Kitap: Enbiya Yıldırım – Kuran Bize Yeter Söylemi, Hadislere Gerek Yok Söylemi

Ankara İlahiyat’ta hadis profesörü olan Enbiya Yıldırım’ın aynı anda çıkan ve birbirinin devamı olan bu iki kitabı tek yazıda inceliyorum.

 

Kuran Bize Yeter Söylemi

Durumun ayırdına vardığımdan beri, “Yalnızca Kuran” ilkesine karşı yazılmış güçlü bir çürütmeye rastlayamadım. Yeni bir çürütmeye rastladığımda biraz da “ya bu sefer iyiyse” kaygısıyla alıp okuyorum. Hadis Problemleri kitabından bildiğim Enbiya Yıldırım’ın bu yeni kitabını görünce hemen okudum. Düş kırıklığı mı yaşadım, garip bir rahatlama mı karar veremedim. Ama Hadis ve Sünnet savunusu cephesinde değişen bir şey yok.

Birinci bölüm: Kuran İslamı Söyleminin Görünümü

İkinci bölüm: Kuran’la Yetinmenin Kuran Işığında Tahlili

Kitabın hemen başında şu paragrafı buluyoruz (yazım yanlışlarını düzeltiyorum):

“Sadece Kuran demek, bu dinin bugüne kadar asla yaşanmadığını iddia etmek olduğu gibi Müslümanların Yüce Kitap’la birlikte hadisler ve Sünnet’ten yararlanarak inşa ettikleri büyük medeniyeti de reddetmektedir. Gelenekten kopuk böylesi bir kabulün müminleri dış etkilere her zamankinden daha fazla maruz bırakacağı açıktır.”

Kitabı elime alır almaz bunu okuduğuma üzüldüm. Çünkü bugüne dek okuduklarımdan daha sağduyulu, daha dengeli bir yaklaşım bekliyordum. Kitapta “Kurancıları” inkarcı veya zındık ilan etmemesinden, onları Müslüman saymasından öte bir sağduyu bulamadım.

Öncelikle gelenekten kopmanın iyi bir fikir olmadığını kabul ediyorum. Geleneği de tıpkı öbür her şey gibi iyisini kötüsü ayırarak, meyvesini yiyip çekirdeğini tükürerek benimsemeliyiz. Kuran’da bayram yok ama bayramlar kutlanmalıdır çünkü iyidir. Ama sözgelimi gerekçelerini Kurban yazımda açıkladığım üzere kurban kötüdür ve bırakılmalıdır. Bir geleneği bırakma kararı üzücü ve külfetlidir. Eşyaları çöpe atmak veya belki serçe parmağını kesip atmak gibidir. Ama gerekli olduğunu anladığında toplumun bunu yapması gerekir yoksa toplumu daha büyük sıkıntılara sokabilir. Bu ayrılış noktasında zarar, geleneğin çöpe atılacak olması değildir. Zarar, o gelenek o yıkıcı noktaya evrilene dek çoktan gerçekleşmiştir.

Alıntıladığım paragraftaki birinci yanlış, bu dinin bugüne kadar bayağı iyi yaşandığı varsayımıdır. Bu din bugüne kadar pek de iyi yaşanmamıştır. Bu gerçeği anlatan Kuran ayetleri bile vardır, okumasını bilen görüyor. “Yalnızca Kuran”cılar bunu böyle algılıyorlarsa her gerçeğe karşı olduğu gibi bu gerçeğe de soğukkanlı yaklaşmalı, üstünü örtmemeli ve ders çıkarmalılar. Burada iyi olan ne var, alalım. Burada kötü olan ne var, atalım. Her konuya böyle yaklaşmalıyız. Yahudilikten Müslümanlığa geçen şeylerden bir bölümünü yazdım, yazmadığım bir dünya daha var ama bu Yahudiliği çöpe atacağımız anlamına gelmiyor. Doğru yaptıkları ve Kuran’ın onayladığı şeyler var, geçen ay örneğini verdim. Bunları almamızda bir sakınca olamaz. Bu böyleyken tarihten gelen anlayış ve uygulamaları da olduğu gibi çöpe atacak değiliz. Ama gelenek dediğimiz birikime baktığımızda, Kuran’ın ülküsünü gerçekleştirmemizde işimize yarayacak gerçekten çok az şey var. Yıldırım gibilerin yanlış bir temel varsayımı var; Müslümanlığı başından beri aynı sayıyorlar. Hiç değişiklik olmamış, bu toplumlar evrim geçirmemiş sayıyorlar. Bugün Müslümanların çoğunluğu Müslümansa şu ayeti nereye koyacağız:

5:18 Yahudiler ve Nasraniler şöyle dediler: “Biz Allah’ın oğulları ve onun sevgilileriyiz!” De ki: “Madem öyle, Allah suçlarınız yüzünden sizi niye cezalandırıyor?”…

Yıldırım, “bu bizden söz etmiyor” diyecektir, eminim. Hayır, herkes için geçerlidir. Müslüman toplumlar çoğunlukla Müslüman olsalardı Batı’nın ayakları altında ezilmezlerdi. Egemen ve kendi yazgısını belirleyen toplumlar olurlardı. Müslüman oldukları halde bu kadar acılı bir yaşam sürdükleri ve hatta topluca öldürüldüklerini ileri sürmek örtülü olarak suçu Tanrı’ya atmaktan başka bir şey değildir.

Paragraftaki ikinci yanlış, “mümin” dediği kültürel Müslümanların şu anda çoktan dış güdüme girmiş olduklarını yadsıması. Sınayın: Türk gazetelerinde, haber sitelerinde, televizyonlarında İslam’la ilgili ne görüyorsunuz? Müslüman ülkelerden ne sıklıkla haber duyuyorsunuz? Yasalarımızı hazırlarken o ülkeleri mi taklit ediyoruz, başkalarını mı? Kitapçıya gidin, raflardaki yabancı kitapların ne kadarı Müslüman ülkelerden geliyor? Dış hatlar terminalinde en çok kimleri görüyorsunuz? Bu sorulara herkes aynı yanıtları verecektir. O zaman doğru soru şu olmalıydı: “Yalnızca Kuran”cılar ülkenin genelinden daha çok mu dış etki altındalar? Sorunun yanıtı tartışılır, farklı yanıtlarımız olabilir, hiç yanıt veremeyebiliriz de. Ama kitapta tartışılmıyor.

Birinci bölümde bu paragrafın altında, “Meselenin Tarihi Kökenleri” başlığıyla kitabı okumaya başlıyoruz. Dakika bir, gol bir! Yıldırım, Kurancılık fikrinin 19. Yüzyıl Hindistan’ında, İngiliz işgali altında başladığını söylüyor. “Kuran yeter” fikrinin çıkış noktası olarak Hindistan’daki İngilizsever bir münafığa göndermede yaparlar genelde. Yıldırım da öyle yapıyor. Bunun böyle olmadığını Salât yazımda belirtmiştim. Bu sözü edilen, bu fikrin modern zamanlardaki çıkışıdır, ilk ortaya çıkışı değil.

Sonraki başlıklarda yazar “Kuran Bize Yeter”cilerin başat iddialarını serimliyor. Bunlardan biri, Kurancıların hadis yazmayı yasaklayan hadisleri kanıt göstermeleri (s15). Yani “hadisleri yok sayıyorken bir hadisi kanıt gösteremezsin” diyor. Kurancılara reddiye yazanlarda yaygın bir tökezlemedir bu. Saç, baş yolduran bir mantık kara deliğidir. Hadis yazmayı yasaklayan hadisler, hadisçiliğin çelişkisine kanıttır, başka şeye değil. Bunu anlamak neden bu kadar zor, anlamıyorum.

Bu bölümde Yıldırım peygamberlerin peygamberliği nasıl yaptıklarını hiç gözünde canlandırmadığını belli ediyor:

“Herhalde hiç kimse, yanına İslam’ı öğrenmek için gelenlere ayetleri okuduktan sonra Hz. Peygamber’in sükut ettiğini iddia edemez.”

Ben gönül rahatlığıyla ve tam bir güvenle edebilirim! Şu ayrım hep unutuluyor: Muhammed, Mustafa Kemal’in sosyal bilgiler kitabında öne sürdüğü gibi Kuran’ı düşünerek kendi yazmış değildir. Bu öğretiyi icat etmiş değildir. Bütün içerik ona esinlendirilmiştir. Kendi tasarladığı bir şey olsaydı uzun uzun açıklardı. Bugün pek çok yazarın yaptığı gibi belki ikinci, üçüncü kitabı; öncekini “açıklayan” kitapları yazmak isterdi. Hadis kitaplarındaki söylenticiler (“ravi” deniyor, doğrudan Türkçesi budur) “Elçi şunu şunu dedi” diye aktarırlar. Bunu yaparken kendi sözcüklerini kullandıkları bellidir. Bu kişiler eğer Kuran’ı bilmiyorlarsa Elçi’nin o anda ayet okuduğunu anlamaları olanaksızdır. Elçi’nin o anda ne yaptığını ancak onun derslerine düzenli katılanlar bilirler. Bugün televizyonda, şurada, burada “Kuran okuyorum” diye işaret etmeden ayetleri söyleyin, Kuran’ı iyi çalışanlar dışında kimse farkına varmaz; kendi sözlerinizi söylüyorsunuz sanırlar. Bunun neye benzeyeceğinin küçük bir örneğini Sıradışı Kuran Tefsirleri yazımda vermiştim.

Hadis eleştirisi bugün sıfırdan türeyen bir tartışma olduğu için pek kısır geçiyor. Hadis savunularında pek çok olasılık atlanıyor. Diyelim o zamanlar gerçek Müslümanlar Peygamber’in hadis aktarmayı yasakladığına inanmışlarsa? Hadis aktaranların ve bunları yazıya geçirenlerin hiçbiri Müslüman değilse? Dolayısıyla aktarılan ve türetilen bilginin tamamı İslam dışı olmaz mıydı? Bu olasılık neden atlanıyor? Daha doğrusu, bu olasılık neden sınanmıyor? Diyelim ki Muhammed’den sonra sahte bir peygamber ortaya çıktı. Bu sahte peygamberin hadislerini toplayıp yazıya geçirenler, bu sahte peygamberi dinlemiş olan Müslümanlardan tek bir hadis dinleyebilecekler mi sizce? Veya Muhammed’in yolladığı kartpostalları toplayan bir koleksiyoncu çıktı. Bu koleksiyoncuya kartpostal veren veya satan tek bir Müslüman çıkacak mı sizce? Bundan birkaç yüz yıl sonra “sondan bir sonraki elçinin hadisleri” veya “Hz. Muhammed’in kartpostalları” seçkileri hazırlanırken bunları nasıl çürütmemiz gerekirdi? Bilmiyorum, anlatabildim mi?

Nitekim Elçi’nin mescitte yaptığı işi “iki kez yere kapandı, dört kez eğildi…” diye anlatan kişi, yani hadis söylenticisi konuyu hiç anlamamış biridir. Hani bir konferansa giden bir çocuğun “oturduk, ara verildi, çay içtik, yemek yedik, bir daha oturduk, biraz daha konuştular” diyeceği gibi. Hadisler bunun gibi aktarımlarla doludur. Peygamber’in peygamberliğini nasıl yapmış olabileceğini Kuran’ı çalışmayanlar anlamıyorlar.

Elçi, elçiliğini Kuran’ı okuyarak yapmıştır. Kendisine soru soranları Kitap’tan bölümler okuyarak yanıtlamıştır. Kendisine meydan okuyanları, çürütme yapanları ayet okuyarak yanıtlamıştır. Sözde hadisleri benimseyenler Ayşe’nin “O, ayaklı Kuran’dı” hadisini nasıl görmezler, nasıl anlamazlar, inanılır gibi değil. Uzun uzun tefsir yapan, vaaz veren birine “ayaklı Kuran” denmezdi. Zaten gece uzun uzun çalışmasının nedeni de budur. Bütün kitabı ezberlemekle kalmayacak, hangi sorunun yanıtının nerede olduğunu da iyi bilecek. Ertesi gün karşılaşacağı herhangi bir sorunu çözmek için başvuracağı sure ve ayetleri ezbere bilecek ki bizim yaptığımız gibi heybesinden kitap cildini açıp uzun uzun araması, belleğini tazelemesi gerekmesin.[1] Bugün elimizde konu dizinleri, sözcük dizinleri var ya hani? İşte onlar Muhammed’in kafasındaydı. Bir konudaki bütün bölümleri arka arkaya okuyabiliyordu. Zaten kendisine “büyücü” denmesinin, onu izleyenlere “büyülenmiş” denmesinin nedeni budur. Kim, ne itiraz getirirse getirsin, ilgili bölümü çat diye okuyordu ve kendi sözlerine başvurma gereksinimini pek ender duyuyordu. “Şair” denmesinin de nedeni budur, çünkü boyuna “dörtlükleri” okuyor ve bu dörtlükleri anlamayan inkarcıları sinir ediyordu.

Dediğim gibi, Ulak’ı gözlerinde canlandırmıyorlar. Bugün gelseydi –varsayımda bulunmamın tek nedeni düşünmemizi kolaylaştırmasıdır– çevresindeki gençlerin “beynini yıkadığı” söylenecekti. Düzenli beyin yıkama oturumları bile var; sabah ve akşam. Bugün var olan sisteme, dine aykırı bir tarikat kuran herkes böyle suçlanır çünkü. “Bu adam iyi bir şey öğretiyor mu?” demez çoktanrıcılar. Dinleyecek sabrı göstermezler, dinleseler de anlamazlar. “Beyin yıkıyor” derler ve hapse tıkarlar, kovarlar, öldürürler. Bunların hepsi birçok ayette anlatılmıştır.

Yıldırım, Ulak’ın kendisine gelenlere “öncelikle” nazil olan ayetleri aktardığını söylüyor. Hani matbaanın olmadığı bir zamanda, Arap coğrafyasının dört yanından gelen ziyaretçilerin dinledikleri Kuran’la dinledikleri “hadisi” karıştırmalarından çekinmiş. Bunun için “hadis yazmayın” demiş. Hiç şunu sormuyor: Bu kişiler Kuran’ı ne zaman bitirdiler de sıra hadislere geldi? Üstelik sözde Osman’ın Kuran’ı derlemesi masalında da herkesin her sureyi bilmediği yazılıdır. Yani daha bilmedikleri sureler varken hadise zaman harcamış olabilirler mi? “Önceliği” bitirdiler de sıra başka şeye geldi mi? 21. Yüzyıl Türkleri Kuran’ı iyice öğrendiler de mi hadisle uğraşıyorlar? Kuran düzenini kurduk da mı hadislere sıra geldi? Hadise sıranın ne zaman geleceğini kendine soran herkes aynı yanıtı verecektir.

Bir başka başlık “Hz. Peygamber’in Kuran’ın Önüne Geçirildiği İddiası”. Benim böyle bir iddiam olmadığı için bu bölümü değerlendirmiyorum. Hadisi Kuran’ın önüne geçirmek olanaksızdır. İstesek bile yapamayız. Uygulanabilir bir fikir değildir. Sulanan tarladan yirmide bir, sulanmayan tarladan kırkta bir zekat alma ilkesini uygulamayı deneyin, görürsünüz. Yerlerde sürünen bir ekonomiyle “Allah sizi neden cezalandırıyor” ayetini okur, “bunu bize söylemiyor ki” dersiniz.

Bir başka başlık “Ülkelerin Sadece Anayasayla Yetinmemesi”. Yıldırım bu bölümde bildik Kuran’ın ayrıntısız olduğu savını yineliyor. Miras paylaştıran, elleri kolları nereye kadar temizleyeceğimizi açıklayan, sözleşmenin nasıl yapılacağını, zinacıya kaç kırbaç vurulacağını yazan bir anayasa örneği bilen varsa beri gelsin.

Bir başka başlık “Hadislerin Toptan Reddinin Vahim Sonuçları”. Sonuçlardan biri Muhammed Peygamber’in varlığının belirsiz duruma düşmesiymiş. Hadis, siyer yoksa Muhammed’in varlığının kanıtı kalmıyormuş. Buna yanıt vermeyi gereksiz görüyor, yorumu size bırakıyorum. Düz dünyacılara yaptığım gibi.

Sonuçlardan bir diğeri Peygamber’le ilgili ayetlere gerek kalmamasıymış. Bugün peygamber olmadığına göre bu ayetleri başka bir biçimde anlamalıyız. Yıldırım tarihselciler gibi yapıp bu ayetlerin bugün hiçbir işlevi olmadığını öne sürüyor. Öyleyse bu ayetlerden yargı çıkarmaya çalışan, en azından bunu yapmaları gerektiğini bilen Kurancılar mı saygısızlık ediyor elçiye, yoksa Yıldırım mı?

Bir başka sonuç dinin sekülerleşmesiymiş. Belki tam tersidir. Belki de dini akide-amel, inanç-ibadet olarak ikiye bölenler sekülerleştiriyordur. Yıldırım, hukuk sisteminin çoğunluğunun hadislerde yer aldığını öne sürüyor. Demek ki Kuran’ı okumuyor, okuduğunu anlamıyor. Yıldırım bunu söyleyerek Tevrat’ı beğenmeyen Yahudi hahamlara ne kadar yaklaştığının farkında değil.

Bir başka sonuç “Değerlerin Örselenmesi”ymiş. İslam’a dair bildiklerimizi şöyle sıralıyor: “Kelimeişehadet, namaz, oruç, diğer ibadetler…” (s.23) Yazarın Kuran’ın bunları öğrettiğini sanmasına şaşırmamalıyız. Bunları öğretiyorsa evet, Kuran genelde bomboş bir kitap. Birkaç sayfa içinde öğretilebilirdi bunlar. Altı yüz sayfa ne döndürüp duruyorsun sözü, değil mi? Ayrıntıları açıklama işi hadislere kalıyor tabi. Yazar bu bölümde herkesin aynı yorumda birleşmesi gerektiğini söylüyor. Çok ilginç; doğru yorumda birleşme kaygısı yok. Herkes aynı yorumda birleştiği sürece Yıldırım kendini güvende hissedecek. Belki yine haham Yahudiliğini anımsatmakta yarar var. Yıldırım bu bölümde de pek çok bölümde olduğu gibi ineğin rengini soruyor. Kuran’da olmayıp hadiste olan ayrıntıyı soruyor. Ama her ikisinde de olmayan yüzlerce, binlerce, trilyonlarca ayrıntı var; onları sormuyor. Meraklısına örnek: Hadislerde fikri mülkiyet hukukunu arayın. Kolay gelsin…

Yıldırım’a göre “geleneğimiz ve hayata bakışımız, insanlarla ilişki tarzımız, toplumsal hayata dair inşalarımız” peygamberin sözleri ve uygulamalarıyla şekillenmiş (s.27). Kurancılar, “Hz. Peygamber’in yolundan giderek inşa etmiş olduğumuz binayı” yıkacaklarmış (s.29). Yıldırım’a biriniz bu binanın hangi bina olduğunu sorsun Allah aşkına: Peygamber faizi, sınırsız özel mülkiyeti, zinayı, eşcinselliği hangi hadisinde serbest bırakmış? NATO’ya üye olmamızı hangi hadiste onaylamış? Müslüman bir ülkeyi işgal ederek kurulan İsrail’i kurulduğunun ertesi gün tanımamızı hangi hadiste onaylamış? AB uyum yasalarını hangi hadislere uyumlu olarak çıkardık? BOP eşbaşkanının karşısında önünü ilikleyen, tekmil veren yüksek mahkeme yargıçları hadislerde acaba çelik mümin olarak övülüyor mu, yoksa kıyamet alameti olarak mı geçiyor? Yıldırım’ın yaşadığı gezegen göçmen kabul ediyor mu? Bir Kurancı olarak hemen hicret edeyim.

Bu bölümde Yıldırım yukarıda sözünü ettiğim ve sekülerleşmeye zemin hazırlayan yapay ayrımları yapan birisi olduğunu iyice açık ediyor. İslam’in bir maddi yönü, bir de “manevi yönü” varmış (s.29). Manevi olanı belirleyen şeyler nafile oruç ve namazlar, tesbihat, dua, Aşure günü falanmış. Yıldırım, “Müslüman Türkiye”de faizin, zinanın ve fuhuşun serbest olmasını “maddi” buluyor olmalı…

Hadisleri reddetmenin sonuçlarından bir başkası Dinler Arası Diyalog’a kapı açacak olmasıymış. Şimdi yanılmayalım, Türkiye’de ve Batı’da Kurancı olma iddiasında olanların içinde bolca münafık var. Kadınların namaz kıldırdığı camileri duymuşsunuzdur; bu feminist mezheptir örneğin. Yahudilere ve İsrail’e tek bir söz söyleyemeyen “barışçı” gruplara rastlamışsınızdır; bu Diyalogcu mezheptir örneğin. Eşcinselliği, zinayı, faizi, kapitalizmi caiz yapan içtihatlar yapan gruplara rastlamışsınızdır belki, bunlar da liberal mezheptir. Hadisçilerin paçalarını tutuşturan kişilerin başında gelen Edip Yüksel, yıllar önce yayınladığı “Reformcular” kitabında münafıklığı belli olan en az iki yazara yer vermişti, bugünlerde de gençlere modernizm fitnesini aşılıyor. Ama bunların varlığı Kurancılığın hadisçilikten daha Batıcı olduğunu söylememizi doğrulamaz diye düşünüyorum. Çünkü burada ilkeleri, fikirleri konuşuyoruz, mezhepleri veya kalabalıkları yarıştırmıyoruz. Herkesi memnun edecek bir şey söylemek zorunda olsaydım şunu içtenlikle söylerdim: “Gelenekçi-ezberci-hadisçiler Yalnızca Kuran ilkesini bir benimseseler, hem Kurancılardan daha tutarlı bir mezhep olacaklar, hem de gerçek anlamda orta toplumu kurma olasılıkları doğacak.” Veya: “Münafık Kurancılara meydanın boş kalmaması için DİB, Kurancılığı öğretmeye ve savunmaya başlamalıdır.” Çünkü doğru bir fikri kirli insanların sahiplenmesine izin verilmemelidir. Gençler ve okumuş kesim arasında gözdeliği yükselen bir fikir gördüğünde, Tağut hizmetçisi onu sahiplenmeye çalışır. Bu başka konularda da görülen bir şablondur. 11 Eylül’ün bir dümen olduğunu sezenleri kazanmak ve onları gerçeğin bir parçasından çevirmek için 11 Eylül’ü yapanların adamları devreye girmiştir örneğin. Michael Moore gibi sevimli olarak, ortadan ortadan konuşarak insanların ilgisini asıl can alıcı noktadan çelmeye çalışırlar. Kurancılık saf akla o kadar mantıklı ve temiz geliyor ki, feministler, liberaller, bozguncu Yahudiler, bozguncu Hristiyanlar onu sahiplenmeye çalışıyorlar. İslam’la zerre ilgisi olmayan ve çok okunan bir Yahudi yazarın romanında bile başkahramanlardan biri öbürüne ders veriyor, “gerçek İslam bu değil” diye. Efendim hurafeler varmış da, bunlardan kurtulmalıymışız. Azra Kohen’e mi düştü bunu yazmak peki? Meydanı boş bırakırsak ona da düşer, daha kötüsüne de. Kadının toplumdaki öncelikli işlevinin annelik olduğunu sırf Erdoğan öyle söyledi diye inkar edenler var. Keşke bu gerçeği bilen herkes söyleseydi de bunu savunmak tek başına Erdoğan’a kalmasaydı. Sen gerçekleri, doğruları sahiplenmezsen, hiç olmayacak kişiler sahiplenir ve bunun sorumlusu sen olursun. Bu, evrenin yasasıdır.

İkinci bölümde Yıldırım, Kuran’ın yetmeyeceğini Kuran ayetleriyle kanıtlamaya çalışıyor. Bu konudaki değerlendirmem Neden Yalnızca Kuran yazımda var. Yıldırım’ın bütün savlarını orada çürütmüştüm. Yıldırım’dan daha zorlayıcı bir çalışma bekliyordum.

Bu meyvesiz çabadan sonra yazar, hadis olmazsa neleri bilemeyeceğimizi sıralamaya başlıyor. Bunların üzerinde durmaya gerek görmüyorum.

Daha sonra “Ayetleri Doğru Anlamak İçin Hadislere Olan İhtiyaç” başlığı geliyor. Bu ihtiyacı sıralamaya ezandan başlıyor! Evet, ne kadar önemli bir ihtiyaçmış. Salâta çağrı yapılacak ama nasıl yapılacak? İnek kurban edilecek ama nasıl bir inek, hangi renk? Gerçekten bizi yiyip bitiren, uykularımızı kaçıran sorular bunlar! Abdesti nasıl alacağız? “Milyarlarca Müslüman, kuşaklar boyu” abdesti böyle almış, Yıldırım’a göre yanılıyor olamazlarmış. Namazı nasıl kılacağız? Zekatı nasıl vereceğiz? Orucu nasıl tutacağız? Bu ineğin rengi sorularının arasında yorumu hak eden ikisi var:

“Haccı nasıl yapacağız?” Açıkçası yeterince çalışmadım öğretmenim, içtenlikle söylüyorum ki bilmiyorum. Ama bugünkü gibi yapılmayacağına eminim. Şurası kesin: Mekke’de bir Kutsal Ev bulunması gerekiyor ve orada dinlemek isteyen herkese Allah’ın dininin anlatılması gerekiyor (kanıtlar Salât yazısında). Bunun ötesini, berisini, ayrıntısını bilmiyorum. Ziyaretçilerden bir de ayrıca törensel ve işlevsiz hareketler bekleniyor mu, bilmiyorum. O ayetleri yeterince çalışmadım, çalıştığım kadarını anlayamadım. Ama İbrahim’in öyküsünü anladım. Bugün yapılan şeyin hac olmadığını Kuran’ın kalan kısmından çıkarsayabiliyorum.

“Zıhar ne demektir?” Yıldırım bu sözcüğün anlamının belirsiz olduğunu öne sürüyor. Oysa sözcüğün anlamı bağlamdan belli oluyor. Yıldırım herhalde akademik çalışmalarından vakit bulup Kuran’ı okumuyor olmalı ki bunu görememiş. Zaten İlahiyat bölümlerinin yayınlarına bakınca bu kişilerin ilgi alanının Kuran’ın kendisi değil, onun çevresinde biçimlenen uygarlık ve kültür olduğunu kolayca görüyoruz. Metni anlamaya yoğunlaşan yok. Öyle bir ana bilim dalı yok bu fakültelerde.

Hadisler olmayınca Kuran’da sözü edilen bazı tarihsel olayları da anlayamıyormuşuz. Bu bölümde “asrı saadet” sözcüğünü kullanması aslında yazarın Kuran’ı nasıl anladığını iyice belli ediyor. Böyle bir zaman hiç olmadı. Elçi ölür ölmez onun memleketlisi ileri gelenler ve onların ardına takılan çoğunluk kitaptan yüz çevirmiştir ve Kuran’da buna işaret edilir. Okumayı bilenler bunu biliyor. Kuran’ın onayladığı, müjdelediği Müslümanlar, “Müslümanların” (kültürel anlamda kullanıyorum) içinde ancak bir azınlıktır.

İkinci bölümde bir sonraki başlık “Hadislerin Mezhepsel Bölünmelere Neden Olduğu İddiası”. Benim böyle bir iddiam yok ve bu iddiayı gerçekçi bulmuyorum. Birbirini tekfir eden kırk düşünce okulunun oluşmasının nedeni hadisler olamaz. Kendi aralarında bölünmüş olan Hristiyanların hadisleri yoktur mesela. Ve Kurancılar da kendi aralarında bölünecektir. İçlerinde birbirini tekfir edenler de olacaktır. Bakın az önce feminist, liberal, Diyalogcu Kurancıları neredeyse tekfir ettim bile. Çünkü insanların kendilerine yakıştırdıkları adlar yalnızca budur; birer addır. Kendine “barışçı” diyenlerin terör örgütünü savunabildiklerini; kendine “milliyetçi” diyenlerin vatan haini olabildiğini; kendine “eşitlikçi” diyenlerin erkekleri, heteroseksüelleri, beyaz ırkı insandan saymayabildiklerini; kendine “evlilik danışmanı” diyenlerin arabozucu olabildiklerini; kendine “Xsever” diyenlerin X’lerden veya Y’lerden nefret edebildiklerini biliyoruz, görüyoruz. Öyleyse kendine “Müslüman” diyenin Müslüman olduğunu, kendine “Kurancı” diyenin Kurancı Müslüman olduğunu varsaymak bir hatadır. Bunu açıklamaya gerek var mı?

Bir sonraki başlık “Peygamber’in Haram Koyma Yetkisi”. Burada Yıldırım Kuran’a ilgisizliğini veya Kuran’ı anlamaktaki başarısızlığını bir kez daha ortaya koyuyor. “Sana soruyolar…” diye başlayan 13 ayetten söz ederek “23 yıl boyunca yalnızca bunlar sorulmuş olamaz” diyor ve Kuran’ın yetersizliğine hükmediyor. Anlamıyor ki, Elçi kendisine sorulan her soruya Kuran okuyarak yanıt verdi. Örneğin Yıldırım olsa ezanın biçimini soracaktı. O zaman Elçi, ikinci surede ineğin renginden söz eden bölümü okuyacaktı. Yıldırım anlayacaktı. Anlamasaydı belki Elçi, Kashif Ahmed Shehzade’nin, Ahmet Sağlam’ın, Rashad Khalifanın kitaplarında alıntılanan yüzlerce ayetten bir kaçını veya bunları içeren uzunca sure bölümlerini okuyacaktı. Yine anlamasaydı Elçi artık kendisini anlayanlara dönecekti, çünkü zamanı ve ilgisi sınırsız değildi. “Namaz, oruç…” için değil, bozuk bir yaşamı onarmak için gelmişti. Yıldırım’ın bu konudaki uslamlaması ibret verici:

“Hiç kimse Hz. Peygamber’e sorulan her soruya ayetle yanıt verildiğini iddia edemez. Çünkü böyle bir şey olacak olsa Kuran’ın hacmi onlarca ciltlik bir kitaba dönüşürdü.”

Kuran’ı anlamamak bağışlanabilir ama onu küçümsemek başka bir şey. Bu söylediğinin ne demek olduğunu anlamak için şöyle düşünün: Kapınızı bir kitap satıcısı çaldı. Size yaşamın gizlerini açıklayacak, size doğru yolu gösterecek ve kalıcı esenliğe ulaştıracak bir kitap satmak istiyor. Kitabı elinize alıp şöyle bir bakıyorsunuz, diyorsunuz ki, yahu beş-altı yüz sayfalık kitabın içinde benim bütün kafa karışıklıklarımın çözümü olabilir mi? O da diyor ki: “Elbette olamaz, eğer olsaydı onlarca ciltlik bir kitap olurdu, okuyamazdın. Ama bu kitabı rahatlıkla okuyabilirsin. Ders alacak kapasiten varsa bu kitap sana fazla bile gelir.” İkna oluyor ve kitabı alıyorsunuz. Kapıyı kapatır kapatmaz satıcı zili bir kez daha çalıyor. Önünde bir el arabası, üstünde koli koli kitap. “Az önce aldığınız kitabı anlayabilmeniz için bunları da almanız gerekiyor.” Herkes bu satıcının tutarsızlığında birleşecektir. Ama konuşulan konuya “din” başlığı atılınca zihinler far tutulmuş tavşan gibi donuveriyor.

Kitabın sonunda “Peygamber’in konumuyla ilgili” ayetleri sıralıyor ve bunların Arapça okunuşunu içeren bir videonun internet adresini, bir de karekodunu veriyor. Yazarın Kuran’dan ne anladığını artık çok net görüyoruz. Müzikli, Arapça Kuran… Yazarın karekod vermesinden de Android telefon kullandığını, kişisel mahremiyetini koruma kaygısı gütmediğini, bütün Müslümanlardan da böyle davranmalarını beklediğini, bu davranışı normal saydığını anlıyoruz. Çok küçük işaretler kişiler hakkında önemli bilgiler verebilir. Bunlar aslında dinin önemli bir parçasıdır. Fikri mülkiyet örneğini vermiştim ya, Android telefonların kanıksanması da dinsel bir konudur. Kitabın alıntıladığım ilk paragrafını hatırlayın. “Din” diye bir başlık açıp altını ezan, namaz, oruç, başörtüsü vb. ile doldurup asıl önemli konulara ayrıntı muamelesi yapanlar zaten Elçi’yi anlamaktan çok uzaklar demektir.

 

 

Hadislere Gerek Yok Söylemi

Kitabın ilk bölümünde yine ilk kitaptakine benzer olumlu bir giriş yapmış. Hadis tartışmasının suçlayıcı, dışlayıcı, küçük düşürücü izleğini onaylamadığını bildiriyor ve iyi niyeti ilke edindiğini söylüyor. Bu iyi. İyiye iyi, kötüye kötü demek görevimizdir.

İkinci bölümde Elçi’nin varlığının ne anlama geldiğini tartışıyor. Ben bu kitabı veya bu bölümü okuyacaklara Ahmet Akbulut’un Nübüvvet Meselesi kitabıyla birlikte okumalarını tavsiye ederim. Bu konudaki en sağlam yorumlardan biridir ama piyasada bulamazsınız. Böyle de kısır bir entelektüel ortamdayız. (okumak isterseniz eposta atın)

Bu bölümün hemen başında ne yazık ki Yıldırım’ın Kuran’ı iyi okumadığının işaretini alıyoruz:

“Şöyle düşünelim: Semadan yazılı buyruklar insanlar üzerine iniyor. Bu durumda din açısından sınava tabi tutulan kimse olmazdı. Çünkü bunu görecek olup da iman etmeyen insan neredeyse kalmazdı.” (s.15)

Yıldırım’ın nasıl yanıldığını görmek için 6:111,158, 15:7,14-15, 21:5-6, 23:24 ayetlerini okumak yeter. Bakın bir satırda yazıp geçtim ama farkındaysanız bu Yıldırım’ın çok büyük bir eksiğidir. Hadis savunularının hemen hepsinde böyle önemli hatalar buluyor olmamız bir rastlantı olabilir mi?

Başka kaynaklarda da gördüğüm bu savlamada başka bir ilginçlik daha var. Bu kişiler Allah’ın elçiler üzerinden konuşmasını sınavın zorluğu olarak görüyorlar. Elçi’nin Kuran yorumunun kayda geçmemiş olmasını neden aynı biçimde yorumlamazlar, çok tuhaf. Biri “sınavın zorluğu” olabiliyorken öbürü neden olamıyor? Elçi gönderilmesini sınamanın kendisi olarak görebilen kişiler, Elçi’nin yalnızca mesaj metnini yazıp “tefsirini” yazmamış olmasını neden bir başka sınama olarak görmezler? Yıldırım’ın yanlış uslamlamasını sürdürecek olursak şunu da diyebilirdik: “Elçi kendi tefsirini yazsaydı herkes Kuran’ın tek doğru yorumunu izlerdi, ortada bir sınav olmazdı.” Elbette yanlıştır. Kuran, her bağlamda doğru olabilen bir sözdür ama onun yorumları ancak özgün bağlamlarında doğru olabilir.

Hemen sonraki sayfada şu ilginç cümleleri okuyoruz:

“…bir ayet iner. Hz. Peygamber ayeti tebliğ etmek üzere insanları çağırır. Herkes gelip etrafında toplanır. Beklerler, Hz. Peygamber ne diyecek diye… Hz. Peygamber de onlara der ki: ‘Az önce bana bir vahiy geldi. Allah Teala şöyle buyuruyor…’ Gelen vahyi aktardıktan sonra da arkadaşlarına seslenir: ‘Hepsi bu kadar, dağılabilirsiniz.’ Böyle bir durum akıl ve mantık ölçülerine göre söz konusu olabilir mi?” (s.16)

Olmaz tabi ki! Çok güzel! Hadisleri savunan bir kitaptan bir bölüm okuduk. Sayfayı çevirelim ve bir bölüm daha okuyalım:

“Bilakis o, Kitap’ı öğretmek üzere gönderilmiştir.” (s.20)

Öyleyse hemen aklımıza gelmeli, bu öğretimi anlatan hadis var mı? Kinayeye bakın ki, yok! Ama bir Kuran dersine en yakın olayı gördüğümüz yerler salât hadisleri. Nitekim Enbiya Yıldırım burada farkında olmadan salâtı tarif ediyor. Elçilik görevi, kendisine bildirileni bildirmektir. Bunu da öncelikle salât oturumlarında yapıyor. Salât-3 yazımda hadislere dayanarak tam olarak bunu anlatmaya çalışmıştım. Ulak’ın “namaz kıldırıp” sonra mescitten çıkıp gitmiş olamayacağını söylemiştim. Kuran dersi diye bir hadis göremediğimizi söylemiştim. Enbiya Yıldırım hem salâtın namaz olmadığını, hem de hadislerin ne kadar sağlıksız olduğunu büyük ölçüde kendisi kanıtlamış oluyor. Ama birinci kitapla ilgili söylediğim gibi, Ulak’ın bu açıklamayı, bir başka deyişle “tefsiri” nasıl yaptığı konusunda yanılıyor. Verdiğim örnekten devam edecek olursak, “Savaş donanımının üçte ikisi atıcılıktır” dediyse bunu Kuran’ı öğretmek amacıyla dememiştir. Ama o özgün ortamda “savaş hazırlığı yapın” buyruğunu nasıl uygulayacağının içtihadını yapmıştır. Bugün bu donanımın üçte ikisi haberalma veya lojistik olabilir. Biz de bunları güçlendirmiş olabiliriz. Bu durumda ne diyeceğiz, Kuran’a uymamıza rağmen hadise karşı gelmiş mi olacağız? Böyle şey olmaz.

Ulak, Kuran’ı açıklama amacıyla konuştuğunda neredeyse yalnızca ayet okumuş olmalıdır. Bir soru soruluyorsa ve Ulak onun yanıtını Kuran’da bulamıyorsa “bulamıyorum” demesi veya Kuran’da yargı bulunmayan konularda nasıl davranılması gerektiğiyle ilgili ayetleri okuması, yani yine ayet okuması gerekir. Bu çerçevenin dışına çıkması ender, istisnai durumlardan olmalı. Şu anda bir yazı okuyorsunuz. Beni dinleseydiniz daha etkili bir iletişim olabilirdi çünkü sözlü iletişim daha doğrudandır. Bir tür “multimedyadır”, jesti, mimiği, vurguyu ve sahneyi barındırır. Örneğin yazıda vurgunun yokluğunu hafifletmek için koyu ve yatık harfler kullanıyoruz. Elçi kendisine sorulan soruyla ilgili ayetleri okurken bunu belli sözcükleri vurgulayarak daha etkili ve kolay biçimde yapabilir. Bu olanaklar hep görmezden geliniyor. Sanırım günlerce, haftalarca uğraşıp Elçi’nin bunu nasıl yaptığının kısa bir örneğini hazırlamam gerekecek. Ben günlerce, haftalarca uğraşacağım belki ama Elçi bunu ayaküstü, düşünme hızında yapıyordu. Onun farkı buydu. Ona “büyücü” deniyor ama cilt cilt tefsir yazanlara denmiyor olmasının nedeni budur. Gece uyumayıp Kuran çalışmasının nedeni de bu gereksinimdi. Bazıları onun “teheccüt namazı kıldığını” sanadursunlar.

Bütün kopuşun anahtarı belki de budur; Elçi’nin elçiliği nasıl yaptığını Kuran metninden anlayamamaktır. Kuran’ın kategori dışı bir metin olduğunu anlamamız gerekiyor. Şifrelidir ama şifre kitabı değildir. Örtülü anlamları da vardır ama içrek (ezoterik) bir öğretisi yoktur. Kitabı yeterince iyi çalışan biri, Ulak’ın bu kitabı nasıl öğretmiş olabileceğini çıkarsaması olanaklıdır. Ne var ki bunun farkına varmış olmama karşın birkaç örnek dışında uygulayarak gösteremiyorum çünkü kitabı onun kadar iyi çalışmış ve öğrenmiş değilim; onun yaptığını yineleyemiyorum. Tuhaf bir kısır döngü içinde dünyanın yuvarlak olduğunun kanıtlarını göstermeye çalışıyorum. Ama Elçi doğuya doğru koşmaya başlayıp batıdan gelerek bunu göstermişti; kanıtlamasına gerek kalmadı.

Sayfayı çeviriyoruz:

“Kuran’daki şirkten sakındıran ve tevhidi emreden ayetler ile ahlaki öğütlerin dışında kalanların önemli bir kısmı herkesin kendi birikim ve sosyal çevresine göre farklı şekillerde anlayabileceği bir tablo arz etmektedir. Bunlardan aynı manayı anlamamızı sağlayan hadis ve sünnettir.” (s.23)

Yıldırım yine büyük yanıldı. Farkında değil ama “Peygamber, Kuran’ın hatasını gideriyor” diyor. Şimdi bunu dedikten sonra hadislerin “Kuran’ın karşısında değil, yanında” olduğunu (s.17) söylemesinin hiçbir önemi yoktur. İkinci bir not olarak, ilk kitapta gördüğümüz herkesin aynı yorumda birleşmesi beklentisinin sürdüğüne dikkat edin. “Herkes doğru yorumda birleşsin” demiyor, “herkes birleşsin” diyor. İnce görünen kalın bir fark.

Peygamber’in yorumunun bir içtihat olduğunu anlamak zor olmamalı. Yineliyorum, Peygamber bu kitabı kendi yazmadı, yani icat etmedi. Bu demektir ki bu kitabın tek doğru yorumu ona kalmaz. O ancak kendi koşulları içinde içtihat yapmıştır. Ama bu küçümsenecek bir şey kesinlikle değildir çünkü yanlış içtihat diye bir şey vardır. Peygamber’in içtihatları doğru olmuş olmalıdır. Başarılı olmasından bunu çıkarsıyoruz.

Sayfayı çeviriyoruz, Yıldırım 8:1 ile 8:41’in çeliştiğini öne sürüyor (s.25). Hadis olmadan bu çelişkiyi çözemezmişiz. Bu çelişkiyi Kuran’ı çalışan herkes hadis olmadan çözdü, örneği Banka Faizi Haram Mı yazımda bulunuyor.

Sayfayı çeviriyoruz, başlangıç harflerinin anlamını hadisleri bıraksak bile çıkaramayacağımızı söylüyor (s.26). Hadis kitaplarında bu harflerin anlamıyla ilgili hiçbir şey bulamıyor olmamızı hadislerden yana bir puan olarak mı yazacağız yani? Bu nasıl bir mantık?

Sayfayı çeviriyoruz, bir mantık hatası daha: Yıldırım, Peygamber’in bazı hatalarının Kuran’da düzeltildiğine işaret ediyor:

“Bu durumda gündelik hayatında pek çok şey yapmış ve insanlara öğretmiş olan Hz. Peygamber’in müdahale edilmemiş uygulama ve sözleri ne olacak?” (s.29)

İnanılır gibi değil. Hadislerdeki olayları müdahale edilmemiş gerçek olaylar varsayıyor, sonra da bunlar Kuran’da düzeltilmedi diye bunlara uymak gerektiğini öne sürüyor.

Sonraki sayfalarda “Kuran’da bulunmayan konular” konusunda önceki kitapta öne sürdüklerini yineliyor; yeni bir şey yok. Bu konudaki karşı tezlerimi Neden Yalnızca Kuran yazımda sundum, aynı şeyleri yeniden açıklamaya gerek duymuyorum. Öyle görünüyor ki hadisi savunan yayınlar arasında geçen yıllar hadisçilere hiçbir derinlik katmıyor, aynı savları, çürütülmüş savları yineliyorlar. Hiç biri meyveye dönüşmeyen yeni tomurcuklar açıyorlar.

Mantık hatalarına tam gaz devam:

“Hz. Peygamber zamanında kadınlar adet sürelerinde namaz kılıp oruç tutuyor idiyseler bunun gelenek olarak kuşaklar boyunca aktarılması gerekir.” (s.37)

Bunu diyen şunu neden demiyor örneğin: “İbrahim zamanında tek tanrıya tapıyor idiyseler bunun kuşaklar boyunca aktarılması gerekir, yeniden peygambere gerek kalmaması gerekir.” Hatta: “Adem zamanında çıplak idiyseler bunun kuşaklar boyunca aktarılması gerekir.” Hatta ve hatta: “Büyük Patlama zamanında proton ve nötron çorbası idiysek bunun kuşaklar boyunca aktarılması gerekir.” Ve yine hatta: “Kesim anında et tazeyse bunun kuşaklar boyunca aktarılması gerekir, etin kokmaması gerekir!”

Bu sayfalarda yazar Kuran’ın dışında esinleme (vahiy) yapıldığı veya “Kuran’da bulunmayan konular” konusunda namaz dışında bir örnek vermiyor. Somutlamadığı veya “yere indirmediği” için kitap boyunca yinelediği bu namaz örneklerinde eleştirecek bir şey bulamıyorum.

Bütün hadisçilerin takıldığı “Kitap ve hikmet” ve “Allah ve resulü” ikilemelerine Yıldırım da takılıyor ve bunların ayrı şeyler olduğunu öne sürüyor. Kitap Kitap’ta, hikmet hadisteymiş; bildik şablon. “Sahih” olan hikmeti bin dört yüz yıldır ayıklayıp neden önümüze koyamadıkları sorusunu sormaktan bıktık. En iyisi Kuran’la daha fazla zaman geçirmesini, en azından birkaç ayeti dikkatle okumasını ve “ve” bağlacının ayrı şeyleri anlatmıyor olabileceğini görmesini umalım: 4:146, 7:144, 9:29, 20:82, 25:70, 28:87-88, 31:17, 33:7, 56:94 vb… Sağlamasını şöyle yapmanızı öneririm: Kuran’ın “X ve Y” dediği yerde “X ama Y değil” gibi mantıklı bir istisna bulabiliyorsanız, oradaki “ve” başka şey anlatıyor olabilir. Veya biri öne çıksın ve şunu desin: “Ben yıllardır yalnızca Kuran çalışıyorum ama hikmette bir adım ilerleyemedim, kitabın bir yararını göremeyince hadise başladım.” Var mı böyle biri, merak ediyorum. Sanal bir kurgu yaptığım düşünülmesin. Üç yıla yakın namaz kıldım ve bir yararını göremeyince namazı sorgulamaya başladım. Deneme-yanılma yöntemi günümüzde hak ettiği saygıyı görmüyor ne yazık ki. Kurama boğulduk, düşüp kalkarak öğrenmeyi küçümsüyoruz.

Yıldırım, Ulak’ın önderliğini anlatmaya çalıştığı satırlarda bir hata daha yapıyor. Ulak’ın yalnızca ayeti bildirip herkesi kendi yargısını vermekte serbest bırakmış olamayacağını öne sürüyor. Hem ayetleri bildirdiğini, hem de yoldaşlarını kendi yorumuna /yargısına uymaya çağırdığını çıkarsıyor. Yoldaşlarının aynı ayetlerden farklı yargılara varmış olma olasılığını Ulak’a “kafa tutmak” olarak değerlendiriyor (s.44). Oysa danışma ayetlerini yok sayıyor (2:104, 3:159, 42:38, 4:58, 60:12). Bu ayetlerin varlığı, birincisi, Ulak’ın çevresinde çok değilse bile Kuran’ı onun kadar iyi anlayan birileri olduğunun; ikincisi, aynı ayetlerden farklı yargılara ulaşanların var olduğunun kanıtıdır. Ulak’ın çevresinde yalnızca müritleri olsaydı bu ayet o ortamda hiçbir anlama gelmezdi. Sözgelimi Ulak finansal kiralamanın (leasing) riba olduğu yargısına varıp yasaklamış olabilir. Yoldaşlarından biri finansal kiralamanın riba olmadığını öne sürdüğünde iki şey olmuş olabilir: Ya yoldaş Ulak’ı ikna etti, ya Ulak yoldaşı ikna etti. Veya tartışarak bir üçüncü yol buldular. O yoldaş Enbiya Yıldırım olsaydı hiç düşünmeden Ulak öyle dediyse “vardır bir bildiği” deyip riba ayetinin yanına ekleyecekti: “Ulak, finansal kiralamanın riba olduğunu söyledi ve yasakladı.” Ve yarın bir gün finansal kiralamadan farklı bir satın alma biçimi, mesela vadeli satın alma işlemi icat edildiğinde ve Ulak çoktan ölmüş olduğunda bu konuda yargıya varamayacaktı çünkü “vardır bir bildiği” diyerek onu taklit etmeye yönelmişti (s.86 ve 126’da çok açık). Onun neyi bildiğini araştırmadı, dayanaklarını tartışmadı, gerekçelerini öğrenmedi. O yüzden yeni içtihat yapma yeteneğinden yoksun kaldı. Oysa Kitap’a göre danışmaları gerekiyordu. Yani kanıtla, nedensellikle, akılla tartışmaları ve gerçeğe olabildiğince yakın bir kararda buluşmaları gerekiyordu.

Yıldırım, Resul’ün örnekliğinin (33:21) Kuran’da bulunmadığını öne sürüyor (s.45). Sanki Yalnızca Kuran ilkesini savunan kitapların hiçbirini okumamış gibi görünüyor. Bu iddia neredeyse okuduğum bütün kitaplarda çürütülmüştü. Üstelik ayette nebi (haberci) değil resul (gönderilen) denmiş olmasını da atlıyor. Nebi öldü! Resul aramızda (3:101).

Hadisler olmazsa nelerden yoksun kalacağımızı sıralarken şunu söylüyor:

“‘Oysa bir ticaret veya eğlence gördüklerinde oraya doğru gittiler ve seni ayakta bıraktılar (62:11)’ ayetinden, hadislere inanmayan birinin Cuma hutbesini çıkarması mümkün değildir.” (s.60)

O ayet hutbeyi değil, salâtı anlatıyor. Ne o surede, ne başka bir surede hutbe sözcüğü veya salâttan ayrı bir kürsü konuşmasını düzenli uygulama olarak buyuran bir ifade geçmiyor. Yıldırım, hadiste gördüğü bir şeyi Kuran’da arayıp bulamayınca Kuran’ı eksik olmakla suçlama şablonunun mükemmel bir örneğini veriyor. Temiz bir kafayla sureyi baştan sona yavaşça, evet yavaşça, yani Peygamber’in Kuran’da verilen örnekliğini izleyerek okusa, o ayette salât ederken ayakta kalmasından söz edildiğini anlayacak. Tefsire bile gerek yok, apaçıktır. Ama öyle bir koşullanmış ki okuduğunu anlamıyor.

“Yeryüzünde Peygamberine Gereken Önemi Vermeyen Bir Dinin Olmayışı” (s.61-62) başlığı altında çoğunluğu izleme hatasına bilmiyorum kaçıncı kez düşüyor. Ve bunu yaparken elçileri yarıştırmama buyruğunu çiğnediğinin farkına varması için ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum. Şimdi bunu yazan kişiye Yahudi ve Hristiyan kitaplarından kopyalanan hadisleri göstermek hiçbir işe yaramayacaktır herhalde. “İyi ya işte, herkes öyle yapmış, biz de taklit etmişiz” diyecektir. Nitekim 130. sayfada açıkça Peygamber’in Yahudileri, Yahudiliği taklit ettiğini öne sürüyor ve bunu onaylıyor.

Peygamber’in örnekliğini içermediğini söylediği Kuran’da Peygamber’den söz eden ayetlerin yedi sayfa tuttuğunu söylüyor (s.58). Ben saymadım ama yediden çok daha fazla olduğu kesin. Demek ki Yıldırım, “Muhammed” adının geçmediği veya “Ey Nebi”, “Ey Resul” gibi seslenişler içermeyen ayetlerin Peygamber’le ilgili bilgi vermediğini düşünüyor olmalı. Oysa sözgelimi Tevbe Suresi neredeyse başından sonuna dek Peygamber’in çevresinde olan olaylarla ve onun o olaylara nasıl tepki verdiğiyle ilgili bilgi verir. Sözgelimi Fatiha Suresi, kendisine esinleme (vahiy) gelmeden önce Peygamber’in nasıl kıvrandığıyla ve yol aradığıyla ilgili bilgi verir. Sözgelimi “De ki” içeren bütün ayetler Peygamber’in onları dediği bilgisini verir (içermeyenleri de okudu elbette). Açık bir zihinle okuyunca neredeyse kitabın bütünü Peygamber’in biyografisi gibidir. Kuran’ı bırakıp da cilt cilt biyografi okuyadursunlar…

Yıldırım, ikinci bölümde Kurancıların “yalnızca kitap okuyarak bir medeniyet inşa etme” düşüncelerinin ne kadar boş olduğunu uzun uzadıya anlatıyor. Oysa Peygamber ve yoldaşları tam olarak bunu başarmışlardı! Bize de onların örnekliğini izlemek düşer.

Kitap boyunca sık sık Peygamber sevgisinden söz eden Yıldırım bunu hadis sevgisine neredeyse denk kılarken, Allah sevgisinden hiç söz etmiyor. Peygambere saygısızlık edildiğinde bozulduğu belli oluyor. Ama günümüz Türkiye’sinde basın-yayında Allah’a hakaret edilmesinin gündelik sıradan bir olay oluşuna bozulduğunu gösteren bir işareti ben kitapta göremedim. Kimseyi Peygamber’i “fazla” sevdiği için eleştirecek değiliz ama öncelikleri karıştırmak üzücüdür.

Önceki kitapta olduğu gibi Yıldırım, çıkarımlarını Türklerin Müslüman olduğunu varsayarak yapıyor. Bunun yanı sıra günümüz insanının eski çağ insanından daha bilgili olduğu öncülüne dayanıyor (s.53-54). Mantığın bilinen ilkesidir; öncül yanlış olduğunda çıkarım kesinlikle yanlış olur. Peygamber’in örnekliğinin hadislerde yer aldığını kanıtlamak için iki yanlış öncüle dayanması talihsizlik olmuş. Kitap arkası yazısında Kurancılığın “ümmeti tefrikaya düşürdüğü” yazılı. Sonuç bölümünde, 157. sayfada bu iddiayı yinelemiş ama tek bir örnek vermemiş. Yıldırım yüzyıllardır birbiriyle savaşan sözde hadisçi Müslüman toplumlardan habersiz mi acaba, merak edilesi. Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman ümmetin birbiriyle vuruştuğunu mu bilmiyor acaba Yıldırım? Yoksa halifenin cihat çağrısına inat Kitaplıların yanında savaşa girenleri? İngiliz ordusundaki “Müslüman” askerleri mi duymamış? Yoksa Kıbrıs Müslümanları soykırımdan kurtarılırken Kaddafi Libya’sı dışında tek bir “Müslüman” devletin Türkiye’ye yardım etmediğini okumamış mı? Türkiye, din kardeşi bu ülkeye şükran duygularını Kaddafi’yi deviren güçlere katılarak gösterirken Yıldırım gezegen dışında mıydı acaba? Ümmetin BM’de Türkiye’ye attığı kazıkları ve Türkiye’nin ümmete attığı kazıkları mı bilmiyor? İsrail’i iki gün içinde tanıyan ilk “Müslüman” ülkenin Türkiye olduğunu mu bilmiyor? İran’la Irak sekiz yıl savaşırken neredeydi? Yoksa bütün bu tefrikaya Kurancılığın neden olduğunu mu düşünüyor? Kurancılığın bozacağı birlik bunlardan hangisi? Bilemedim.

Yazar Diyanet’in “Hadislerle İslam” seçkisini savunuyor (s.97). Ne boş ve işlevsiz bir seçki olduğunu Hadislerde Salât yazımda göstermiştim. Kuran’da olmayan bir şeyi türetme örneği olarak ilk sarıldıkları şey olan namaz, hadislerde bile hadis savunucularının anladığı biçimde anlatılmıyor.

Yazar her iki kitap boyunca hadislere uymanın olumlu tek bir sonucunu göstermiyor. Hani “hadislere uyduğumuz için şunu başardık, uymasaydık başaramazdık” gibi bir kanıtlamaya girmeye çalışmıyor. Böyle bir kanıtlamaya gereksindiğini fark etmemiş olmasının nedeni, ölüm sonrasına hapsolmuş, yeryüzündeki karşılığı reddeden bir din anlayışıdır. Bir başka deyişle, Müslümanlığın ruhçu /spiritüalist /sufi /gizemci bir kişisel gelişim dinine evrilmiş olmasıdır. Bu evrimin belki en önemli aşaması İran’ın işgalidir. Nitekim konuyla ilgili pek çok kaynak İranlı Hindu, Budacı ve Zerdüştlerin din değiştirmeye nasıl direndiklerini, örtülü bir başkaldırma olarak tasavvuf İslam’ını nasıl türettiklerini anlatıyor. Hadislerin de bu dönemde “toplanmış” olmasına rastlantı mı diyelim?

Yıldırım her iki kitapta yöntem olarak bir hata yapıyor. “Yalnızca Kuran” bir mezhep değildir. Bir yorum okulu değildir. Henüz hiçbir şey değildir. Yalnızca Kuran’ı anlama konusunda bir ilkedir. Bu ilkeye bağlı kalanlar ve kalıyormuş gibi yapanlar daha okul, mezhep oluşturmamıştır. Bu düşünceyi savunan ve uygulayanların sayıları bir avuçtur. Bu daha toplum kesimlerinde temsil edilen bir düşünce bile değildir. Sünni, Alevi, Yahudi, Hristiyan, tanrıtanımaz, feminist, hayvansever milletvekilleri var ama Kurancı vekil yok örneğin. Ortada bir Kurancı “kavim” yoktur. O yüzden bu ilkeyi benimseyen kişiler değil, bu ilkenin kendisi eleştirilebilir. Kişiler eleştirileceğinde bunun adları anılarak yapılması gerekir. İki kitapta hiç ad anılmıyor. Bu yüzden yapılan genellemeler sağlıklı olmuyor. Örneğin Amerika’da Ahl Al Quran adında Kurancı olma iddiasında küçük bir münafık grup var. Bunları bir genellemeye konu etmek sağlıklı değildir. Bilmeyen okur, Kurancılık diye bir mezhep var izlenimine kapılabilir.

Yıldırım’ın bu kitaptaki en doğru sözü:

“İslam dünyasında dini ilimler arasında gözle görülür bir başıboşluk vardır. Meydan boş kalmış ve herkes bir şeyler söylemeye başlamıştır. Ümmetin büyük kısmının itibar edeceği güvenilir ilim konseylerinin olmaması problemi körüklemektedir. Bu nedenle hem doğru bir din öğretimine hem de dünyayı tanıyan, İslami ilimlerde birikimi olan, bunun yanında ‘ümmet’ şuurunu taşıtan yetişmiş insanlara çok ihtiyacımız vardır.” (s.148)

Güzel diyor da incecik kitap içinde kendiyle çelişmeyi başarıyor. Dünyayı tanımaktan söz ediyor. Ama sayfayı çeviriyoruz ve Kurancı gençlerin sayılarının yüksek olduğu bilgisini “sosyal medyadan” edindiğini görüyoruz. Ülkenin en düzgün ilahiyat fakültesindeki profesör, sosyal medyanın kuru kalabalık, hatta koyun ve sığır sürüsü olduğunu anlamamış; ne acı.

Ama “altyapılarının” olmadığını söylediği bu gençlerin hadisleri okumasını da istemiyor! Kuran’ın çevirisinin yol gösteremeyeceği iddiası tanıdıktır. Yıldırım bu kitapta hadisin çevirisinin de işe yaramayacağını, “nasihi-mensuhu, ammı-hassı, mutlakı-mukayyedi, velhasıl metin değerlendirme kriterlerini” bilmeden anlaşılamayacağını söylerken (s.5) bir haham olmaya çok yaklaşıyor. Çünkü hahamlar da “Tevrat’ı sen anlamazsın” der, sonra “onu açıklamak için yazılmış olan Talmud’u da anlayamazsın” der, bunları çok anlamış kişilerin yazdıkları on binlerce sayfayı da kimse okuyup bitiremeyeceği için olayı “bana sor” noktasına getirirler. Öyleyse hadisçiler kafa kafaya versinler, en çok beş yüz sayfalık bir hadis seçkisi veya hadis tefsiri yazıp yayınlasınlar. Biz de Kuran’ın “yanında” onu okuyarak İslam’ı öğrenelim. Ama yok! Hatta Yıldırım bunu yapmanın yakın zamanda olanaksız olduğunu ima ediyor:

“…dünya kütüphanelerinde bulunan hadislerin sayısı hususunda bir rakam ifade etmek mümkün değildir. Çünkü yazmalardaki hadisler numaralandırılmadığı, bazı ülkelerde ne tür yazmalar bulunduğu henüz bilinmediği ve de bu işi yapmak üzere kaynak ve eleman istihdamı sağlanamadığından dile getirilen sayılan tahminidir.” (s.90)

Ne güzel bir itiraf. Çoban, bin dört yüz yıldır koyunlarını saymamış! İşte hadislere gösterilen ilginin (ilgisizliğin) ölçüsü budur. 17. Yüzyıl’da Abdülbaki’ye gelene dek hiç kimse sözüm ona pek saygı duyulan, pek sıkı çalışılan Buhari’yi numaralandırmayı düşünmemiş örneğin. Numaralandırma önemli bir göstergedir, kişinin veya toplumun bir kitabı sürekli çalıştığını gösterir. Bugün de Kuran’a gönderme yaparken sure adını değil de numarasını kullanmayı seçenler aslında Kuran’ı daha yoğun çalıştıklarını belli ederler.

Bu kitapta da önceki kitapta olduğu gibi Peygamber=hadis denklemini öncül kabul eden çıkarımların dışında pek bir şey bulamıyoruz. Bundan sonra hadis savunusu yazacak olanlara bu öncülü kanıtlamalarını öneriyorum. Kuran’da Peygamber’in örnekliğinin zerresinin bulunmadığını kanıtlayın. Çünkü Yalnızca Kuran ilkesini savunmak için yazılan kitaplar zaten bu öncülün yanlışlığını kanıtlamaya ağırlık veriyor. Siz Peygamber=hadis denklemini peşin olarak doğru kabul ederek yanlış bir başlangıç yapıyor ve çürütmeleri görmezden geliyorsunuz.

Ve bundan sonra hadis savunusu yapacak olanlara önerim, çoktanrıcılıkla tektanrıcılık farkını tek başına Kuran’dan çıkaramayacağımızı ama ancak hadis yardımıyla çıkarabileceğimizi kanıtlamaları. Çünkü Allah’ın bütün elçilerinin tek derdi bu olmuştur. Alabildiğine yalındır. Bunun “ayrıntısı” olmaz ki Kuran dışında arayasınız. Arayın, elinizin boş kaldığını göreceksiniz.

 

Bu İncelemeyi Yazma Nedenim

Her iki kitabı okumadan önce Yıldırım’a “Muhammed’e Kuran gibi bir misli daha verildi”[2] efsanesiyle “Musa’ya Sina Dağı’nda Tevrat gibi bir misli daha verildi”[3] efsanesi arasındaki benzerliği sormuştum. Bu konudaki eleştiriye taze çıkan kitabında yanıt olduğunu söylemişti. Birinci kitapta bu yanıtı bulamadım. Bunun üzerine Yıldırım’a kitapta bu konuda bir söz olmadığını, bu iddiaya nasıl yanıt verdiğini sordum. “Hadislere Gerek Yok Söylemi” adlı ikinci kitabı da okumamı söyledi. Onu da okudum ama iddiaya bir yanıt yok. Sonraki epostalarıma yanıt vermemeyi seçince bu incelemeyi yazmak için daha fazla beklemedim. Türkçe Kuran ve Türkçe namaz tartışmasında olduğu gibi, Kuran’ın yetip yetmediği tartışmasında da gelenekçi taraf açık seçik bazı kanıtları ve olguları görmezden gelmeyi sürdürüyor. Hâlâ bu iddiayı çürütebilen bir kaynak arayışındayım.

Yazar, “Kuran yetmez” ilkesinin “Tevrat yetmez” ilkesinin karbon kopyası olduğu iddiasına değinmediği gibi, “kutsi hadis” saçmalığına da değinmiyor. Ayrı bir hadis sınıfı olarak değerlendirilmesi gerekir ve örneklik, içtihat, en iyi yorum vb. gerekçelerle savunulması çok daha zordur. Denebilir ki, bir hadis savunucusunun yumuşak karnıdır.

***

Yoksul bir ülkede ustanın biri hurdalıktan parçaları toplayıp kaynaklayarak derme çatma bir araba yapmaya başlamış. Enbiya Yıldırım gitmiş ustanın yanına, demiş: “Usta usta, sen ne yaptığını bilmiyorsun. Bak, önce bir tasarım stüdyosu kuracaksın. Sonra çelik döküm fabrikası kuracaksın. Sonra pres fabrikası kuracaksın. Sonra montaj hattı kuracaksın. Sonra yedek parça tedarikçilerini ayarlayacaksın. Ancak ondan sonra araba üretebilirsin.” Usta, “Sen öyle yap, benim elimden bu geliyor” demiş. O fabrika kurulduysa ve işliyorsa ancak o zaman o usta saçma bir uğraşta olmakla suçlanabilir. Yıkıntının, ıssızlığın ortasında Kuran’ı çalışan ve ondan iki damla bilgelik almaya çalışanları eleştirin eleştirmesine ama önce kafanızı kumdan çıkarıp çevrenize bir bakın lütfen. Kuran bugün Türkiye’deki yaşamın neresinde, bir bakın.

Zehebi’nin yazdığı, Enbiya Yıldırım’ın Arapçadan Türkçeye çevirdiği kitabı Tefsir ve Hadiste İsrailiyat kitabından bir bölüm:

“İsrailiyyat neredeyse, insanların Kuran’ın indirildiği gayeden yüz çevirmesine neden olacak, ayetlerini düşünmekten, ibretlerinden ve nasihatlerinden istifade etmekten, hükümlerini araştırmaktan alıkoyacak, faydasız şeylerle, ağırlığı olmayan küçük meselelerle, meşguliyetin ve araştırmanın gereksiz olduğu tafsilatlarla, bilinmesi durumunda hiç bir faydası olmayacak vakti öldürücü konularla uğraşmaya yöneltecekti.” (2011 baskısı s.52)

Yıldırım bu satırları okumakla kalmadı, çevirisini yaptı. Ama sözü edilen olasılığın çoktan gerçekleştiğini ve gerçekleşmeye devam ettiğini göremiyor. Zehirli bir rahatlıkla 5:18’in bizden söz etmediğini düşünüyor. Uğraşıp durdukları hadis, burada sözü edilen tehlikenin çoktan gerçekleştiği biçimlerden biridir. Bizi Gerçek’ten alıkoyan bomboş bir uğraştır.

Aslında kavgası edilmesi gereken şey hadis falan değildir. Kuran’ı uyguluyor muyuz, uygulamıyor muyuz? Faizi yasaklamayacaksak faiz hadislerini dikkate alıp almayacağımızı tartışmak boşunadır. Kuran’a uygun olarak, insan gibi evlenip boşanabileceğimiz bir medeni yasa yapıp uygulama niyetimiz yoksa bütün bu tartışmalar boşunadır. Kuran, ilahiyat öğretim üyeleri bu kitapları yazsınlar diye, ben bunları yazayım diye inmedi. İşte bu yüzden, hadisçi olan ama Kuran sınırları içinde bir İslam yaşamı kurmaya çalışan bir toplum bulursam göçerim.

 

Dipnotlar

[1] Sözgelimi bu yazıda hemen her iddiamı ayetlerle kanıtlayacak durumdayım ama Elçi gibi gece kalıp çalışmadığım için ne ayet metinlerini ezbere biliyorum, ne de yerlerini. Bu yüzden her yazıda yaptığım gibi, göndermede bulunmak istediğim her ayetin yerini tek tek arayıp bulmam gerekiyor. Ayetler yüzleri bulduğu ve konuyu önceki yazılarımda çokça işlediğim için bu zahmete girmedim.

[2] Ebu Davut, Sünnet 42/9 (4604/6). http://sunnah.com/abudawud/42/9

[3] Birkaç örnek: jewishencyclopedia.com, Oral Law maddesi; Britannica Encyclopedia of World Religions, 2006, Judaism maddesi, s.598; Musa ibn Meymun (Moses Maimonides), Mişne Tora (İng. Mishneh Torah), Giriş-12 bölümünden akt. Sergey Dolgopolski, What Is Talmud?, 2009; Arthur Kurzweil, The Torah for Dummies, 2008, s.14. “Yahudi dininin 13 temel ilkesinden biri Tanrı’nın Musa’ya hem yazılı hem de sözlü Tevrat’ı ilettiği ama yalnızca yazılı Tevrat’ı yazdırdığıdır.” Michael Friedlaender, The Jewish Religion, 1921, s.21. Baki Adam’ın Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat kitabında aynı bilgiler aktarılır. Uluslararası dinsel eğitim kurumu Morasha’nın ders kitaplarında Sözlü Tevrat ilkesi aktardığım biçimiyle, ayrıntısıyla anlatılmıştır: http://morashasyllabus.com Yahudi dinsel eğitim kaynaklarında bolca örnek bulabilir, “Bir inek kurban edin” diyen Musa’ya ineğin rengini sormayı sürdürdüklerine tanık olabilir, Sünnet kültürüyle karşılaştırabilirsiniz:

http://archive.is/iMxat

https://web.archive.org/web/20190614105027/http://morashasyllabus.com/class/Jewish Law IV.pdf

https://web.archive.org/web/20130212034351/http://www.torah.org/learning/basics/primer/torah/oraltorah.html

https://web.archive.org/web/20191215093420/https://www.chabad.org/library/article_cdo/aid/812102/jewish/What-is-the-Oral-Torah.htm

Ayrıca aşağıdaki kurumsal Yahudi kaynaklarında Sözlü Tevrat’tan “Yazılı Tevrat’ın misli/benzeri” (İng. counterpart) olarak söz edildiğine dikkat ediniz ve “Bana Kuran’ın bir misli daha indirildi” hadisiyle karşılaştırınız:

https://web.archive.org/web/20190402222905/https://www.ou.org/judaism-101/glossary/torah/

https://web.archive.org/web/20160310103551/http://www.amazon.com/Haketav-Vehakabbalah-Demonstrating-Indivisibility-Commentaries/dp/9657108292

“Sözlü Tevrat”ın parçası olan ve yazılı Tevrat’a denk sayılan Babil Talmudu’ndan konuyla ilgili sonsuz bilgelik dolu alıntılar:

Babil Talmudu, Şabat 31a: Hahamlarımız öğretti ki: Kafirin biri bir gün Şamay’a geldi ve sordu: “Kaç tane Tevrat’ınız var?” “İki” diye yanıtladı, “yazılı Tevrat ve sözlü Tevrat”. “Yazılı Tevrat’ınıza inanıyorum ama sözlü Tevrat’ınıza inanmıyorum; bana yalnızca yazılı Tevrat’ı öğretmek koşuluyla beni dininize kabul edin.” Çok öfkelendi ve onu azarladı. … “Bana güveniyorsan sözlü Tevrat konusunda da güvenmelisin.”

Babil Talmudu, Berakot 5a: Haham Levi Ben Hama, Haham Simeon Ben Lakiş adına bu dizenin anlamı hakkında şunları ekledi: “Ve sana onlara öğretesin diye yazdığım taş levhaları ve yasayı ve buyruğu vereceğim.” (Tevrat, Çıkış 24:12) ‘Taş levhalar’: Bunlar On Emir’dir. ‘Yasa’: Bu, (Tevrat’ın) beş kitabıdır. ‘Buyruk’: Bu, Mişna’dır. ‘Yazdığım’: Bunlar Neviim ve Ketuvim’dir [Eski Ahit’in Musa’ya ait olmayan bölümlerini kast ediyor]. ‘Öğretesin’: Bu, Gemara’dır. Bu dize bize bütün bunların Musa’ya Sina’da verildiğini öğretir.

Bir Cevap Yazın