dek, batılı aydınlar, “altyapısal, geçimsel sorunların çözülmesiyle; üstyapısal, inançsal sorunların da kendiliğinden çözülüvereceği” yanılgısına saplanmamış; kendi toplumlarının gündelik yaşamlarını biçimlendiren dinsel kökenli inançlara ve bu inançlara kaynaklık eden kutsal yazılara ilgisiz kalmamış, sırtını dönmemiş; yığınların dinsel inançlarının aydın olmayanlarca karartılmasına göz yummamıştır. Avrupa’da, Marks ve Engels’e gelinceye dek, gerek düşünürlerin düşünsel yapıtları ve kurdukları düşünsel dizgeler, gerekse verdikleri sanatsal yapıtlar, hep Tanrı konusuna odaklanmıştır.

Batının söz konusu ettiğimiz yüzlerce yıllık uzun geçmişinde, dinselliği ve Tanrı’yı konu edinmeyen batılı aydın ya da sanatçı hemen hemen yok gibidir. Nietzsche ve çağdaşlarının -ki Marks ve Engels de onun çağdaşıydılar- “Tanrı öldü!” yanılsamasına saplanmasından önceki yüzyıllarda, hemen hemen bütün batılı aydınların Tanrı ve din üstüne düşünmeleri ve bu konuda ürettikleri aydınlık düşünceleri toplumla paylaşmaları sonucu, yığınların inançsal biçimlenmesi, doğru usyürütme becerisinden yoksun çıkarcı, saptırıcı, karanlık kimselerin yetkesine terkedilmemiştir.

Tanrı ve din konularının, Avrupa’nın en saygın ve yetkin aydınlarınca, en üst düzeyde ele alınıp işlenmesi yoluyla, batıda yığınlar dinağalarının karanlık yolundan çıkıp, inançsal konularda kendi aydınlarının bilimsel din yorumları doğrultusunda yürüyebilme olanağı bulmuş; süreç içerisinde, batıdaki koyu dinsel bağnazlık, yerini bilimsel aydınlanmaya bırakabilmiştir. Batının şimdisi, batının geçmişinin bir ürünüdür. Bizim şimdimiz de, bizim geçmişimizin bir ürünüdür. Bizim toplumumuzun kültürel geçmişinde, aydınların çoğu, yığınların gündelik yaşamını, düşünce yapısını biçimlendirmede en çok etkisi olan dinsel kökenli inançlar ve bu inançlara kaynak gösterilen Kuran üzerinde düşünmek, düşünce üretmek ve hurafelere inandırılmış bulunan yığınlara Kuran’ı gerçek niteliğiyle aktarmak sanki kendi sorumluluk alanlarına girmezmiş gibi davranmış ve böylece bilisiz yığınların Tanrı ve din konusunda bilgilendirilmesi işini, dinağalarına, çıkarcı dinsaptırıcılara, doğru usyürütme, doğru düşünme yetkinliğinden uzak, aydın-olmayan karanlık kimselerin eline terk etmiştir. Aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu “bu konulara girmek istememiş”lerdir.

İmamlar, kadılar, şeyhülislamlar, müftüler, vb. gibi din görevlilerinin din konulu yapıtları ve bu kişiler içerisinden aydın olanların çıkıp çıkmadığı, bu yazının konusu değildir. Din, bunların geçim aracıdır; bunlar işleri gereği, geçim araçları din olduğu için, ister istemez Tanrı ve din konusunda ürünler vermişlerdir. Bunların içerisinde -sayıları çok az da olsa- dine bilimsel bir bakışla eğilip toplumu karanlık gerici din yorumlarına karşı uyaranlar çıkmıştır.

Bu yazıda sözü edilen, kendileri papaz, haham, vb. gibi birer din görevlisi olmamalarına karşın, yığınların dinsel inançları üzerinde papazlardan, hahamlardan daha çok etkili olmuş olan batılı aydınların, sanatçıların, düşünürlerin din alanında neler yaptıkları; ve buna karşılık, bizim aydın, sanatçı ve düşünürlerimizin din konusunda neler yaptığıdır. Bizim aydınlarımızın ezici çoğunluğu, batılı aydınların tersine, Tanrı ve din konusunda önce kendileri aydınlanıp sonra bilisiz yığınları aydınlatmak yerine, bizim yığınlarımızın yaşamını biçimlendirmeye aday dahi olamayacak olan sözgelimi bir Charles Baudelaire’in dizeleri üzerinde kılı kırk yaran yorumlara girişmiş ve Baudelaire’in anlam ve önemini kavrama yetisinden yoksun saydığı bilisiz yığınlara onun önemini bir türlü kavratamama sancıyla kıvranarak; “Ah, siz Baudelaire’i bir de Fransızcasından okuyabilseydiniz, o zaman benim Baudelaire’e neden taptığımı anlayabilirdiniz!” diye yakınmış; gelgelelim -nedense!?- bu türden aydınlarımız, içinde yaşamakta oldukları kendi toplumlarının yaşama biçimini belirlediği savlanan Kuran’ı Arapça aslından okuyup incelemek gibi bir çabaya gerek duymadığı gibi, çevirilerinden okuyup irdelemeye dahi gerek duymamış ve bilisiz yığınları Kuran’ı yanlış anlamaktan ve hurafelerden korumak gibi bir kaygı taşımamışlardır.

Çoğu Türk aydını, yüzyıllar süren geçmişte olduğu gibi bugün de, bilisiz yığınların dinsel, inançsal saplantı ve yanılgılarını kendi ilgi alanından dışlamak biçimindeki geleneksel kemikleşmiş çizgisini sürdürmektedir. Bu da onun bir takım gülünç durumlara düşmesine yol açmaktadır. Şöyle ki: Bilindiği gibi, Umberto Eco, bizim Tanrı ve din konusuna eğilmeyi “küçültücü” bulup kendine yakıştıramayan yerli aydınımızın tapıncağı olmuş bir batılı aydındır.

Gelgelelim, bizim “din-dışlayıcı” yerli aydınımızın taptığı bu batılı aydın, hiç bir yapıtında Tanrı ve din konusunu dışlamaz; tersine, Umberto Eco, bütün yapıtlarında Tanrı ve din konusunu derinlemesine işlemektedir.

Umberto Eco, Hıristiyanlığın önemli adlarından Aquino’lu Thomas üzerine bir irdeleme yazmış, batıdaki laik sanat kültür dergileri; “Bu bir din yazısıdır, biz bunu basarsak, bizim laik niteliğimiz bozulur, götürün siz bu yazınızı dinci bir yayına bastırın” diyerek geri çevirmemişlerdir. Oysa Umberto Eco, Türk olsaydı, Türkiye’de yaşıyor olsaydı, yazısı da söz gelimi Gazali üzerine olsaydı, Türkiye’de bu yazısını bastıracak “laik” dergi bulamazdı!.. Ülkemizin çoğu “laik” aydını, Umberto Eco’nun Hristiyan papaz Thomas üzerine yazdıklarını Türkçeye çevirip Türkiye’deki “laik” sanat kültür dergilerinde kolayca yayımlayabilmekte; gelgelelim bu gibi Hıristiyanlığa ilişkin dinsel konulu yazıları pekala çevirip yayımlayan pek çok “laik” dergimiz, herhangi bir yerli yazarımızın konusu bizim kendi toplumumuzun dinsel inançlarının yanlış biçimlendirilmesi ve yanlış yönlendirilmesi olan yazısını basmaya o denli istekli davranmamakta; böyle yazılara burun bükmekte, İslam dinini konu alan bu tür yazıları basacak olursa kendi “laik yayın” kimliğine toz kondurmuş olacağı sabuklamasıyla irkilmektedir. Sanki Tarkovski’nin Ortodoks Hıristiyan İncil’inin “Tanrı”sı iyi de, Kuran’ın “Tanrı”sı kötü imiş gibi!!!

Bizim laik aydınımızın ve laik yayınlarımızın çoğu, batılı laik aydınların ve batılı laik yayınların yaptığının tersini yaparak batılı gibi davrandığını sanma yanılgısı içerisindedir. Aydınlarımızın ezici çoğunluğu, öncelikle kendi toplumunun sorunsallarına odaklanarak, bu sorunsalları “doğru düşünmenin evrensel ilkeleri”yle çözümleyen düşünceler üreteceğine, şu ya da bu batılı aydının her yazdığını irdelemeksizin onaylayan okuyucuları ve okutucuları olmuş; sevdikleri, değerli buldukları ve tapındıkları şu yada bu batılı aydına ülkemizden yandaşlar kazandırmaya çabalayan bir “fan kulüp” yöneticisi gibi davranmıştır. Oysa dünyanın neresinde olursa olsun, tüm aydınların baş görevi, öncelikle içinde yaşadıkları kendi toplumlarının sorunlarını dert edinmek, kendi yığınlarına beyinlerini bir delici matkap gibi kullanmayı, sorunların derinine inmeyi, doğru düşünmeyi öğretmek; tutarlı us yürütmeyi bir düşünsel erdem ve en üstün değer yargısı olarak toplumuna benimseten ürünler vermektir. Aydın olmak demek, içinde yaşadığı toplum için kaygı duyan, geçimsel olsun, inançsal olsun tanık olduğu bütün sorunları umursayan, önemseyen ve yaşamın her alanında sorunlara çözümler üreten kişi olmak demektir. Dünyanın bütün ülkelerinde “bu anlamda batılı” olan aydınlar vardır. Bunlar Çin’de Ukrayna’da, Avustralya’da vs. doğmuş, değişik ırklardan gelmiş olabilirler, ancak önce insandırlar ve öncelikle kendi içinde yaşadıkları toplumu, giderek tüm kişisoyunu aydınlatmak ve yanılgılardan kurtarmak sorumluluğunu derinlerinde duyanlardır. Böylesi bir sorumluluğu duyabilmenin olmazsa olmaz ön koşuluysa, başta kendisi aydınlanmış olmaktır. Öyleyse, yaşadığı topraklar üzerindeki çoğu bilisiz yığınların günlük yaşamını biçimlendiren inançlara ve bu inançların kökeni olarak gösterilen Kitap’a eğilip, onu yazıldığı dilden öğrenmeye ya da çevirisinden irdelemeye boş veren; buna karşılık bizim toplumumuza bu aşamada öğretecek her hangi bir şeyi bulunmayan -örneğin Baudelaire vb. gibi- yabancı ozanları Fransızcasından okumakla böbürlenen birine, bırakalım doğuluyu batılıyı, “aydın” diyebilir miyiz? Aydın kişi, içinde yaşadığı toplumun bilisiz yığınlarının “inanıyoruz ve buyruklarına göre yaşıyoruz,” dediği bir Kutsal Kitap konusunda, nasıl olur da kendi toplumundan daha bilgisiz olabilir?.. Soru: Ne yani, şimdi aydınlar işleri güçlerini bırakıp yığınlara imamlık mı edecekler? Yanıt: Voltaire, Rousseau, Kant ya da Hegel, haham mıydılar, papaz mıydılar? Yığınların hurafelerle, boşinanlarla karartılmış; iyicil olmaktan çıkartılmış; sevgi değil ürkü saçan; barışçıl değil acımasız; kıyıcı, kan dökücü çarpık inançlarını, kutsal kitapların özünde zaten var olan kimi uygar değerleri öne çıkararak eleştirip, böylece yığınları kargaların kılavuzluğundan kurtarmak için, ille de din adamı mı olmak gerekiyor?.. Batının kültürel geçmişinde, aydınlar, Tanrı ve din üzerine yapıtlar vererek, halkı bu konularda aydınlatma görevini papazlara dahi bırakmamış; pek çok dinsel, inançsal sorunsalda, kendi papazlarını dahi aydınlatmış; dinağalarının yığınlara aşıladığı dinsel kandökücülüğe ve dinsel karanlığa karşı, kutsal kitapların özünde zaten var olan evrensel barış, evrensel sevgi ve kardeşlik özlemini, dinsel söylemin içinden vurgulayarak sürekli diri tutmuş ve çıkarları bilisiz yığınlara bu uygar ve iyicil değerleri unutturmayı gerektiren din sömürgenleriyle, düşünsel araçlar kullanarak savaşmışlardır.

Batının kültürel geçmişinde aydınlar böyle bir görev üstlenmemiş olsalardı, batının bugünkü durumu ne olurdu? Ya da bizim toplumumuzda, geçmişte Voltaire’in, Rousseau’nun, Spinoza’nın, Kant’ın, Hegel’in işlevlerini üstlenen aydınlar yaşamış olsalardı, bizim toplumumuzun bugünü acaba yine böyle mi olurdu?.. Rousseau’ya “Emile”i, Spinoza’ya “Etika”yı, Kant’a “Basit Aklın Sınırları İçerisinde Din”i, Hegel’e “Tinin Görüngübilimi”ni yazdıran sorunsallar, bizim toplumumuzun geçmişinde hiç yaşanmamış mıdır?.. Yaşanmışsa -ki yaşanmıştır, yaşanıyor- demek oluyor ki, bizim toplumumuzun geçmişinde, bizim Rousseau’muzu, bizim Spinoza’mızı, bizim Kant’ımızı ve bizim Hegel’imizi ortaya çıkaracak sorunsallar vardı, ancak aydınlarımız -o sırada ‘daha önemli’(?) işler ardında seğirttiklerinden!!!- bu sorunsallara eğilemediler… Bir bahçıvanın niteliği, yetiştirdiği çiçeklerden bellidir; bir ülkenin aydınlarının niteliği de, kendi toplumunun durumundan bellidir. Bugün toplumumuzun inanç tarlalarında güller değil, dikenler bitiyorsa; barış, kardeşlik ve sevgi çiçekleri soluyor, savaş dikenleri çoğalıyorsa; iyicilliğin yerini katılık, kötülük, kıyıcılık alıyorsa; bahçıvanlarımız, aydınlarımız gerçekten sorumludurlar. Batıda bahçıvanlar, yani aydınlar, yüzyıllar boyunca toplumlarının inanç tarlalarında gördükleri yaban otlarını ayıklamış, o tarlalarda filizlenen güzel çiçekleriyse sulayıp korumuşlardır. Beethoven’ın 9. Senfoni’sinin, sözleri Schiller’in dizelerinden oluşan “Lied an die Freue”, “Neşeye övgü” bölümünde, koro; Tanrı’nın izniyle, elçilerin yardımıyla, insanlığın iyiye, doğruya, güzele, gerçeğe ulaşacağını haykırır: Kardeş olun ey insanlar, bunu ister Tanrımız /Bu dünyada her şey geçer, yalnız dost sana kalır /İnsanlığa, doğruluğa göğsünü aç, korkma sen /Özgür doğar insanoğlu, özgür yaşam hakkıdır. Tanrıtanımaz Lenin, bir 9. Senfoni dinletisinden sonra “İrtica hortladı!” gibi bir duyguya kapılmamış; tersine, “insanlığın geleceğine duyduğu umudun pekiştiğini” söylemiştir eşi Kurpskaya’ya… Oysa aynı tanrıtanımaz Lenin, bir süre önce “Tanrı fikrinin hiç bir türüne olumlu bakmadığını” söylüyordu… Hegel’i hiç okumaksızın kötüleyip durmuş olan Lenin, Hegel’i okuduktan sonra: “Biz Hegel diyalektiğinin maddeci dostlarıyız!” demiştir. Gelgelelim “Tanrı fikri”, bilindiği üzere, Hegel diyalektiğinin tam da göbeğinde bulunur. Carl Orff’un bizim aydınlarımız arasında pek sevilen, pek tutulan Carmina Burana’sının ana konusu da Tanrı’dır, dindir. Gelgelelim bizim tanrıtanımaz aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu, Carmina Burana’yı kendilerinden geçerek dinlerken “İrtica hortladı!” gibi bir duyguya kapılmazlar; çünkü sözlerini (güftesini) anlamadan dinlemektedirler. Oysa batılı laik aydın, onu, sözlerini de anlayarak dinliyor ve salt içinde din ve Tanrı kavramları geçiyor diye bu yapıtı karalayıp yadsımıyor.

Yine çoğu tanrıtanımaz aydınımızın bir kaç yıldır filmlerini büyük bir beğeniyle izlediği, gişeler önünde uzun kuyruklar oluşturduğu yapıtların yaratıcısı Andrey Tarkovski de dini bütün bir Hıristiyandır. Tarkovski, gerek yapıtlarıyla, gerek yazılarıyla, ‘Hıristiyan varoluşçuluk’u savunmuş, Tanrı ve din konulu ürünler vermiştir. Batılı toplumları dinsel bağnazlık karanlığından kurtararak dinsel aydınlanmaya ve toplumsal ilerlemeye yönelten, işte sözünü ettiğimiz bu türden, Tanrı’ya düşünsel düzlemde aydınca inanan, fakat beyinleri iğdiş eden dinsel uydurmalara, hurafelere inanmayan; bilisiz yığınların Tanrı inancıyla değil onların beynini iğdiş eden hurafelerle savaşan batılı aydın ve sanatçıların, yüzyıllar boyu dinsel söylem içinden vurguladıkları evrensel barış, evrensel sevgi ve evrensel kardeşlik inancı olmuştur. Batılı aydınlar, böyle davranmakla kendi toplumlarını Tanrı ve din konusunda kargaların kılavuzluğuna terk etmemiş; onu Tanrı ve din konusunda eğitmiş, bilgilendirmiş, aydınlatmış; toplumun inanç alanını yaban otlarından ayıklayarak, din duygularının çıkar çevrelerince sömürülmesinden korumuştur. Aynı emeği, bizim toplumumuzun aydınları, bizim bilisiz yığınlarımıza vermemiştir. Batılı aydın yüzyıllardır ektiklerini biçiyor; peki bizim aydınımız yığınların inanç alanlarına bugüne dek ne ekmiştir ki, ne biçsin!?.. Demek ki “irtica hortladı!” demek yerine, “Aydınımız, geçmişte aydınlatmadığı bir karanlık tarafından kuşatıldı!” dersek, daha doğru olur. Kuran’da: “suçları kendilerini kuşatanlar!” anlamında bir tümce vardır ki bu, durumumuza upuygundur. Batıda bilisiz yığınların inanç dünyası, Rousseau’lar, Voltaire’ler, Kant’lar, Hegel’ler, Kierkegaard’lar, Beethoven’lar, Goethe’ler, Schiller’ler tarafından oya gibi dokunur, damıtılır, arıtılır ve toplumun inanç bahçesi yaban otlarından ayıklanıp karanlıktan kurtulurken; bizim toplumumuzda, bizim toplumumuzun inanç alanı, büyük çoğunluğu tutarlı düşünceler üretme yetisinden yoksun, doğru düşünmenin evrensel ilkelerinden bilgisiz, aydın olmak bir yana, kendisi aydınlatılmayı gereksinen; okuma, anlama ve usyürütme özürlüsü bir takım kişiler tarafından oluşturulmuştur ve aydınımızın ezici çoğunluğu bu ürkünç oluşuma seyirci kalmıştır. Saman alevi gibi parlayıp geçen bir takım cılız aydınlanmalar dışında, bizim toplumumuzun inanç alanı, batıda olduğu gibi bir aydınlar ilgisi ve denetimi ortamında, sağlıklı olarak gelişmemiş; yığınların din duyguları, aydın olmayan ellerde, Kuran’a dahi yabancı inançlarla, bilinçlere kan dökücülük aşılanarak biçimlendirilmiştir. Evet: “İrtica hortladı!”.. Ve şimdi (1990), bir takım aydınlarımız, panikle kaleme sarılıp “Asıl Kuran yakıldı!” diye haykırınca, “irtica”yı yeniden gömütüne göndereceğini sanıyor. “İslam Arap dinidir, Kuran yalnızca Araplara seslenir, bu nedenle Türkler isteseler bile Müslüman olamazlar!” deyince, Türklerin Müslümanlıktan topluca istifa edeceklerini sanıyor. Kimi yazarlarımızsa “Musa da, İsa da, Muhammed de birer çılgın, birer deliydiler. Çok tanrıcılık Tek Tanrıcılıktan ilericidir, Yaşasın Anadolu Tanrıçası Kübele!” vb. gibi yazılar yazarak irticayı mahvettiklerini sanmakta ve “laikliği” kendilerince böyle kurtarmaktadır!.. Evet: “İrtica hortladı!”.. Ve şimdi (1990) basımızda bir telaş!.. Laikliği kurtarmak için mezhep ayrılıklarını vurgulamak ve mezhep birleşmelerini önlemek gerek!.. Öyleyse kapak yapalım: Aleviler Sünnilerden iyidir! Yaşasın Aleviler, kahrolsun Sünniler! Kapaklar ça-ça-çarpıcı, dosyalar şaşırtıcı, söylentiler a-acaib!.. “Laik” basın yayınımız laikliği şimdi (1990) böyle koruyor… Evet: “İrtica hortladı!”.. Peki ama ne diyor bu hortlak?: “Biz, ‘tam laiklik’ten yanayız, laiklik tam uygulansın!” diyor. Dinağaları sanki ağız birliği etmişlercesine, “Laiklik tam uygulansın!” diyorlar. ‘Garip ama gerçek’, ‘mizah değil aynıyle vaki’… Demek ki, bugün (1990), dinsel alanda genel görüntümüz şöyledir: Bir yanda ‘Laiklik elden gidiyor!” diye kaleme sarılıp, din konusunda çam üstüne çam deviren bir kaç ‘aydınlanma kahramanı’; bir yanda, laikliği kurtarmak için mezhep ayrılıklarını kaşıyan, mezheplerden kimilerini tu kaka edip, kimi mezhepleri ve toplulukları, sözgelimi kimileri Aleviliği kimileri Fethullah Gülen’ciliği “ilerici” diye ululayan “laik” basın yayın; beri yanda ‘Biz tam laiklikten yanayız, laiklik tam uygulansın!’ diyen bir “irtica”!.. Zaten şarkısı bile var: “Bir başkadır benim memleketim.” Sağı başka, solu başka, irticası başka, aydını başka, halkı başka, altyapısı kaval, üstyapısı Şişhane bir ülkenin irticası ‘tam laik’(!) olmaz da ne olur? Peki, kimi dinağalarının “laiklik tam uygulansın” istemi nereden geliyor? Laiklik tam uygulanınca ne olacak ki, bunlar laikliğin tam uygulanmasından yanalar?.. “Tam Laik”lik diyen dinağalarının istemi özcesi şu: Devlet hiç bir biçimde din alanında olup bitenlerle ilgilenmeyecek, din saptırıcılarına, dinağalarına, din sömürücülerine yönelik ne örgütsel ne düşünsel bir denetleme olmayacak; bunlar, din adına yığınları diledikleri gibi çekip çevirmekte sınırsızca özgür olacaklar; toplumu Tanrı ve din konusunda neye inandırmak isterlerse ona inandıracaklar; bilisiz yığınlara Tanrı ve din konusunda öğrettiklerinin Kitap’a uygun olup olmadığı dahi soru konusu edilemeyecek; istedikleri ‘tam laiklik’ ile her türlü denetim ve eleştiriden kurtulmuş olacakları için, topluma din adına, Tanrı adına, Kitap adına neler bellettikleri bilinemeyecek, eleştirilemeyecek; kimse kendilerine karışamayacak; çünkü onlar ‘tam laiklik’ dedikleri düzende işte bunları sağlamayı düşlemektedirler. Dikkat ediniz. Bunlar ‘tam laiklik’i aydınlardan değil, devletten istiyorlar; çünkü ülkemizde aydınların pek çoğu onlara, tam da onların istedikleri gibi, hep ‘tam laik’(!) davranagelmiştir. Çoğu Türk aydını bugüne dek Türk din saptırıcılarına o denli ‘tam laik’ davranmıştır ki, bilisiz yığınlara din adına kimlerin neler bellettiği, belletilenlerin doğru olup olmadığı, zaten umurunda olmamıştır. Bu nedenle ‘tam laiklik’ isteyen dinağaları, böylesi dinle ilgilenmeyi dışlayan, küçümseyen aydınlarımıza “minnet” borçludur. Bu din saptırıcıları, din ağaları, din sömürücüleri, dine karşı, Tanrı inancına karşı tutarsız savlarla saldırıp öfkeler savuran tanrıtanımaz aydınlarımızın bir bölümüne de “minnet” borçludur. Çünkü yığınların Tanrı’ya inanmasını dahi suç sayan bu gibi saldırılar da en az ‘tam laiklik’(!) denli dinağalarına yaramaktadır.

Din saptırıcılarının, din sömürücülerinin, din ağalarının işine gelmeyen tek şey, yığınlara din diye, Tanrı diye bellettiklerinin gerçekten Kitap’a uygun olup olmadığının eleştirel düşünürler, aydınlar tarafından irdelenmesi; toplumun dinsel inançlarının kendileri tarafından değil aydınlarca ekilmesi; Tanrı ve din konusunda, yığınların aydınlanmış aydınlarca aydınlatılmasıdır. Ülkemizde ‘laiklik tam uygulansın’ diyen dinağaları, din derebeyleri, bununla ne demek istediklerini açıklarken, bir yandan ‘devlet bizi denetleyemesin’; öte yandan, bizim toplumumuzda Voltaire, Rousseau, Kant, Hegel gibi aydınlar çıkıp da yığınların din kültürünü oluşturma, toplumun inanç dün-yasını biçimlendirme işini bizim tekelimizden almaya kalkışamasın, demektedirler. Sözgelimi, Kitap’ı kendilerinden daha doğru bilen “laik” düşünceli aydınlar çıkıp da, kendilerinin Kitap’a dahi aykırı bir takım karanlık inançlar yaydıklarını ve yığınları din konusunda yanılttıklarını topluma gösteremesin, istiyorlar. Aydınlarımız, inanç alanında ‘İçkin Eleştiri’ (Immanent Critique) yöntemini uygulayacak olurlarsa, “fareli köyün kavalcıları” gibi etkileyici ezgilerle yığınları kendi artlarına takıp ulusu ve ülkeyi karanlığa sürükleyen dinağalarının, “inanıyoruz” dedikleri Kitap’a başta kendilerinin uymadıkları ortaya çıkacak ve bu din sömürgenlerinin bilinçsiz yığınların gözündeki saygınlıkları yıkılacaktır. Batıda aydınların inanç alanında uyguladıkları eleştirel yöntem buydu; öyle ki batıda dinsel aydınlanma inanç alanına içkin eleştiriyle yaklaşan aydınların bir başarısı olmuştur. İnsanımıza, din adına, Tanrı adına; “Eğer Tanrı’ya inandığını kanıtlamak istiyorsa, karısını tarikat şeyhine peşkeş çekmesi gerektiğini” ya da “Tanrı’ya inandığını kanıtlamak için öz çocuğunu Tanrı’ya kurban olarak adayıp boğazlaması gerektiğini” belleten dinsaptırıcılar dahi çıkmıştır. Bu tür tüyler ürpertici olaylar basına yansıyınca, bir takım aydınlarımız “Gördünüz mü, işte Kuran Müslümanlara bunları yaptırtan, kendi karısını başkalarına peşkeş çekmeyi buyuran, kendi yavrusunu bıçakla doğramasını öğütleyen bir kitaptır. Kuran’ın Tanrı’sı kendisine inananlara neler yaptırıyor görün! Kahrolsun Kuran! Kahrolsun Kuran’ın Tanrı’sı! Kahrolsun Müslümanlık!” diye avaz avaz yayınlar yaptılar. Oysa o Kitap’ta böylesi buyruklar yoktur ve böylesi “ateşli tanrıtanımaz” aydınlarımızın bu tür yayınlarının ülkemizde tırmanan “irtica”yı geriletici en küçük bir etkisi dahi görülmemiştir; tersine, dinağaları Kuran’a yönelik bu gibi yayınların yalan olduğunu belgelerle kanıtlayarak bunları Kuran’a çamur atmakla suçlandırmış ve böylelikle daha çok sayıda Müslümanı kendi etekleri altında toplamayı başarmışlardır. Bir ilimizde bir şeyh bir müridine çocuğunu kendi elleriyle boğazlatabiliyorsa, bir başka ilimizde bir başka şeyh müridini Tanrı adıyla kandırarak karısını peşkeş çektirebiliyorsa, yığınların bilisizlik düzeyinden kimlerin nasıl yararlanabildiklerini çok iyi düşünmek ve yobazlıkla savaşımda yapılacak en küçük yanlışın yobazların işine yarayacağını çok çok iyi bilmek ve ona göre davranmak gerekmez mi? Kitap’a aykırı pek çok inancın, çıkarcı din ağalarınca bilisiz yığınların beynine kazındığı uzun yıllar geçmişse; yığınların inanç alanı aydınlarca işlenmeyip bu alan aydınlarca aydın olmayan çıkarcı din sömürgenlerinin işlemesine terk edilmişse, sonuç zaten ne olabilir?.. Kendilerini ‘aydınlanma kahramanı’ diye ünlendiren birileri, yığınların Tanrı inancına öfkeyle saldırır ve onların inandıkları Tanrı’ya sövgüler, aşağılamalar yağdırırlarsa, sonuç zaten ne olabilir?.. Aydınlarımızın ezici çoğunluğu toplumun inanç tarlalarına kimlerin neler ektiğine yüz yıllardır boş vermişlerse, sonuç zaten ne olabilir?.. Geçmişimizde olduğu gibi bugün de ‘irticaya prim vermemek’ gerekçesi ardına sığınarak, toplumumuzun dinsel inançlarını aydınlık ve bilimsel düşünceyle yoğurma görevinden kaçanlar, yarın belki de iş işten geçtikten ve ülkemizde dinağalığı düzeni kurulduktan sonra, din ve Tanrı konusuna ister istemez gireceklerdir; “lakin vakit geçmiş olacak”!… İnsanlarımız, batılı aydın Umberto Eco’nun, papaz Aquinolu Thomas için ne düşündüğünü bilsin elbette; ancak insanlarımız bundan çok, kendi aydınlarımızın -özellikle de tıpkı Rousseau, Spinoza, Kant ve Hegel gibi, tıpkı Beethoven, Goethe ve Tarkovski gibi, Tanrı’ya düşünsel düzlemde, bir felsefi varlık kategorisi olarak aydınca inanan, fakat hurafelere karşı olan bizim aydınlarımızın Tanrı ve din üstüne iyicil, usa dayanan, öze yönelik, kan dökücülükten ve kıyıcılıktan uzaklaştırıcı, doğru düşünmeye yönlendirici, aydınlatıcı düşüncelerine gereksinimi var; Tanrı inancına ve dine karşı cepheden ve üstelik yanlış bilgilere dayalı, sonunda kendilerini yalancı durumuna düşürerek gericileri güçlendirecek türden kışkırtıcı saldırılara değil…” (İblisin Kıblesi kitabından)

Türk aydınının bu kopukluğu yeni değil. XIX. yy Osmanlı aydını da büyük ölçüde böyleydi. Kendisini yetiştirmiş aydın bir asker olan Mustafa Kemal bu durumun ayırdına varmıştı. Başka sözcükler kullanarak aynı gerçeği şöyle saptıyor:

“Aydın sınıfın halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. … Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız da vardır ki, incelemelerimize ve araştırmalarımıza zemin olarak çoğunlukla kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız belki bütün cihanı, bütün diğer memleketleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz. … Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, ilerlemelerinden istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, 15/238)

Herkesin işinde bulduğumuz gibi Atatürk’ün de işlerinde yanlışlar buluruz elbette. Ancak hakkını verelim, Özakıncı’nın isabetle saptadığı gerçeği biliyordu ve çıkış yolunu bunu göz önünde bulundurarak aramıştı. Bu çabasını yadsıyanlar suç işlemekteler. Kendisi neye inanırsa inansın, “eskilerin masallarını” reddetmek, dine yabancı, duyarsız ve etkisiz kalmak onun için bir seçenek değildi. Birer pislik yuvasına dönüşen tarikat ve cemaatleri kapatması, Dünya Savaşı’ndan sonra saygınlığı başçavuşun arabası düzeyine inen halifeliği kaldırması, medreseyi üniversiteye dönüştürmeye çalışması, Kuran’ın çeviri ve yorumunu yaptırması /yapmaya özendirmesi, cami törenlerini anlamlı ve içi dolu birer eyleme evirmeye çalışmasının altında bu bilinç yatıyordu. Kuvayı Milliye yıllarında iç ve dış politik kanatlarla yaptığı yazışmalar, kendisinin Kuran bilgisini de göz önüne serer.

Yaşar Nuri Öztürk geç de olsa eğitimli kesimin bu ayıbını dile getirmişti. Kuran Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış kitabının sonsözünde şöyle diyor:

“Kurtuluş ve aydınlanmanın bir diğer ifadesi şudur: Aydınlanma ve özgürlüğü boğan fesat teolojisini bertaraf etmek lazımdır. Bu iş, dine lakayt kalarak halledilemez. Atatürk, işte bunun için din meselesine iliklerine kadar girmiştir. Çünkü başka yol yok. Girmezseniz dinsizlikle itham edilirsiniz, yaptığınız her şeye karşı çıkılır. Gireceksiniz ama imanla, ilimle, idrakle, irfanla gireceksiniz. Dayatmayla, sloganla, aforozla, korku salarak değil. Evet, imanla, ilimle, idrakle, irfanla gireceksiniz ki, meydan haçlılara, onlara uşaklık eden dinci hainlere kalmasın. Kalırsa canınıza okurlar.

Gazi, üzerinde olduğumuz meselede hemen herkesin kulağının üstüne yatıp yok gösterdiği bir gerçeğin altını çizerek, bize göre, tarihimizin en ciddi uyarılarından birini yapmanın yanında gelecek siyasetçilere de ufuk açıyor. 5 Şubat 1924 günü, İstanbul’da gazetecilere yaptığı bir konuşmada şöyle diyor:

‘Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.’ ABE. 16/208

Hangi Atatürkçü bu sözleri yok farz edebilir! Ne yazık ki, bu söz seksen yıldır ‘yok’ farz edilerek Atatürkçülük yapılıyor. Atatürk’ün dikkat çektiği bu idrakin yerine, Atatürk rozetiyle sloganlar dayatıldı. Bu dayatmacılığın yaptığı ‘Atatürkçülük’, Atatürk’ün ruhunu yetmiş küsur yıldır rahatsız etmenin ötesinde hiçbir işe yaramamıştır. Tarih böyle bir gaflet ve dalaleti affeder mi? Affetmediğini anlamak için bugünkü Türkiye’ye bakmak yeter.

İşi buraya getiren Allah ile aldatma zehrinin devşirildiği kaynak olan dinden bir panzehir çıkarmak gerekiyor. Başka bir yerden panzehir üretilemez. Bunda kuşkusuz olanların üretebilecekleri herhangi bir çare olduğuna inanmıyoruz. Daha net söyleyelim: Aydınlık ve kurtuluşu yeniden tez haline getirebilmek için iki zihniyetin işe karıştırılmaması lazımdır:

1. İslam’ın gerçeğinden rahatsız olan zihniyet,

2. İslam’ın tümünden rahatsız olan zihniyet.” (2012 baskısı, s.429-431)

Çünkü bu iki anlayış aslında birbirlerinin karşıtı görünmelerine karşın bağlaşıklar. Tarihsel okuma, Dinler Arası Diyalog, güce tapma, ortak koşma gibi pek çok konuda çoğunlukla uzlaşıyorlar. İkinci öbek, sahayı İslam’ın gerçeğinden rahatsız olan din satıcıları için boşaltıveriyor, birincisi de boş kalan sahada istediği gibi top koşturuyor, dini sahipleniyor. İkinci öbekte bulunan güç sahipleri, bir Müslüman toplumu köleleştirmek istediğinde, birinci öbekten derlediği münafık kasaba politikacılarını maşa, eldiven olarak kullanıyor, karşılığında üç günlük dünya çıkarıyla ödeme yapıyor. Alan memnun, satan memnun!

Son yıllarda Öztürk’ün uyarısına kulak asan bir Allah’ın kulunun kalmamasının yarattığı küskünlük ve öfke ile “angut” dediği modernist kafalı okuryazarlar ile Özakıncı’nın “kendi toplumunun diniyle ilgilenmeyen aydınları” aynı kişilerdir, aynı katmandır. Aklı başında vicdan sahibi her aydın aynı uyarıyı yapmaktadır. Genel olarak dinin, coğrafyamıza özel olarak Kuran’ın özel bir uzmanlık alanı, hatta bir hobi, olmasa da olur bir zevk olduğunu sanan “angut” aydınlar, meydanı boş bıraktılar. O boş kalan meydanı asalaklar, haydutlar doldurdu. Kişinin zihninden ve toplum yaşamından dini çekip alamazsınız, orası boş kalmaz. Temizle dolmazsa pisle dolar, ama kesinlikle dolar. Doğa böyle bir boşluğu kabul etmiyor.

Yetmedi, aydınlar politikayı da iki paralık kasaba politikacılarına terk ettiler. Politikanın yıpratıcılığından uzak durmak, “kirlenmemek” için. Aslında din de politika da aynı şeydir -bu konuyu daha sonra işleyeceğim-, çünkü ikisi de toplumun ahlakıyla, doğrular ve yanlışlarla, güç dengeleriyle ilgilenir. İkisine de girmek, ikisi hakkında da donanımlı olmak mürekkep yalamış her yurttaş için bir seçim değil, görevdir (Taslaman, okuyor musun?). Almanya’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında yılgınlık ve umutsuzluğun baskın olduğu kargaşa ortamında Alman aydınının politikadan tiksinip el etek çekmesinden, içine kapanmasından söz edilir. Bu durum bir diktatörün yaratılmasına zemin hazırlamıştır. İşte sözünü ettiğim görev yapılmadığında ülkede boş kalan meydanı Hitler’le karşılaştırılan, hatta onu aratan kişi ve topluluklar doldurur, nefret ettikleri Allah’ın ve Kuran’ın adını kullanarak Allah düşmanlığı yaparlar. Sonuçta cahil yığınlar “bütün politikacıların şerefsiz olduğuna” inanır, “Çalıyor ama çalışıyor” sefilliği bir ahlak normuna dönüşür. Her aşırılık, karşıtını yaratır. Dinden midesi bulanan gence tanrıtanımazlık bir seçenekmiş gibi görünmeye başlar, dinsiz yaşanılmayacağını az biraz sezen cahil kişi cemaat-tarikat sırtlanlarına kul olur. İslam düşmanı Kitaplı kazanır, bozguncular kazanır, aydın kaybeder, halk kaybeder. Kötüler kazanır, iyiler kaybeder, herkes kaybeder!

Özakıncı ve Öztürk gibi aydınların uyarılarına kulak asılmamasının sonucunu Türkiye’nin yetiştirdiği sayılı toplumbilimcilerden olan Niyazi Berkes’ten okuyalım. Berkes, 1958-59 yıllarında araştırma için uzun bir Asya gezisine çıkıyor. Bu gezi sırasında kardeşine yazdığı mektupları 1976 yılında kitap olarak yayınlıyor. 30 Ağustos 1958 günü Pakistan’dan şöyle yazmış:

“Sakallı, hacıbaba kılıklı binlerce insan çayhanelerde. Yattığı yerde başparmağı ile gramofon çalanlar. Sokak kenarına apaçık oturup işeyen, aptesini yapanlar. Böylesini Karaçi’de ilk gördüğüm zaman gözlerime inanamamıştım da “Ne yapıyor bu adam orada?” demiştim. Daha dikkatle bakınca anladım; herif oturmuş yapıyor gelenin geçenin önünde. Keyifli keyifli seyrediyor gelip geçenleri. Halbuki oradaki o yol bir asfalt yoldu. Ama kaldırımı yok. Asfalt boyunca koyu mavi renkli bir çirkef deresi akıyor. Adam başına çirkefin içine iyi rastlatılamamış insan pisliği kulecikleri. Çirkef ve sidik kokusu. Sorma. Bunları sana yazıyorum. Buranın aydınlarına söylesem beni katlederler. En insaflısı “Yok böyle şey; yanlış gördün” der de seni bir de kör, yalancı, müfteri yerine kor. İşte bunların İslam medeniyeti dediği şey bunlar. Bunların üstüne “İslami Devlet” kuracak. Kanunlar Kuran ve Şariat’a göre olacak! Üniversitelerdeki birçok hocalar (ki çoğu Oxford’da, Cambridge’de, pek azı Almanya’da okumuş kişilerdir) böyle bir İslami devlet kurmuş olmanın ideolojisini tartışıyorlar harıl harıl. Dinlediğim bazı konuşmaları bana zırdeli saçması gibi geldi, zaman zaman. Bunlar da dış görünüşlerinden bir âlem. Kimi fesli, kimi siyah kalpaklı. Kimi sakallı, kimi sarıklı. Birkaçı da kınalı. Bazıları hacıbabalara benzer. Ama hepsi “doktor”. Bazıları “allâme”. Bizde bu kelime hafif tertip alay manası taşır. Bıırda öyle değil. Bizdeki “Ord.Prof.Dr.” gibi olanların mukabili, ama “İslami Devlet” ideolojisi bahsinde hepsini geride bırakmış olması şart! Üniversitelerin dışındaki “allâme”ler daha çok. istediklerini yaptıracak güçte kişiler. Bunların bir tanesi (çok gürültülü bir adı vardı, ama unuttum. Meselâ “İftiharı-ı İslâm”, “Allâme-i cihan” cinsinden adlar. Çok olduğu için bu anlatacağımın adının hangisi olduğunu aklımda tutamadım) evet, bu allâme bir gün McLeod Bulvarı gibi bir bulvarın ortasında değneğini dikmiş: -Dün akşam rüyamda bana malum oldu; şeyh bilmem kim hazretleri hurda yatıyor- demiş. Haddin varsa “hayır” de. Herif oraya bir türbe mi, zaviye mi neyse yaptırmış, insafına kalmış bir şey. Okumuş aydın kişiler anlatıyor bunları bana. İnanamıyorum anlattıklarına. -Olur mu böyle şeyler?- diyorum. -Olur- diyorlar. Bu din “allâme”lerinin asıl rolünün ne olduğunu yavaş yavaş anlıyorum. İslami Devlet totalitaryanizmin din terörcülüğü. Bunların sürdürdüğü terör sayesindedir ki, üniversitede konuştuğum hocalar o kadar zırva konuşuyorlar. Öyle konuşmayanların vay haline! Yoksa, bu hocalar arasında akıllı, bilgili kişiler var. Belki de çok. Ama açıkça fikir özgürlüğü yok. Üstelik İslâmi Devlet ideolojisi üstüne bir tartışma başladığı zaman öyle bir yarış başlıyor ki sorma. Bu ideolojiyi kim en çok boş lafla, kim en çok demagoji ile, kim en çok Batı medeniyetine söverse en çok o meşhur olur. Bu itibarla bana öyle geliyor ki, Almanyalarda okumuş profesörlerin o kadar saçma şeyler söylemeleri cahillikten değil, korkudandır. Düşün bir kere, Enver, eğer günün birinde bu Menderes devri gibi başlangıçlara gidilir de bu din “allâme”lerinin kafasındaki kişiler meydanı alırsa Türkiye’de de böyle şeyler olacak. Takkeli din politikaları türeyecek. Şeriat devleti lafları başlayacak. Atatürkçülük, laiklik gibi laflar ağıza alınamayacak. Şeriatçıların dediklerine aykırı laf edenler gâvur, kızıl, komünist olacak. Zaten şimdiden böyle kişilere “Sol” denmiyor mu? Bizler iki yıl gazetelerde “solcu profesörler” diye sergilenmedik mi? Bir gün gelecek bütün aydınlar aynı damgayı yiyecekler. Çünkü biliyorum ki nasıl Pakistan’da sana anlattığım hal erin toplumda kökleri varsa, bizde de tohumları vardır. Ve bir gün gelecek bu tohumlar yeşerecek; Pakistan’da olduğu gibi aydınlar saçmalar ya da susarsa bu yermeler boy verecek. Artık tahmin et, ortalığı kapsayacak hezeyanları.” (Asya Mektupları, 1976 baskısı, s.28-30)

1958’in Pakistan’ı veya 2016’nın Pakistan’ı veya 2016’nın Suriye’si veya geleceğin Filistin’i olma yolunda hızla ilerliyoruz, çünkü eğitimli ve donanımlı insanlar yükü sırtlamadılar, sarp yokuşu çıkmayı göze alamadılar, dinsiz yaşanacağını sandılar, onu yaşamın yeri doldurulabilir bir parçası sandılar, dinle ilgilenmeyi bir seçenek sandılar. Hem kendilerini, hem toplumlarını yaktılar. Yanmak istemeyenler koru tutacaklar, bunun başka oluru yok. Beğensinler veya beğenmesinler; onaylasınlar veya reddetsinler; Kuran’ı ellerine alacaklar, cildi parçalanıncaya dek çalışacaklar. Onaylayacaklarsa bunu bilerek yapacaklar, reddedeceklerse bunu da bilerek yapacaklar. Ki bilmeyen bilmediği için utansın, bilen daha iyi bilsin, herkes kazansın.

“Dinle ilgilenmiyorum”” üzerine 3 yorum

Arapça Sözcük Denkliği ve Anlam Kıyımı | için bir cevap yazın Cevabı iptal et