Üç Muhammed ve Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslamoğlu’nun dikkatimi çeken ve okumaya değer bulduğum iki kitabı. Üç Muhammed’de birinci bölüm “Aşırı Yüceltmeci” yaklaşımı, ikinci bölüm “İndirgemeci” yaklaşımı tartışıyor. Bu ikisini tasavvur sayıp gerçek Muhammed’i üçüncü bölümde sunuyor. Bu blogu sinirleriniz harap olmadan okuyabiliyorsanız birinci bölümü atlayabilirsiniz. Gelenekçi-ezberci yaklaşımın aşırı yüceltici Muhammed sanrısını eksiksiz olmasa da düzgünce eleştiriyor, birinci bölümde konuya aşina olanlar için yeni bir bilgi yok. Ben ikinci bölümdeki yorumlar ve savlar üzerinde duracağım.
Yazar diyor ki: “Allah, hiçbir elçiyi salt “ara kablosu” işleviyle sınırlamamıştır.”
Okurun gözünde komiklik yaratacak ifadelere başvurmak gelenekçi-ezberci yaklaşımı savunanların sık kullandıkları bir yöntem. Akla Cübbeli Ahmet’in trafo benzetmesi geliyor. Veya Cumhuriyet yıllarında Türkçe namaz denemelerinin “gülünç” sonuç verdiğini söyleyerek girişimin yanlışlığını kanıtlamaya çalışanlar…
“Örneklikten söz edilen bir yerde, mutlaka iki şey gereklidir:
1) Örnek gösterilen şey, örnek alacaklar tarafından kesinlikle ‘üretilebilir’ bir şey olmalıdır.
2) Örnek ile örnek alacaklar arasında yapısal farklılık bulunmamalıdır.”
Bunlar kesinlikle doğru saptamalar. Ancak bunlar, yazarın “indirgemeci yaklaşım” ve “Yahudileşme eğilimi olarak Peygamber’i aşağılama” olarak tanımladığı Kuran’ın yanına Sünnet kaynaklarını koymama ilkesini çürütmek için işe yaramayan kurallar. Sözgelimi kitabın hiçbir yerinde İbrahim’in örnekliğinden söz edilmiyor. Neden Muhammed’in örnekliğine gerek duyup ötekilerinkine duymadığımız sorusu yanıtlanmıyor. Bunca düşmanı olan Kuran’ın dünyaya yayılması ve yeryüzünde kalıcı olması için Muhammed’in nasıl davranmış olması, ne yapmış olması gerektiği sorularına yanıt aramıyor. Ben bu soruları “Muhammed Postacı mıydı?” (1) yazımda kendimce tartıştım. En kısa anlatımla, Muhammed’in örnekliği Kuran’ın yeryüzüne “yerleşmesi” için gerekliydi.
Yazar Muhammed’in örnekliğini eyleme ilişkin olan ve olmayan olarak ikiye ayırıyor. Ben Kuran’da eyleme ilişkin olmayan hiç bir şey görmüyorum. Göğün direklerinden söz eden ayeti nasıl eyleme geçireceğimiz sorulacaktır. Üzerinde düşünülen ve ders alınan her anlatı bir biçimde eyleme geçer. Kurgu olsun, gerçek olsun, öykü anlatmak ilk insandan bugüne yapılan bir eylemdir ve insan yaşamında büyük yer kaplar. Bu öyküler birer kullanma kılavuzu veya yönerge değildir ama toplumun ortak bir anlam evreninin var olması, bir arada kalması, güven bağlarını güçlendirmesi, küçüklerin olgunlaşması, yetişkinlerin anımsamaları gerekeni anımsamaları gibi pek çok işlevi vardır. Vahiy olmayan anlatılar bile bir biçimde eyleme geçer. Kuran’ın anlattıkları da farklı değildir. Bu noktayı kaçırdığımızda Tanrı kavramının işlevini de gözden kaçırır ve “insan Tanrı’yı kötü amaçlar için yarattı” demeye başlarız. Oysa toplumun bireyleri Kuran’ı okusun veya okumasın; aşkın ve ulu bir Tanrı anlatısının, hatta yalnızca Tanrı adının sözcük dağarcığımızda bulunmasının, yukarıda saydıklarım dahil olmak üzere pek çok yararlı işlevi vardır. Tanrı her şeyin ötesinde, üzerinde birleşilen ulu değerleri simgeler. Yaşamın bütün kavramları bu ulu değerlerin çevresinde oluşur. Dolayısıyla eyleme dönük olan ve olmayan ayrımı yapaydır, yanlıştır. Her şey eyleme dönüktür. Gelenekçi öğretinin “akide” başlığı altında mitoloji anlatması Yahudi geleneğidir ve din kavramını inanç ve uygulama olarak ikiye ayırmayla sonuçlanır. Bu ayrım daha büyük yozlaşmalara yol açar ki daha sonraki yazılarımda tartışacağım. Gerçekten eyleme dönük olmayabilen, uçup giden bir söz varsa, olsa olsa Kuran’ın “boş söz” kategorisi içinde yer alır ki, yasaklanmıştır.
Muhammed’in “bugüne taşınabileceğini” öne sürmesi, yazarın Kuran’ın din dediği kavramı incelerken gelenekçi (ve yoz) kalıplardan kurtulamadığını gösteriyor. Bir örnek vermek gerekirse, Kuran’ı kendi gözüyle okuyup anlamış birisi çorabın üzerine mesh edilip edilemeyeceğini sormaz. Kuran’ın yardımına gerek duyduğunun ayırdına varmış, dolayısıyla ondan dikkate değer bir yarar umabilecek kişinin aklında büyük sorular vardır. Bu büyük soruların konuları arasında modern devlet, çok uluslu şirketler, vergi, bankacılık, sigorta, emeklilik, fikri mülkiyet, fosil yakıt, endüstri, ekoloji, çokkültürlülük, aşırı nüfus, anayasal hukuk gibi pek çok konu olacaktır. Bu kısa listedeki konuların hiçbirisi Muhammed’in yaşamında yer almadı. (yazar büyük olasılıkla şu son cümlemi da aşağılama sayacaktır) Şimdi onu bugüne taşıyabildiğimizi varsaysak bile bunun ne ölçüde işimize yarayacağını yazar tartışıyor mu? Hayır. Bugüne taşımayı sürdürmek istediğiniz ve vazgeçmenin büyük kayıp olduğunu düşündüğünüz gelenek bileşenleri bugünün gereklerine yanıt vermiyor. Bu, Osmanlı’nın son dönemlerinde de tartışılmış. Peygamber Sünneti’ne sarılma kampanyası, çektiğimiz acıları ne yazık ki azaltmıyor ve bunu Türkler yeniden ve yeniden öğrendiler. Kimisi hala öğrenemedi.
“Sömürgeleştirdikleri Hindistan’a Doğu-Hindistan Şirketi sponsorluğunda gönderilen Sprenger, Delhi’de kurulan İslâmî İlimler Fakültesi’nin dekanlığına getirilmiştir. İlk kez hadislere toptan “uydurma” damgası vuran şahıs budur. Sprenger’in ardından Alfred Guillaume, daha sonra Ignaz Goldziher (öl. 1922) ve diğerleri… Burada, “ötekileştirici” disiplin olan oryantalizm üzerinde bir miktar durmak gerek. Benmerkezci ve çatışmacı Avrupa kültürünün, kendisini inşa etmek için bir ötekine ihtiyacı vardır; düşman ve yabancı öteki… İşte oryantalizm, söz konusu düşman ötekini tanımlama ve kurgulamanın öbür adıdır. Bu noktada sözü, oryantalizm üzerine yaptığı çaplı çalışmasıyla tanınan Edward Said’in çarpıcı tespitine bırakalım: ‘Şunu iddia ediyorum: Oryantalizm genellikle Batı tarafından zayıf olduğu için Doğu’ya empoze edilen bir doktrindir. Batı bu hareketi ile Doğu’yu kendi içinde eritmek ve aradaki farkları kaldırmak istemektedir.’ Ve şöyle yakınır Said: ‘Eğer Doğu kendi kendisini takdim edebilseydi, herhalde sonuç başka türlü olurdu. Ama yapamamaktadır.’”
Neden yapamadığını çözebilmiş olsaydı yazar bu kitabı yazmayacaktı zaten. Yukarıdaki alıntıya devam edelim:
“Bu çalışma Batılılar tarafından, yürütülür. Ve böylece takdim Batılıların hesabına çalışır. Doğu böylece daima zarardadır. Oryantalizm’in en azından başlangıçtaki amacını, –19 ve 20. yüzyıllar bu amacın gerçekleştiği yüzyıllar olmuştur– Luis Massignon’un şu itirafı kadar hiçbir söz özetleyemez: ‘Onların her şeylerini tahrip ettik; felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun hâle geldiler.’”
Doğru. Peki, neye inanmamız ve güvenmemiz gerekiyor? Peygamber’e inandığımız ve güvendiğimiz için onun kitabına mı, yoksa Kitap’a inandığımız ve güvendiğimiz için peygamberlere mi? Kuşkusuz gelenekçi-ezberciler bu ayrım üzerinde yeterince düşünmüyorlar. Müslümanları birleştirenin elçilerden yalnızca biri değil, Kitap’ın kendisi olması gerekiyordu. Okuyanlar biliyor, Kuran kendisini izlemiyor olmamızdan yakınıyor, elçilerden birinin “sünnetini” değil. Yazar sünnete güvenmemiz gerektiği görüşünde:
“[Bu rivayet] karşısında, farklı düşünce yapılarına mensup insanların alabilecekleri muhtemel tavırları dört maddede toplayabiliriz:
1) Rasyonalist Müslüman tavrı: Bunu Rasulûllah söylemez. Çünkü güneşin secde etmesi akıl ve mantığa aykırıdır. O hâlde bu haber uydurmadır.
2) İnkarcı ve aşağılayıcı tavır: Muhammed böyle söylemiş, söyler de. Çünkü bildiği oydu.
3) Yüceltmeci hissi tavır: Rasulûllah sallallahu aleyhi vesellem söylemişse öyledir, ben bunu bilir buna inanırım; bilim milim boş. Güneş, secde etmeye gitmiştir.
4) Makul mümin tavrı: Durun bakalım, önce haberin Hz. Peygamber’e nisbetinin doğruluğunu araştıralım. Eğer o doğruysa, ondan sonra metnin Kur’an’a ve fiili sünnete uygunluğunu araştıralım. Orda da sorun yoksa, o zaman bizde bir “anlama problemi” var demektir; anlayıncaya kadar üzerinde düşünelim.”
Yazarın önerdiği yöntemin Türkçesi şu: “Hayali bir rivayeti doğrulamak için önce hayali isimlere başvuralım, bu rivayetle çelişkili bir şey var mı diye elli bin sayfa daha rivayet okuyalım, sonra da daha önce bizim yerimize düşünmüş olanlara soralım. Ve bunun gibi binlerce rivayet için ya gerçekse diye bu süreci yineleyelim. Ya tutarsa diye göle maya çalalım.” Bu çok zor bir din kurgusudur. Kuran yazarla aynı fikirde değil (22:78, 54:17,22,32,40, 2:118, 3:118, 57:17, 75:19).
“Sünnet ve hadis birikimini toptan mahkum ettikten sonra sıra Hz. Peygamber’in şahsına gelmiştir.”
Elbette yazar Sünnet ve hadis birikiminin Peygamber’le ilgisini kanıtlayabilseydi bu önermenin bir değeri olabilirdi. Ne var ki bunu kanıtlamaya çalışmıyor, bunu bir ön kabul olarak alıyor ve bütün savını bu ön kabulün üzerine kuruyor.
Kitap ilk bakışta nitelik ve ayağını sağlam basma açısından umut verse de, Yalnızca Kuran‘cılara yönelttiği eleştiriler içinde yeni bir şey yok. Bunlar bir çok yönüyle vahiy inkarcılarının vahiye güvenenlere yönelttiği eleştirilere benziyor. Kuran’cılardan verdiği örnekler arasında Kuran’da namaz vakitlerini bulamayışları var. Yukarıda açıkladığım gibi, derdiniz abdest, namaz, tespih vb. şeyler ise, eyvallah, o da bir arayıştır ama Kuran’dan payınız çok, ama çok sınırlıdır. Hayır, “Ben sana namaz vakitlerini buluvereyim” demeyeceğim, çünkü bunu yaparsam, bilgi kirliliğinin, boş-dolu müthiş bir söz bolluğunun olduğu bir ortamda yaşamın ve dinin özünü bütünüyle ıskalamanıza yardım etmiş olurum.
Edip Yüksel’in savlarını örnek veriyor, bunları çürütmeye bile çalışmadan Yüksel’in üslubuna veriştiriyor. Gelenekçi-ezberci yolu benimsemiş okurlara yapılan bir haksızlıktır bu. Yazar “Her tepkisel aşırılık bir başka aşırılığın ürünüdür” diyerek Yalnızca Kuran ile Kuran+Sünnet+Sahabe+İcma+İmamlar formülünün ortasını bulmaya çalışıyor. Ortasını da –ne sürpriz– Kuran+Sünnet olarak buluyor. Bu bir orta yol safsatasıdır. (İng. Fallacy of middle ground) Çünkü sorun Kuran’ın yanına bir artı koymakla başlıyor. Bunlar ortası bulunabilecek uçlar değil. Oysa aşırı uçlardan birini Kuran+modernizm, ötekini Kuran+gelenekçilik olarak; veya modernizm gözlükleriyle okuma ve gelenek gözlükleriyle okuma olarak formülleştirse ve tezini bunun üzerine kursa idi hem yeni bir şey söylemiş hem de turnayı gözünden vurmuş olacaktı. Aşırı uç olarak örnek verdiği topluluk ve kişilerden yaptığı alıntılar Yalnızca Kuran “indirgemeciliğini” çürütmeye yetecek kanıtları sunmuyor okuyucuya. Üçüncü bölümde yaptığı sözde arayı bulma işi Abdülaziz Bayındır’ınkine benziyor.
Yazarın Yalnızca Kuran ilkesine yönelttiği eleştiride nasıl çuvalladığını göstermek için aşağıdaki alıntının önemli ve yeterli olduğunu düşünüyorum (yazım hatalarını düzeltmedim):
“Çekralevi, Rasulûllah’ın misyonunu indirgemek için, hatta onu vahiyle insanların arasından çıkarmak için olmadık yorumlara girişir. Kur’an’da Hz. Peygamber’e itaati öngören ayetleri “üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi gereken ayetler” olarak yorumlar. Hz. Muhammed’in peygamberliğinde hiçbir kuşkusu yoktur, fakat Kur’an’da kendisine uyulması istenilen Muhammed, “Kur’ân’la aynı olan Muhammeddir”. Ona göre Kur’ân’la Hz. Muhammed birbirinden ayrı şeyler değildir ve ona itaat emredildiği zaman maksat “ağzından Kur’an dökülen Muhammeddir”. Delili yine kendi yorumundan getirir: Ona göre Kur’an’da geçen rasul sözcükleri, çoğunlukla Kur’an anlamında kullanılmıştır. O, Enfal 20’yi şöyle tercüme eder: “Ey iman edenler! Allah’ın hükmüne inanın, yani onun gönderdiği Kur’ân-ı Mecid üzre devam edin ve ondan yüz çevirmeyin.”
Tercümenin ardından yaptığı açıklamada, ayetteki (ve O’nun Elçisi’ne) ibaresiyle Hz. Peygamber’in kastedilmediğini üç madde hâlinde şöyle gerekçelendirir:
1) O da müminlerden biriyken, ondan nasıl kendi kendisine (ya da başka bir rasule) itaat etmesi istenir? Bunun ardından, içerisinde “Ey iman edenler!” geçen ayetlerin Hz. Peygamber’i de kapsadığını isbata girişir ve birçok ayet nakleder.
2) Ayetteki (ve ondan yüz çevirmeyin) ibaresindeki zamir tekildir. Eğer Allah ve Hz. Muhammed’e ayrı ayrı itaat emredilseydi zamirin (o ikisinden) formunda olması gerekirdi. Burada itaatin hedefi Allah ve O’nun Kitabı olduğu için tekil kullanılmıştır. Çünkü her ikisi de aynı şeydir. “Ve rasuluhu”nun başındaki “vav” bağlacı ise “vav-ı atf-ı tefsiri”dir (“yani” anlamında) ve Allah’a itaatin aslında neye itaat olduğunu göstermektedir.
3) Eğer “vav” bağlacı atıf olarak düşünülürse burada hükmüne itaat edilecek ikinci bir zat çıkar ki, bu da Kur’ân’ın “Hüküm sadece Allah’a aittir” (6:57; 12:40) ve “Ve O, hükmünde hiç kimseyi kendine ortak tutmaz” (18:26) ayetleriyle çelişir. Halbuki Kur’an’da çelişki yoktur (4:82).
Çekralevi, bu epey karmaşık ve ‘usta’ işi yorumu yine de anlamlan indirip bindirerek yapıp bitiriyor. Fakat ilginç olan, yoruma konu ettiği ayetin ucunu kırpıyor olmasıdır. O, ne hikmettir bilinmez, ayetin sonundaki (işittiğiniz hâlde…) ibaresini, öncesiyle bir bütün olduğu hâlde, ayeti yarıda kesip görmezden geliyor. Muhtemeldir ki, başka türlü anlaşılması mümkün olmayan bu ibarenin, zorlama yorumunu bozduğunu düşünüyor. Çünkü “işitenlerden” söz edilen yerde “işitilen” de vardır ve Kur’ân’ın ağzı olmadığına göre bu, Rasuldûr, yani Hz. Peygamberdir. Fakat onu bu anlamıyla alırsa, yaptığı tüm yapı temelden yıkılacaktır. Bu nedenle o, ibareyi bölme pahasına bu işe girişiyor.”
Kitabın en eğlenceli bölümü burası. Yazar, Çekralevi’nin neredeyse on ikiden vurduğu, “karmaşık ve usta işi” dediği okuma yöntemine o denli yabancı ve Kuran’ı başkasından akıl almadan okuma fikrine o denli uzak ki, Kuran’ın böyle okunması gerektiğini, o ayetleri kendi aklıyla ve hakkıyla okuyan herkesin aynı sonuca ulaşacağının ayırdında değil. Karmaşık makineler gördüğünde büyü sanıp korkan ve fakat o makineden yararlanmaktan da geri durmayan insanlar geliyor aklıma (2).
Üçüncü bölümde kurguladığı Peygamber kişiliği, kusursuz olmasa da kitabın en olumlu özelliği. Çünkü bu bölümde önceki bölümlerde yapmadığını yapıyor ve bolca Kuran’a başvuruyor.
Yazarın İngiltere’nin XIX. yy Hindistan’ındaki Yalnızca Kuran akımını desteklemesi konusundaki yorumları “İngiliz öyle istiyor, demek ki kötü” olarak özetlenebilir. O günün koşullarında İngiltere halifeliği yok etmek istemiş olabilir. Yarın ABD hilafetin kurulmasına ön ayak olsa bu kez tersine mi gideceğiz? Gavura göre din mi yapalım kendimize? Pragmatik Anglo-Sakson ahlakı o yer ve zamanda işine ne geliyorsa onu kovalar. Tıpkı Afganları SSCB’ye karşı silahlandırıp sonra onlara karşı savaştıkları gibi. Ayrıca size bir haber vereyim: Bu dünyada hiç bir nimeti lekesiz, kılçıksız, fileto biçiminde bulmayacaksınız, aramayın. Yaşam sonu gelmeyen bir kılçıkları ayıklama işi.
İndirgemeci yaklaşımı tutanların arasında kiminin, Peygamber’in görevi elinden alınabilirse Kuran’ın görevinin de bitirilebileceği umudunu taşıdığını öne sürüyor. Yine daha önce duyduğumuz, tanıdık bir önerme. Ve bu kitaba bir eleştiri yazmaya karar vermeme de sanırım bu neden oldu. Bakın sayın yazar ve okurları… Yalnızca Kuran ilkesi Kitaplıları pek bir umutlandırıyor, farkındayım. Çünkü Batı’nın dayatmalarına, Tek Dünya Devleti’ne karşı İslam’ın direncini kıracak bir aygıt olarak kullanılabilir. Ancak bu olanağı sağlayan şey bu öğretinin Muhammed’in görevini elinden alma olasılığı değil. Muhammed görevini yaptı ve bitirdi. Yalnızca elimizde Kuran’ın var olması bunun yeterli kanıtıdır. Kitaplıları umutlandıran, Kuran’ın –doğru veya yanlış– bir veya bir kaç yorumu üzerinde birleşmiş bulunan kalabalıkların bin bir farklı yorum ve anlayışla politik olarak dağılacak olmalarıdır. Bunun aynısı Hristiyan Reformu’nda gerçekleşmiştir. Batılı kendi geçmişinden ders çıkarmakta ve benzerinin Müslümanların başına gelmesini ummaktadır. Olası bir Müslüman Reformu’nu daha başlamadan sahiplenmek ve denetim altına almak istemektedir. İnkarcıların önde gidenlerinin, komplo kuran seçkin sınıfın, yığınların düşüncelerine egemen olmak kullandıkları yöntemlerden biri “her köşe başını tutmak”tır. Yani ana fikir akımlarının hepsini de denetlemek, bunların karşıtlığını kendi çıkarlarıyla çelişmeyecek sığlıkta ve kendi çizdiği sınırlar içinde tutmak. Fikir özgürlüğü yanılsaması yaratarak gerçek ve esaslı bir direncin ortaya çıkmasını engellemek (3). En bilinen örnek ABD’deki iki büyük partidir. Bunlar bütünüyle aynı çıkar çevrelerine aittir. Fikir ayrılıkları etliye sütlüye dokunmayan, bu çevrelerin çıkarlarını tehdit etmeyecek ve devlet dinini sorgulatmayacak sınırlarda kalır. Oktar’ın Yalnızca Kuran sitesi açmasını (kuranyeterlidir.com)bir de bu açıdan değerlendirin. Bir kitap eleştirisine sıkıştırabileceğim kadarıyla olayın özü budur. Yazarın indirgemeci dediği Yalnızca Kuran’cıların buradan çıkaracakları ders de bellidir.
İlginç biçimde yazarın Yahudileşme Temayülü adlı bir kitabı var. Konusu adından belli bu kitapta Müslüman geleneğine girmiş Yahudi mitolojisinin, ilkelerinin ve uygulamalarının pek azını inceliyor, büyük bölümünü dokunmadan bırakıyor. Hahamların Müslüman geleneğinde bilerek veya bilmeyerek neden oldukları en büyük yozlaşma Muhammed’e “Kuran’ın bir benzerinin” daha indirildiği inancıdır. Çünkü hahamlara göre Musa’ya da “Tevrat’ın bir benzeri” indirilmiştir. Bu basit görünen ilke daha büyük yozlaşmalar doğurmuş ve hadis kültürü, din adamlarının otorite oldukları inancı, devlet başkanından başka bir de dinsel başkan olması uygulaması bunu izlemiştir. O kitapta odadaki fille yüzleşmeyen İslamoğlu, bu kitapta doğal olarak Muhammed’in örnekliğini barındırdığını öne sürdüğü sahte tarihsel belge külliyatını savunuyor. O külliyatın aynısı ve daha fazlası Rabbani Yahudilikte de var. Kuran’ın yanına koyup ezber edilen kitaplar Yahudi, Hristiyan ve Zerdüşt yazınından kopya edilmiş gibi. Gözümüze kırmızı ışıklar çakıyor, uyarı bayrakları her yerde. Ama görmek isteyene. İbrahim’in karısını “Sara” adıyla anan yazar bu bayrakları görmüyor belli ki.
Hayır, kesinlikle görmüyor:
“Adil ve mutedil olan Buhari’nin “sahihtir” dediğini mutlak ve tartışmasız kabul etmek değil, Buhari’nin yaptığını yapıp daha da zenginleştirilmiş ve geliştirilmiş usuller ve ölçüler koyarak, rivayetleri tek tek o ölçülere vurmaktır.”
Rabbani Yahudilerin de Mişna’ları var. Sonra o Mişna’ların yorumları olan Gemara’ları, sonra o Gemara’ların yorumları olan Tosefta’ları, Midraş’ları, ilmihalleri, bitmek bilmeyen on binlerce sayfalık yorum zincirleri ve bunları bilmek zorunda olan hahamların hepsinin bardak dibi gözlükleri var…
İslamoğlu gelenekçi-ezberci yaklaşımın görece sağlam, ciddiye alınmayı hak eden temsilcilerinden. Hani biraz daha çözümleyici düşünebilse geleneği sorgulamaya başlayacağını söylesem sanırım yanlış olmaz. Buna karşın Abdurrahman Çelebi’miz olmaktan öteye gidemiyor. Gelenekçi-ezberci akımın daha güçlü, zorlayıcı, çıtayı yükselten temsilcilere ihtiyacı var. Sözgelimi yalnızca bugüne özgü bir hastalık olan yeninin çekiciliği, gelenekçiler için Yalnızca Kuran‘ı çürütmek (veya itibarsızlaştırmak?) için güçlü bir silah olabilirdi. Ama henüz bu silahı kullananı görmedim. Öyle kötü durumdalar ki, zamanıma ve emeğime acımasam gelenekçi okumayı kendilerinden daha iyi savunan bir kitap yazabilirdim gibime geliyor.
“Dinin teorik kaynağı Kuran, pratik kaynağı Sünnet’tir. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği bu ikisidir.”
Bu söylemin yanlışlığını yukarıda ortaya koydum. Birazcık mürekkep yalamış kişilerin karşısına böyle kolayca çürütülen, kırılgan savlarla çıktığınızda herkes kaybediyor. Çünkü böyle olunca, okur-yazar kişi örneğin hadisleri veya tarikatları çöpe atmakla her sorunu çözdüğünü, gerçek dine kavuştuğunu sanıyor. Oysa gerçekte bunları yaparak arın(dır)maya yeni yeni başlamış olur. Kuran’ın üzerinde bir tane değil, kat kat örtü var. Modernizmin önündeki gelenekçi direnç daha güçlü olmalı. Allah saklasın modernist değilim ama karşıt düşüncelerin çatışmasının, yığınların tek bir ideolojik kutba zincirlenmesinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Gelenekçi okuma zayıfladıkça modernist okuma güçlenecek. Sözgelimi eşitlikçilik, çokkültürcülük, feminizm, ruhçuluk, sosyalizm gibi dogmatik modern ideolojileri Kuran’la bağdaştırmak ana akım yorum durumuna gelecek. Böylesine zayıf bir gelenekçi kanatla, kalabalıkların modernizmin aksayan yanlarını (veya baştan aşağı tanrısız bir ideoloji olduğunu?) görüp güçlü bir sentez oluşturması olanaklı görünmüyor. Gelenekçi düşünce kendini yenileyemeyip geriledikçe, modernizmin orduları gelenekçi ailelerden gelen gençler üzerinde kesin bir zafer elde edecek. Bir yozluktan kaçıp bir başka yozluğa kapılacaklar, kapılıyorlar da. Yalnızca Kuran‘cılar yenilmemek için kendilerini iyi yetiştirmek ve düşünsel kaslarını –eğer yapılacaksa– sentez yapabilecek denli güçlendirmek zorundalar.
(2) Alıntıladığım bölümün çürütmesi için Neden Yalnızca Kuran yazıma başvurunuz.
(3) Şurada özetlenen yöntemlerin bir parçası: cokus.wordpress.com/2014/03/22/dusunceyi-yonetmek
selam, yazının tamamını okumadım ancak bana ilginç gelen gelenekselciler islamoğlunu ve kitaplarını hadis karşıtı diye eleştirir mutezile ve vahhabilikle suçlarlar şimdi kur’ancı diye anılan kesimde eleştiriyor durum ironiye gidiyor..Yine de emeğine sağlık …sayfanı yeni buldum yazılarını okumaya başlayacağım zira çok okuyan ve sorgulayan biriyim…Bakalım yeni birşeyler var mı? selam ve dua ile…
Eleştiriniz için teşekkür ederim. Benim eleştirimin gerekçeleri açık. Kimseye çamur atmıyor, yalnızca kanıtla eleştiriyorum. İslamoğlu’nu eleştirmeye değer buldum. Bu sayfada her önüme geleni veya her okuduğum iki satır yazıyı eleştirecek zamanım yok, okuyanların zamanı da o kadar değersiz değil. Gelenekselciler bu ayrımı yapıyorlar mı bilmiyorum. Kanıtlarını Kuran’dan almaya özen gösteriyorlar mı, bilmiyorum.
Yazılarınız sorgulama niteliğinde. Hakikati bulanların olmak dileğiyle. Kuran la alakalı olarak sn yüzyılda tarihteki yaşamı ile belgelerle kanıtlanmış bir yaşayisini olan Said Nur si nin risaleleri kuran anlamını farklı bir boyutta ele almış bu konuda ki fikriniz nedir ? Daha önce okuma fırsatı buldunuz mu
Sait’in risaleleri hakkında şöyle bir gözlemim oldu: Bunları okuyan kimi gördü isem, anlamı herkesçe belirgin olan, hakkında çeviri /anlam tartışması bulunmayan Kuran ayetlerini açıkça önlerine serseniz bile anlamıyorlar. Anlayamıyorlar. Gözlerinin önündeki gerçeği göremiyorlar. Sanki zihinlerinde bir düğme var, o düğmeye basılmış ve algıları kapanmış. Risaleleri katrana benzetiyorum. Bulaştı mı, temizlemek çok zor, zahmetli, uzun çaba, azim ve enerji istiyor. Özellikle metafizikle, felsefeyle ilgilenmemiş, sorgulamamış, kafa yormamış kişilerin, işlek bir zihne, mantık yürütme alışkanlığına ve soyut düşünme yetisine sahip olmayan kişilerin uzak durmaları ve tutulmaları gerek. Bir kez daha dönüp dolaşıp aynı sonuca ulaşıyoruz: Kuran’ı anlamaları amacıyla kişilere Kuran’ın kendisinden önce okunması gereken şeyler önerilmemeli. Kuran’ı, hakkında hiç bir şey bilmiyormuş gibi okumalıyız. Yani kendi aklımızla. Kuran’ın kendisini okumadan önce “72 ilimden” herhangi birini öğrenmeye kalktığınız anda kaybettiniz demektir. Kesin görüşüm budur. Kendimde gözledim, nereye baksam aynı şeyi gözlüyorum. Şeytan sağda da oturuyor.