Gelenekçi din algısı, din kavramını yaşamın tümünü açıklayan sonsuz kapsayıcılıkta bir öğreti veya bütün kuralların üzerinde bir hukuk ilkesi olarak değil, parçayı açıklayan ve bütünü bireysel deneyime ve bilgi birikimine bırakan bir özel ilgi alanı durumuna düşürmüş. Yaşamın her alanında yaşanan ahlaki çıkmazları veya geniş gri alanları gelenek dinlerinin bilenlerine (örneğin “hoca”lara) sorduğumuzda aldığımız –veya aslında alamadığımız– yanıtlar bu yitikliği göz önüne seriyor.
Sözgelimi isteğe bağlı estetik ameliyatın İslam’daki durumunu geleneğin at gözlüğünden kurtulamamış bir ilahiyatçıya veya müftüye sorduğunuzda alacağınız yanıt sünnet işleminin tıbbi yönüne, bu toplumun sözleşmeleri arasında yer alan Hasta Hakları Yönetmeliği’ne (HHY) ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne gönderme içermez. Oysa ortada oldukça karmaşık bir çelişkiler yumağı vardır. HHY’nin sağlık hizmetlilerinin yetkelerini kötüye kullanmamaları için iyi niyetle yapılmış bir düzenleme olduğunu varsaymamak için bir neden yoktur. Öyleyse HHY’nin keyfi estetik ameliyata izin verip vermediği bir tartışma konusu, sünnete izin verip vermediği de ayrı bir tartışma konusudur. Bunun yanında, konuyla ilgili olarak dinsel gerekliliklerin, daha doğru ifadeyle kaynağını Kuran’dan almayan dogmaların bu ülkenin yasalarını çiğnemek için meşru gerekçeler olup olmadığı üçüncü bir tartışma konusudur. Var olan uygulamada HHY’nin gerekçesi, yani sağlık hizmetlerinin kötüye kullanılmaması amacı hem isteğe bağlı estetik ameliyat hem de sünnet işlemleriyle çiğnenmektedir. Yönetmeliğe ve sözleşmeye karşın bu iki uygulamanın sürdürülmesi açık çelişkidir. Ayrıca Kuran’ın sözleşmelerin gereğini yerine getirmek (5:1, 8:56) ve tutulmayacak sözlerin verilmemesi (61:2) buyruklarının çiğnenmesidir. Konumuz sünnet veya estetik ameliyat değil. Ezberci, tarihselci yaklaşımın bu çelişkileri çözmekten ve yargı verebilecek yetkinlikten ne denli uzak olduğu.
Gelenekçi dinin bilirkişilerinin estetik ameliyatı tartışırken (genelde caiz olmadığını kanıtlamaya çalışırken) öne sürdükleri gerekçelere sünnet işlemi hakkında başvurmadıklarına tanık oluyoruz. Tersine, sünnet işleminin doğruluğunu tartışırken öne sürdükleri gerekçeler (caiz hatta vacip olduğunu kanıtlamaya çalışırken) estetik ameliyat için sanki geçerli değilmiş gibi davranabiliyorlar. Burada din kavramının ne olduğuna dönüp bir bakmamız gerekiyor. Sağlıklı bir organı yaralamayı, kesip eksiltmeyi, karar verecek yaşta olmayan sahibine nedensiz acı vermeyi buyuran din, genç bir kadına sağlıklı ve düzgün bedenini kesip dikerek biçimini değiştirmesine neden izin vermesin? Bunların birisi iyi iken öbürü hangi tutarlı gerekçeyle kötü sayılabilir? Veya başka türlü sorayım: Sizin dininizin kaynağı başkalarının yazdığı ve iyiliği temsil etme gibi bir sorumluluğu olmayan kitaplar olabiliyorken, bir başkasının dininin –adı önemli değil– kaynağı kendi yazdığı kitaplar veya gönlünden geçenler neden olamasın? Bu ikisinin arasına nasıl çizgi çekersiniz? Nesnel ölçüt nedir? Gelenekçi anlayışın bu soruya verecek bir yanıtı kalmadı, çünkü onun temsil ettiği din artık mutluluk, esenlik, dirlik, sağkalım gibi özlemleri karşılamıyor. Tanrı’nın adının mutlak iyiyi temsil etmesi gerektiğini unuttular. Sabah ezanının saatini astronoma hesaplatıyorlar ama iyi ahlakla kötü ahlak arasına kalın çizgiler çekmeyi, iyiyi öğütleyip kötüyü yasaklamayı unuttular. Hatırlamak zorundalar.
Oysa din dediğiniz şeyin örneğimizdeki her iki durumda da söyleyecek bir sözü, daha açık olmak gerekirse her iki durumda da aynı tutarlı gerekçelerden kaynaklanan bir doğrusunun olması gerekir. Bu doğrunun keşfedilmemiş olması bağışlanabilir ama bu doğruyu hiç aramamak bağışlanabilir mi, emin değilim.
Böyle sorulara yanıt vermekte yetkin olmayan gelenekçiler dövme, kalıcı takı ve bunların gelecekte görülmesi olası aşırı biçimlerinin “İslam’a uygun olup olmadığı” sorularına da büyük olasılıkla yetersiz yanıtlar verecekler.
Gelenekçi dine bağlananlar kendilerini domuz, içki, sünnet, başörtüsü, cami gibi simgeleştirilen dinsel kurallar üzerinden tanımlarlar. Bunlar üç oda bir salon yaşamın din odasında bulunan öğelerdir. Ezan, sakal, cüppe gibi ahlaki açıdan neredeyse hiçbir değerliği olmayan simgeler de bu tanımlamanın önemli bir parçası olabilir. Din, simgeler üzerinden tanımlandığında bugün gördüğümüz yapay ve gereksiz uzlaşmazlık ortaya çıkar: Aynı Tanrısal mitolojiye inanan iki toplum birbirini farklı dinlere bağlı sanır. Bu iki toplum sözgelimi Ortodoks Hristiyanların bir koluyla Müslümanların bir mezhebi olabilir. Başörtüsü konusunda aralarında görüş birliği olabilir. Müslümanlar da Yahudiler gibi oğlanlarının sağlıklı bedenlerine din adına zarar verirler. Bir başka örnek: Doğal kaynakların hesapsızca tüketilmesi konusunda pek çok gelenekçi din uzlaşmıştır. Buna göre dünya kaynakları insana miras kalmıştır ve adil paylaşmak koşuluyla tek kullanımlık kaynakları hesapsızca tüketebilir. Aslında gelenekçi dinler bu konunun dinle pek ilgisi de olmadığını söyleyecektir. Trafik kazaları gibi, ormansızlaşma gibi bu konu da sanki yaşamın seküler olabilen parçasıyla ilgilidir. Sanki Tanrı’nın bu konularda bir fikri yoktur. Dinsel yaşam veya “dinî hayat” olarak tanımladıkları bir kavramın var olması bu ikiliğin görünen kanıtıdır.
Bu ikili algının kolayca gözlenebileceği okumalar, Mustafa Kemal Atatürk’ün dinini veya İslam’a bakışını anlatan kitaplardır. Bu konuda yazılmış çoğu kitap, özellikle övücü olanlar, din sanki özel yaşama özgüymüş ve toplum yaşamının, politikanın, ekonominin dışında bir şeymiş gibi onun ev halinden, yiyip içtiğinden, okuduğu duadan, demeçlerinden öteye gitmez. Toplumun kaderi üzerinde bu denli etkili olmuş bir kişiliğin yaptıklarının yanında, filanca sofrada, falanca yolculukta söylediklerinin ne önemi var? Öncelikle asker ve devlet adamı olarak yaptığı işlerin, komutanlığından TBMM’yi nasıl yönettiğine, ayaklanmaları nasıl bastırdığından ülkeye nasıl bir çıkış ve uygarlık önerdiğine dek her şeyinin Kuran ölçütüyle değerlendirilmesi gerekir. Yüz yıl sonra bile böyle bir çözümlemeyi yapabilmiş tek bir kişi yetişmemesi karşısında dehşet içindeyim.
Modern zamanda din bir yaşam biçimi veya yaşamın anlamını arama çabası veya yaşamın anlamı sorusuna verilen bir yanıt önerisi olmaktan çıkmış. Gelenekçi dini sürdürmeye çalışanlar aslında seküler olduklarının farkında değiller. Gelenekçi, ezberci, aklı dışlayan dinselliğin yarattığı kopukluk, şu saçma cümleyi bugünlerde birilerinin birilerine söylüyor olması olasılığını yaratmış:
“Sana dinle ilgilenme demiyorum, yine ilgilen ama hobi olarak ilgilen. Yaşamda dinden başka şeyler de var.”
Bu durumun tanrıtanımazlığı destekleyip güçlendirdiğini gözden kaçırmamalı. Çünkü saf akıl, bu parçacı yaklaşımın yaşamın anlamı sorununa dogmatik ve karmaşık bir bilgi birikimiyle (bilgi yığınıyla?) önerdiği çözümleri dışlamak zorunda kalır. Çözüm yalın ve değişmez olmalıdır. Gelip geçici olanı Kuran’dan ayıramayan, analitik düşünceyi dışlayan İslam düşüncesi okulları yalın ve değişmez çözümü aramayı çoktan bıraktılar. “Kustuğumu yersem orucum bozulur mu?” sorusuna başarılı yanıtlar verme olasılıkları, “Neden Tanrı’ya eş koşmamalıyım?” sorusuna başarılı yanıtlar verme olasılıklarını geçtiği gün ne yazık ki işlevsizleşip kendilerini yok etme sürecine girdiler. İnsanın acısına, heyecanına, usuna, yaratıcı gücüne dokunamayan yanlış sorulara yanlış yanıtlar vermek üzere inşa edilen görkemli yapılar ve buraları dolduran apoletliler… Bunların gerçek sorunlara sundukları aptalca çözüm önerileri, hiç bir çözümün olmadığı düşüncesini besliyor. Bu umutsuzluk hali politik yaşama seküler çoğulculuk olarak çıkageldi. Baştaki örneğe dönersek, düşünce üretmeyen ve ezberciliğin şiddetli örselemesi altında bunalıma düşen din okulları estetik ameliyatla sünnetin benzerliğini kuşatıp tanımlayamıyor. Kalabalıkları çoğulcu çözümsüzlüğe terk ediyor. “Mademki iyiliği nesnel olarak tanımlayamıyoruz, mademki Tanrı artık mutlak iyiyi temsil etmiyor, dileyenin krem peynire bile tapabileceği seküler, çoğulcu bir toplum yaratalım.” Ardından doğal olarak tanrıtanımazlık ve onun ardından doğal olarak nihilizm geliyor.
Toplum yaşamından dışlanan dinin tıp gibi, mühendislik gibi kapalı, özel bir çalışma alanı olması, onun kendine özgü sözcüklerinin yani terimlerinin oluşmasına yol açmış. Terimler yalnızca ilgilisine seslenen sözcüklerdir, herkese değil. Dolayısıyla dinin kapsayıcı ve kuşatıcı olmaktan çıktığını keşfetmek için din yazınına şöyle bir bakmamız yeter. En basitinden iyi ve kötü, doğruluk ve suç din uzmanlarına yetmemiş, sevap ve günah olarak ayrı başlıklar açmışlar. Sanki Allah bizden iyi olmamızın dışında başka şeyler de istiyor. Allah rant ekonomisini terk etmemizi istiyorsa bu iyi ve yararlı olduğu içindir, değil mi? Ama apoletliler bu bağı kuramaz oldular. Dinden söz edenler terimlerle konuşup yazmayı bırakabildikleri zaman öyle sanıyorum ki kopukluğu gidermenin ilk adımını atmış olacaklar. Tanık olunan yaşamın sınırları içinde, somutlanabilen, gerekçelendirilebilen, zaman ve yer ötesi bir iyi-kötü eksenine oturtulabilen bir ahlaktan söz edebildiklerinde bu sıkıntı giderilebilir. Ezberleri sürdüren ve düşünce üretmeyen kurumlar dinin git gide yaşamdan kopması ve itilip kakılan, kendi kabuğuna hapsedilen bir uzmanlık alanı olması sürecini ilerletiyor. Yeni bir Bilgelik Evi kurulmazsa Tek Tanrı’yı anlatan din, geleceğin simyası olacak ve tarihe gömülecek. (Ne garip, çoğu kişi Bilgelik Evi deyince anlamadı ama Beytülhikmet deyince anlayacak!)
Elbette din, yok olması olanaksız bir boyut olduğu için (bkz. Dinden Boşalan Yeri Din Doldurur) elçi kaynaklı din yaşamdan bütünüyle çekildiğinde, boşalan yeri daha kötü binlerce seçeneğin dolduracağı kesindir. Gelenekçi dindarların Kuran’ı kendi başlarına anlamaya çalışanlara “Hepiniz başka başka anlıyorsunuz, birliği nasıl sağlayacaksınız?” diye sormaları bu geleceği göremediklerini gösteriyor. Çünkü Kuran’ı tapınağa ve anlaşılmaz mırıltılara hapseden ve öğretisini “dinsel yaşam” olarak ürettiği kabuğa indirgeyen gelenekçi anlayış egemenliğini sürdürürse gelecekte Müslümanlar arasında bir birlik zaten olmayacak, Müslüman olanlar da olmayanlar da binlerce mezhebe bölünecekler. Yanlış anlaşılmasın, vurgulayayım: Bu kafaların dinsiz veya seküler olarak tanımladıkları yaşam biçimleri de gelenekçi bakışın egemenliğinde var olabiliyorlar. Bu tarz “dinin zincirlerinden kurtulmuş” yaşam sürenler de gelenekçi din anlayışını benimsemiş kişiler. Ana çizgilerde dindarlarla aynı görüşteler: Din yaşamı kapsamıyor, belli uygulamaları gerektiriyor, belli mitolojik anlatıları yineliyor, belli sorulara yanıt veriyor, bütün ahlaki sorunları çözmeye aday olmuyor. Temel fark, sınırları belli bu kültürü bir kesimin yaşamına sokup öbür kesimin sokmamasında (Kuran’ı başka başka anlayanların nasıl birleşecekleri de başka bir yazının konusu olsun).
İşte bunun için dindar olarak tanımlanan biriyle dinsiz olarak tanımlanan biri yaşamlarını aynı varsayımlar üzerine inşa edebiliyor, aynı normalleri benimseyebiliyor, aynı eylemlerde bulunup aynı hedefleri kovalayabiliyorlar. Çünkü ülkülerde, ilkelerde, var oluş amacında ayrılmıyor, yalnızca din adı verilen bir parçada ayrılıyorlar. Evlerinin din odası dışında bütün odaları aynı biçimde döşeli. Kuran’ın din dediği kavramın veya elçilerin mesajlarının konusu olan öğretinin penceresinden baktığımızda büyük oranda dindaş olabilirler.
Çözümleyici /akılcı düşünceyi dışlayan, dinsel bir oligarşi yaratıp sürdüren gelenekçi anlayış, dini herkesin erişimine açık olmayan bir uzmanlık alanına dönüştürür. Herkes gökbilimci olmak zorunda değildir. Tanrı’nın böyle bir buyruğu yoktur. Ancak Tanrı herkese erdemli olmasını ve kendisinden başkasına koşulsuz boyun eğmemesini buyurur. Öyleyse din nasıl olur da bir uzmanlık alanı, bir meslek olur?
Din, yaşamın bütününden ayrı bir uzmanlık alanı olduğunda veya tıpkı gökbilim gibi yaşamın yalnızca küçük bir parçası olduğunda yaşamın gerçeklerinden kopar ve gerçekte var olmayan bir düş evreniyle ilgiliymiş gibi gözükür. Nedir o düş evreni?
Sözgelimi tanrı, insan yaşamını boşluk bırakmamacasına, elle tutulup gözle görülürcesine doldurmuş olan iyilik ve kötülükle ilgilenmez. Kulunun bir cümleyi söylemesini ister. İstediği kadar iyilik yapsın, canla başla çalışsın, o cümleyi söylemediyse veya bir kitaba inananları hor gördüyse kulunu yakacaktır. Herkesin başının üstünde bir sayaç vardır. Belli cümleleri söyleyen, dar ve katı olarak tanımlanmış belli hareketleri yapan, belli zamanlarda belli hayvanları boğazlayanların, saçın erkekleri kışkırtmadığı bilinmesine karşın kafasını örtenlerin, oğlunun sağlıklı cinsel organının bir parçasını aldıranların… sayaçları yükselir. Bunların dışında tanrı kişinin ne yaptığıyla çok az ilgilenir. Çocuğunu nasıl yetiştirdiği, topluma karşı görevlerini yerine getirip getirmediği, parayla, güçle, politikayla olan ilişkileri, kendisine bakıp bakmadığı, boş zamanında ne yaptığı, gerçeği arayıp aramadığı… Tanrı bunlarla aynı derecede ilgilenmez. Yaşamın kendisiyle ilgilenmeyen, kendisine “zaman ayrılmasını” bekleyen, paydos zili çalınca herkesin işine gücüne geri döneceği bir düş tanrısı… “Karıma kadın doktor baksın”, “Çocuğuma yuvada başı örtülü bakıcı baksın”, “Çalsın, yeter ki namaz kılsın”, “Müslüman bir patron /başbakan tarafından yönetilmek istiyoruz”, “Ağzıyla ‘Allah’ desin, gerisine karışmam” gibi cümlelerle dışa vurulan şaşkınlık işte hep bu algı nedeniyle var olageldi. Öte yanda da bunun tersi gibi görünen kopyası var: “Başı açık olsun”, “Kızlı erkekli toplantılara katılsın”, “İçkili sofralardan yaban gibi uzak durmasın”…
Yaşamın sorunlarına çözüm üretemeyen öğretinin işareti, yaşamı dinsel ve dinsel olmayan biçiminde iki alana ayırmasıdır. “İslam devleti” kurmaktan söz edenlerin ezici çoğunluğu da bunun içinde. Bu kurama göre bir bölüm işler yaşamın sürmesi ve ondan zevk alınması için yapılır, bir bölüm işler de Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanmak için. Buna göre Tanrı’nın belgileri (ayetleri) yalnızca Kuran’ın ezgili okunacak kutsal ve büyülü sözleridir. Yaşamın içinde gözümüzün önünde gerçekleşen olaylar ve her gün bir yenisi açığa çıkan göstergeler değil. Tanrı, dine hizmet edileceği zaman işaretlerine uyulmasını ister. Dine hizmet edilecek olan zaman dilimi bitip dünya işlerine dönüldüğünde kişi özgürdür. Çünkü gerçek yaşamda Tanrı’nın belgileri bulunmaz. Onlar kağıt üzerindedir. Kuran’da sözü edilen ahlak kuralları ve bilimsel düşünceyle açığa çıkarılan doğa gerçekleri onlardan ayrıdır, ilgisizdir. Tanrı ahlaksız insanları cezalandırmak için “zaman zaman yeryüzüne karışmaktadır”. Bu ayrım belki de sekülerlik denen şeyle eş zamanlı olarak evrildi. Öyle ya, yerin ve zamanın yalnızca bir bölümünü Tanrı’ya adarsanız, inkarcının biri çıkar, geriye kalan bölümünü seküler alan olarak çevirip tapusunu alıverir. Türkiye’nin seküler yaşama teslim olmasından yakınan “mütedeyyinler” dönüp ne alternatif sunduklarına bir baksınlar. Bugünü anlamayan ve açıklayamayan tozlu kitaplar mı? Daha neyin ne olduğunu bilmeden iyiyi ve kötüyü ayırmaya kalkan çapsız kanaat önderleri mi? Türev işlemlerle ilgili içtihadınız nerede? Örneğin PRISM’le ilgili veya atıyorum Gümrük Birliği’yle ilgili veya IPCC ile ilgili içtihatlarınız nerede? Uygarlığın kanserini hangi birikimle iyileştirmeyi umuyorsunuz? Siz “İslami ilimleri” bin yıl öncesinden alıp bugüne getirin, o sekülerlik yerle bir olur zaten, kuşkunuz olmasın.
Geçmiş zamanda donup kalmış din okulu yaşamı ikiye ayırdığı için Müslüman toplumun bugünkü durumunu açıklayamaz. Gelenekçi öğretiye göre Müslüman toplumda bir kaç küçük pürüz dışında her şey yolundadır. Böyle düşündüklerinin kanıtı, reformculara istisnasız olarak olumsuz ve yıkıcı tepki vermeleridir. Oysa akılcı tepki, reform düşüncesini ortaya çıkaran nedenlere soğukkanlı olarak eğilmeleri olurdu. Gelenekçi bakışa göre, çürük yapıldığı için depremde çöken yapılar Tanrı’nın ilgi alanına girmez. Çünkü fizik kuralları dünya işleriyle ilgilidir, ahlak ve tören kuralları ise din işleriyle. Dolayısıyla gelenekçi mitolojiye göre kafir Japonya’daki yapıların çökmemesinin, buna karşılık Müslüman Türkiye’deki yapıların çökmesinin ahlakla, dinle ilgisi yoktur. Aslında Müslümanlar oyunu rakipten daha iyi oynamaktadırlar ancak şu veya bu nedenle bir türlü gol atamamaktadırlar. Skor tabelasında seküler batıya karşı gerçek bir bozgun görünmektedir. Müslümanlar neredeyse sahadan silinecektir ve sizden şutlarının sürekli direkten döndüğüne, rakibin yalnızca şanslı olduğuna inanmanızı beklerler. Peki, Tanrı Müslümanlara böyle mi davranır? Siz hiç sürekli avını elinden kaçıran ve sonunda tükenmiş bir durumda elini açıp “Allah’ım yakalayamıyorum, bana gökten bir ceylan indir” diye dua eden ve duası kabul olan bir kaplan gördünüz mü? Bilmem, anlatabildim mi?
Yaşamı ve bileşenlerini İslami /dinsel olan veya olmayan diye ikiye ayırma düşünsel alışkanlığı, İslami yaşam kavramını özü atlayıp gelenekçi simgelere boğulmuş yaşam olarak tanımlar. Bunun ardından “İslami bilgi” diye yeni bir kavram da ortaya çıkmak zorunda kalır. Ardından “İslami bilim”… Ve sonunda İslami devlet veya İslam devleti adıyla anılan son durağa gelinir. İsa’nın gökten inip kendisine inananları kurtaracağı gibi, on ikinci imamın gizlenmeye son verdiği gün Şiileri kurtaracağı gibi, Mesih Kral’ın Yahudileri yeryüzünün efendileri yapıp kurtaracağı gibi, komünist devrimin sınıflar çatışmasına son vereceği gibi, İslam devleti veya halifelik veya mehdi geldiğinde Darül İslam’ı kuracak ve Müslümanları kurtarıverecektir. Halifeliğin yok olması, ezberci ve kendini yeniden üretemeyen din okulunun işlevini yerine getiremediği için yok olacağının habercisiydi. İşlevini yerine getirmedi, iyiliğe hizmet etmedi ve yok oldu.
Din ve yaşam iki ayrık, kopuk gerçek olduğunda, ikisinin de kurallarını Tanrı koymuş olmasına karşın bu ikisi arasında bir tutarlılık, bir süreklilik aranmıyor. Yerçekimi yasası ile Tanrı’nın dinine uymayanların yeryüzünden silineceği yasası, iki ayrı yasadır. Biri fizik yasasıdır, öteki Tanrı’nın “müdahalesi”. William Chittick bu durumu Kozmostaki Tek Hakikat kitabında bir ucundan şöyle saptıyor:
“Müslüman düşünürlerin çoğunun düşünme işleminde izledikleri adımlar, gerçekten de İslami algı ve ilkeler tarafından belirlenmemektedir. Tersine, bu adımlar, akıl ve düşünme uygulamalarına ilişkin önce ilköğretim ve lisede bilinçsizce öğrenilen, sonra da üniversitede ve profesyonel eğitim alanında onaylanan ve güçlendirilen her türlü alışkanlıkla biçim alıp kalıplaşıyor. Böyle insanlar Müslümanlar gibi namaz kılıp oruç tutabilirler ama bir Müslüman gibi değil; bir doktor, mühendis, toplumbilimci ve siyaset bilimci gibi düşünürler”. (çeviri çok kötüydü, düzelttim)
Evet, doktor, Protestan bir doktor gibi, mühendis, Protestan bir mühendis gibi düşünür ve bu düşüncelere namaz kılmak için ara verirler! Namaz bitince bu düşüncelere geri dönerler. Çünkü yaşamı din ve dinden geriye kalan olarak ikiye ayırmışlardır. Yozlaşmış, uydurulmuş din anlayışının gözden kaçan sonucunun (en önemli sonucu mu desem?) sahte tanrılar edinmeye özendirmesi olduğunu düşünüyorum. Doğrudan sahte tanrılar sunması değil ama dolaylı olarak özendirmesi.
Bir düşünelim… Namaz denen ve anlam verilemeyen bir görev var. Şimdi size namazı akılcı olarak gerekçelendirmeyi deneyebilirim ama önemli olan bu değil. Namaz, biliyoruz ki uygulayanların ezici çoğunluğunun akılcı olarak anlamlandıramadığı bir eylemdir. Bilinmeden ezberlenip yarım yamalak seslendirilmesi gereken yabancı dilde metinler var. Bu düş evreninde tanrının insanlardan ne istediği konusu bir uzmanlık alanı olduğundan bir “uzmana” başvurulmak zorundadır. Kaprisli tanrının talepleri uzmanlarca beşer, altışar olarak sıralanıyor. Bunların hiçbirinde yaşamın anlamını bulamıyoruz. Erdemli olmak, iyi işler yapmak ancak “olsa da olur”lar veya en iyi olasılıkla ikincil görevler listesinde. Yine bu tanrı bir kitap göndermiş, yalnızca uzmanlar anlayabiliyor. Başka dillere çevrilmesi olanaksız. Kitap tek başına yeterli değil. Yanında kitabı getiren ulağın sözleri ve eylemleri var. Cilt cilt, on binlerce sayfa, yaşamın sorunlarını çözmeyen ve birbirleriyle çelişen ama her nasılsa hepsi de caiz olan mezhep içtihadı var. Çevrenize bakıyorsunuz, onurlu bildiğiniz, aydın bildiğiniz, kendisinden yararlandığınız, hoşnut olduğunuz kişileri tanrının cezalandıracağını söylüyor uzmanlar. Tanrının hoşnut olduğu kişiler olarak cahil, hırçın, saldırgan, kaba kuvvete başvuran, tartışma özürlü, güçlüden korkan, tanrıya hizmet bahanesiyle onurundan vazgeçebilen, hiçbir şey üretmeyen, tembel, umursamaz, işini iyi yapmayan, doğaya, kendisine ve toplumuna yabancılaşmış kişiler, hatta kimi zaman hırsızlar, katiller gösteriliyor. Bütün bu çelişkilere karşın yargılamak, sorgulamak, soru sormak yasak. Yasak değilse bile sorularınızı ciddiye almıyor uzmanlar. Kendileri de sormuyorlar. Tanrı bizi bu dünyaya atmış ve ne yapmamız gerektiği konusunda bize yardımcı olmuyor.
Şimdi, böyle zor, tutarsız ve kaprisli bir tanrıdan ürkmemek kolay mı? Doğal olarak böyle bir varlıktan, varlığı size rahatsızlık ve kaygı veren bir tanrıdan sizi koruyacak bir aracı arıyorsunuz. Gelenekçi din anlayışının kişiyi ortak koşmaya yöneltmesi süreci kısaca böyle işliyor olabilir. Denebilir ki imgelemdeki ikilik ve tutarsızlık, yaşamdaki ikiliğe ve tutarsızlığa yolu açıyor. Belki de iyiliği temsil etmeyen bir tanrı imgelemini ortadan kaldırmak için Tanrı’nın adını yüceltmemiz (sebbih) buyruluyor. Bu, daha fazla kafa yormayı ve okuma yapmayı gerektiren derin bir konu, şimdilik burada bırakıyorum.
Kuran’ı izleyenlere, Allah’ın birleştirilmesini buyurduğunun ne olduğu sorusuna yanıt ararken modernist olsun, gelenekçi olsun çoğumuzun saplanıp kaldığı bu ikilik üzerinde düşünmelerini öneriyorum.
Dini, hatta sadece dini değil neredeyse tüm insan eylemlerini fiziki açıklamalara dayandıran modernist sosyoloji-antropoloji-psikoloji vb. hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunlar, sizin yaptığınız gibi Kuran’ın ya da herhangi bir başka kitabın derinliklerine/detaylarına inmenin çok büyük bir zaman kaybı olduğunu, kaldı ki sizin başka bir kutsal kitap değil de Kuran’a bu kadar yoğunlaşmanızın da doğmuş olduğunuz coğrafyayla ilgili olduğunu, yapılması gereken şeyin elimizde büyüteçle insan hayatına anlam aramak değil; dini bir kurum olarak değerlendirip onun ortaya çıkma sebebini doğa karşısındaki çaresizlik gibi maddi konulara indirgeyerek böyle naif, hatta “saf” idealler peşinden koşmamak olduğunu söylüyorlar. Beni yazın gönderdiğim yorumlardan hatırlarsınız. Bu yıl üniversite sınavına hazırlandığım için bu konulara hiç vakit ayıramadım. Sizin bu sinir bozucu, her şeyi aştığını zanneden, küçümseyici (belki yaşımdan dolayı fazla duygusalımdır ama dayanamıyorum) yaklaşım hakkındaki yorumunuzu merakla bekliyorum.
Kuran’a bu kadar yoğunlaşıyor olmam(ız)da coğrafyanın etkisi vardır elbette, bunu inkar edemem. Herhangi bir kitapçıya gittiğimde rafta Kuran’ı görüyorum. Kitabı Mukaddes’i görme olasılığım düşük. Ama coğrafya nedeniyle kendisine Kuran ulaşmamış kişilerin büyük bir bölümü yaşamlarının en az bir noktasında böyle bir mesajın varlığından haberdar oluyorlar ve ilgilenmemeyi özgür iradeleriyle seçiyorlar. 11 Eylül’ün bir terörist saldırı olduğunu düşünen bir kişiye bunun büyük bir yalan olduğunu ve bunu anlaması için filanca belgeseli izlemesi, falanca kitabı okuması gerektiğini söylediğim bir kişi, özgür iradesiyle önerimi geri çevirdi. Bu kişi ömrünün kalanını bu konuda aldatılarak geçirmeyi bir ölçüde kendi istedi, şu anda bir ölçüde kendi seçiminin sonucunu yaşıyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Maddecinin yanılgısı, anladığım kadarıyla, tanım yaparken nesnel sınırlar çizememek. Gayba inanmak yazımda kısaca değinmiştim. Bilimsel yöntemde sezgi ve sanıya zorunlu olarak gerek duyuyorsunuz. Sezgi, sanı, inanç olmadan hipotez kurup bunu sınayamıyorsunuz. Maddeci bunun da maddeden, yani önceki bilimsel birikimden kaynaklandığını söyleyerek aslında kavram-sözcük oyunu yapıyor ve bu eleştiriyi kendince atlatmış oluyor. Benzer bir atlatmayı laiklik-teokrasi tartışmasında görüyoruz. “Din”in tanımını, sekülerliğin tanımından yola çıkarak yapmaya kalkıyorlar ve aynı yanılgıya düşüyorlar. “O aslında sezgi değildir, bilgidir”. Veya “o zaman o din olmaktan çıkar, politika olur”. Fiziksel olanla tinsel olanın arasındaki ayrımı nasıl tanımlayacağız, buna odaklanmak gerek. Soyutla somutu ayıran şey tam olarak nedir, bu konuda net olamıyoruz örneğin. Bunu fark edene dek ben de somutla soyutun kolaylıkla ayrılabileceğini sanıyordum. Bir zamanlar bilimsel yöntemden inancın arındırılabileceğini veya dini dindışından yalıtabileceğimizi sandığım gibi. Yaşamın bir anlamı olmadığını söyleyenler aslında yaşama bir anlam veriyorlar, yalnızca itiraf etmiyorlar. Anayasaya “mutluluğu arama hakkı” yazmayı biliyorlar, ama mutluluğun tanımını yapamıyoruz, mutluluğun neden iyi olduğunu söyleyemiyoruz. “Bireyin topluma ahlaki bir borcu yok” diyorlar (=sekülerim+hümanizm+liberalizm), buna özgürlük adını veriyorlar. Ama vergi ödemek gerektiğini de söylüyorlar. “Toplum bireye karışamaz” diyorlar ama intihar edeni kurtarıyorlar. “Neden kurtardınız?” diye sorsak bunun yanıtını hiç düşünmediklerini fark etmeleri olasıdır. Daha iyi bir dünya düşlüyorlar, umutları var, haksızlık onları üzüyor /öfkelendiriyor, içlerindeki iyi olma itkisine parçalı da olsa boyun eğiyorlar (13:15). Buna karşın yaşamın bir anlamı olmadığını söyleyerek kendileriyle açıkça çelişiyorlar. Özgürlük diye, bir şeyin “değil”ine demişiz. Bir şeyin değilini özgürlük olarak adlandırıyoruz. Tutsak olmama durumuna demişiz. Tutsaklıktan tutsak olmama durumuna geçiş sürecine de özgürleşme diyoruz. Yani yön bildiren bir etkinlik. Peki, köle olmadığını düşünenlerin daha da özgürleşmeleri ne demek? Yani nereden, nereye doğru özgürleşiyorsun? Yolculuk nereye? Şimdiye dek nerelerden geçmiş diye tarihe baktığımızda bunu görüyoruz: Sorumluluktan sorumsuzluğa doğru. Kuran başından sonuna dek insana sorumluluğunu hatırlatıyor. Modernizm ise sorumsuzluğu, yani özgürlüğü yüceltiyor. Kuran kavgalı eşlerin arasını bul diyor, modernizm ise intihar edeni neden kurtardığını unutup “başkasının yaşamına karışma” diyor. Yani sorumluluğu inkar ediyor. Arapçada din yükümlülük demek. Kimin, neye yükümlülüğünü anlatıyor Kuran? Bireyin topluma, Toplumun Tanrı’ya, yani mutlak ve değişmez iyiye. Modernizm yükümlülüğü inkar ediyor. “Kimse benim seçimlerime karışamaz.” Ama yüz elli bin yıldır herkes herkese karışarak hayatta kalabilmişiz. Tarih, antropoloji, nörobilim, ruhbilim, hatta matematik bile diyor ki, insan hayatta kalabilmek için birbirinin hayatına karışmak zorundadır. Kendi buğdayını yetiştirip ekmeğini yapamıyorsan, çiftçinin buğdayı nasıl yetiştirdiğine, fırıncının ekmeği nasıl yaptığına karışmak zorundasın. Yani çiftçiden, fırıncıdan “özgürleşemezsin”. Çiftçiyi ve fırıncıyı istediğin gibi davranmaya yöneltmek için ideallere muhtaçsın. Bir totemin çevresinde birlikte dans etmek veya cuma günleri birlikte Kuran okumak zorundasın, sana hangisi yakınsa artık. Yoksa fazla yaşamazsın, bu kadar basit. Bilimsel, matematiksel, inkar edilemeyecek bir sağkalım denklemi bu. Gel gör ki bu apaçık gerçeği “bilim” adına reddediyorlar. Çık işin içinden çıkabiliyorsan.
Biraz dağınık oldu. Hazırlıksız bu kadar oluyor. Bunları derleyip toparlamayı düşünüyorum üç vakte kadar.
Abi selamlar. Maddeciliğin ve hedonizmin bangır bangır propagandasını yaptığı fakat Kur’an perspektifinden bakıldığında aslında büyük bir yanılgı olduğunu anladığımız bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu fark ediyorum. 10. sınıfta alanında başarılı bir psikoloğa gidiyordum ve yaşama anlam verme çabamda bocaladığımı hissettiğimi, habire değiştiğimi, yüzlerce argüman, yüzlerce otorite, yüzlerce akım ve yüzlerce filozof arasında aynı günün saatleri arasında bile gidip gelmenin beni yıprattığını, sezgiye mi akla mı yoksa yalnız maddeye mi güvenmem gerektiğini bilmediğimi… sıraladıktan sonra dünyanın en büyük psikoloğu da olsa onun da sonuçta bir insan olduğunu, dolayısıyla “her şey hiçliğe gömülüyorsa tüm bu hayat koşuşturmasının ne anlamı var?” sorusunu -eğer peygamberlik iddiasında değilse- o dahil kimsenin yanıtlayamayacağını söylemiştim. Dün gibi hatırlıyorum, bana “bu kadar analitik düşünmemelisin” ve “bir cevaba ulaşamamayı kabullenmelisin. bunu neden korkunç görüyorsun?” denmişti. “sonuçta bir futbol maçını kazanınca seviniyorsun. biten bir şeyden de keyif alınabilir. buradaki zamanını böyle düşüncelerle karartmaktansa hayatını iyi geçirmeye odaklansana?”…
aradan iki yıl geçtikten sonra bir yanılgı seziyorum. dini olanla din dışı olan gibi bir ayrım yapamayacağımızı, dini tapınağa hapsedemeyeceğimizi diğer yazılarında irdelemiştin abi. şimdi başka bir şey soruyorum: burada bu öneriyi yapan maddecinin problemi, dinin, insanın hem bu hem diğer dünyadaki iyiliğini isteyen bir tanrıdan değil de yaşantımızın onun kaprisli ve anlaşılmaz taleplerine boyun eğmemizle kısıtlanmasını isteyen bir tanrıdan geldiği önyargısı mı? dine tabi olursam bir kurallar bütünüyle sarmalanıyorum ve bu, beni bu hayatı “iyi” yaşamış olmaktan alıkoyuyor, dini yadsırsam da içimdeki asla dolamayacak boşluğu her şeyi “özgürce” yaparak sonuçta buradaki zamanını “iyi” değerlendirmiş olmamın avuntusuyla atlatıyorum (!). materyalist/hedonist bu propagandadan aynı anda hem bir dine tabi olmak hem de “iyi” yaşamak mümkün değilmiş sonucu çıkıyor.
maç örneğiyle alakalı bir sıkıntı daha var.
bir maçtan keyif almamıza neden olan şey zaten o maçın bitiş düdüğüdür aslında. “kazanmak”, “başarmak” ancak bu yolla mümkün olabilir, yani maç içinde verdiğimiz tüm mücadele maç bittiğinde anlam kazanır. halbuki hedonistlerin örneğinde durum tam tersi. mutlak anlamda zıt. onların dünyasında ise tüm mücadele bitiş düdüğüyle bilakis anlamsızlaşmaya mahkum.
Merhaba, yazılarınızı Martin luther gibi asmak gerek ”Gerçeğin manifestosu” diye.. 🙂 Ve bir de gmail’e yazı yazmıştım bakabilirmisiniz. Çok teşekkürler.
“Karanlıkta dile getirmekten çekindiğiniz hakikat, bir gün aydınlıkta işitilecek ve gizli mekânlarda öğrendiğiniz bir inancı, bir gün çatılardan haykıracaksınız ve insanlar buna inanacak.” İsa Mesih
[…] Bu konuda daha fazla tartışma için Dinden Boşalan Yeri Din Doldurur, Dinle İlgilenmiyorum ve Hobi Olarak… yazılarıma bakın. Şimdilik bu derin konuyu kapatıp son bir örnek daha […]
Abi selamlar. Öncelikle belirtmem gerekiyor ki yazılarını takip etmeye başlayalı bir yılı geçiyor. Tüm bu süreçte araştırmalarına yansıttığın özenden ve emekten ötürü öncelikle teşekkürlerimi, ardından tebriklerimi sunarım. Gelecekte ben de senin gibi meraklı olduğum bu konularda bir şeyler üretmeye geçersem blogundan epey istifade etmiş bir vaziyette olacağım.
Bu girişten sonra estetik ameliyat ile ilgili düşüncelerine bir eleştiride bulunmak istiyorum. Aslında aklımda bazı sorular var da denilebilir.
İslam adı altında -dinin böyle bir buyruğu kat’iyyen olmamasına rağmen- dünyanın boşverildiğine, özellikle tarikat benzeri oluşumlarda sıklıkla tanık oluyoruz. Hayatımın bilinçsiz (ya da daha az bilinç sahibi) dönemlerinde ben de “Eğer mütedeyyin, sıkı bir Müslüman olduğumda bu iğrenç hale geleceksem lanet olsun, istemez” diyip kaçmıştım bahsettiğim çileci yaklaşımdan. İnsanın fiziksel olan her şeyi boşvermesi, sanki bunlar zihinselle beraber bir bütünün parçası değilmiş gibi hareket etmesi kesinlikle doğamıza aykırı bulduğum bir hareketti ve halen de öyle.
Estetik konusunda yöneltmek istediğim sorular şunlar:
1) “..Sağlıklı bir organı yaralamayı, kesip eksiltmeyi..” demişsiniz. Buradaki sağlık tanımını bahsedilen organın fonksiyonunu yerine getirip getirememesine göre yaptığınız anlaşılıyor. Birisi çıkıp “Karaciğerim genetik olarak sıkıntılı olduğunda bunu ilaçlar ya da ameliyatlar vasıtasıyla düzeltmem yanlış olmuyor da, yamuk burnumu düzelttirmem neden yanlış oluyor?” sorusunu sorduğu zaman bu perspektifin sunacağı cevap açık: “Çünkü karaciğerin vücuttaki has fonksiyonunu yerine getiremiyor, oysa burnun sana nefes alıp vermede bir problem yaşatmadığı halde sen, daha iyi görünmek için onu değiştirmek istiyorsun.” Peki ama, bu “fonksiyon”un tanımını neye göre yaptınız? Size insan yüzündeki her bileşenin yaşama ve korunma içgüdüsüne cevap veren tıbbi işlevlerin (nefes alma, çiğneme, gözü tozlardan koruma) yanında bir de aynen o içgüdüler gibi en temelde yer alan üreme güdüsüne yardımcı olduğunu, yakışıklı/güzel olmanın eş seçiminde çok büyük bir avantaj sağladığını, o halde burnumuzdan, kulağımızdan, kaşımızdan… bahsederken sadece karaciğer için yaptığımız gibi sadece “tıbbi işleve göre” değerlendirme yapamayacağımızı atlatan nedir? Şimdiye kadar hiç pankreasımı beğenen bir kız arkadaşım olmadı. Fakat sizin yüzümüzün sosyal etkileşimdeki bu devasa rolünü atlayarak burnu nefes almaya indirgemeniz beni hayal kırıklığına uğrattı. O yüzdendir ki genetik dezavantajları nedeniyle hayat boyu tüm ilişkilerinde özgüvensiz hisseden, kaybeden, karşılık bulamayan vb. yüzbinlerce insana “sen nefes alabiliyorsun/kaşların gözlerini koruyabiliyor/yemekleri çiğneyebiliyorsun, gerisi önemli değil” demek, bana yazının başında bahsettiğim “dergaha kapan, karşı cinsten kaç” dinindeki fizikselliği yadsıma merakını çağrıştırıyor. Bilmiyorum, bu modernistlik mi? “Kendini olduğun gibi kabul et” gibi popüler söylemleri de vücutla ilgili bu konularda çok saçma buluyorum. İnsanın hayatı boyunca yalnız, özgüvensiz ve mutsuz, ya da en azından eş seçiminde talihsiz yaşamayı “kafaya takmayıp” böylesine temel bir güdüyü değersizleştirmesi, popüler kültürün bu gibi zırvalarıyla da örtülemiyor. Dini camia ise “Allah’ın yaratılışını değiştirmek”ten başka bir argüman üretemiyor. Eğer benim gibi karaciğer değişimiyle burun değişiminin iki çok temel içgüdüye hizmet eden iki çok temel eylem olarak algılanabileceğini savunuyorsanız, bu da etkisizleşiyor. Mesele herhangi bir estetik ameliyattan sonra zincirleme etkisiyle başka yerlerimi de değiştirmek isteyeceğim ve tamamen normal, insan olmaktan kaynaklanan kusurlarıma da savaş açıp Yunan tanrılarına benzemeye çalışacağım endişesi mi? Mesele doğacak çocuğuma genetik olarak eski, kusurlu halimin kodlarını aktaracağım için yüz hatlarımı beğenerek benimle evlenen eşime bir nevi “yalan söylemiş” olmak mı? Kafam çok karışık bu konuda. 18 yaşındayım, hatırlarsınız beni, 4-5. Yorumum olmalı. Bu konuyu bu kadar irdeleyecek herhangi bir fiziksel kusurum yok, elim yüzüm düzgün. Benim derdim fizikselliği insan yaşayışından bütünüyle çıkarıp atmak isteyen o hastalıklı tarikat ideolojisiyle ve çoooook uzaktan da olsa onla ilişkilendirebileceğim düşünceleri sonuna kadar eleştirmeyi, mümkünse çürütmeyi görev biliyorum. Çünkü belki ben daha sonra Kuran’ın kaynaklığıyla tanışmış olabilirim, alim değilim ama en azından “İslam gerçekte bu heriflerin yaşadığı şey değilmiş” diyebilmiş olabilirim. Fakat uyandığım her yeni günde süslü reklamlar ve binlerce propaganda kanalı eşliğinde –yalnızca- fizikselliği öne çıkaran modernizmin etkisiyle arkadaşlarım başta olmak üzere tüm toplumun İslam zannetikleri ve kendi hayatlarına iyilik getirmektense onu bir zindana çevireceğini düşündükleri fikirlerden nasıl nefret etmeye başladığını görüyorum. Bu insanlar aslında haklı bir tepkiyle tarikatların tuzağından kaçıyorlar ama ne yazık ki yolun sonunda modernizmin tuzağına düşüyorlar. Kızlara dokunmayan ve onlarla konuşmayan arkadaşıma gösterdiğim tepki, beni öyle bir ele geçiriyor ki bu sefer özgürlük adı altında pornografi bağımlılığına itiliyorum, mesela. Bunu kendime dert ediyorum çünkü az kalsın aynısını yaşayacaktım. Onların bu yola gitmesinde belki araştırıp okumamaları, kendi tembellikleri birincil sebep ama savaş açmamız gereken iğrençlikler de onları oraya itiyor. Estetik de tam arada kaldığım bir tartışma konusu. Umarım meramımı anlatabilmişimdir.
Abi bu arada, senin de bir defasında söylediğin gibi, “Sanırım derdimi anlatabilmek için yukarıda ileride cımbızlanarak bana karşı kullanılabilecek bir kaç cümle kurmak zorunda kaldım.” Aynen kopyaladım. Umarım yararlı bir diyalog olur.
İyi çalışmalar, iyi günler dilerim.
Bu pilav çok su kaldırır. Üzerinde düşünebileceğiniz bir kaç noktaya değineyim.
Güzellik işlevsiz bir şey değil. Güzel bir heykel de, güzel bir kadının yüzü de dünyada bir şeyleri değiştiriyor. Düzgün bir yüz veya bedenin karşı cinse güçlü genleri haber verdiği hipotezini biliyorsunuzdur. Hiç bir şey boşuna yaratılmadı ise ve anlamsız değil ise, en sağlıklı eş adayı için edilen rekabetin de bir anlamı olmalı. Ameliyatlı bir yüz veya bedenle karşı cinsin karşısına çıktığınızda, o kişilerde kendiliğinden işleyen (irade dışı) çekim düzeneklerini kötüye kullanmış oluyorsunuz. Bir anlama yalan söylemiş oluyorsunuz. Bu elbette bakılmayacak denli arızalı biçimler için değil. Bozukluk kişinin insan içine çıkmasını engellemeye başlıyorsa o zaman ameliyatı düşünmekte bence bir sakınca yok. Plastik cerrahinin ortaya çıkışı da böyle olmuş, yani bu dal gerçek bir gereksinime yanıt arayan doktorların uğraşıp ortaya çıkardığı yöntemlerle başlamış. Çekim yasalarında olduğu gibi bu bilgi birikimi de sonradan kötüye kullanılmaya başlandı. “Sınırı nereden çizeceğiz?” derseniz, ben bunun haklı bir soru olmadığını ve ineğin rengine giden yolu açtığını düşünürüm. Her şeyde ölçü arıyoruz. Burada da ölçüyü gözeteceğiz.
Kuran’dan yargılar çıkarsamak, keskin çizgilerle belirlenmiş mevzuatlar oluşturmak değil bence. Bu noktayı kaçıranlar kadın nerelerini örtmeli tartışmasına da dalıyorlar örneğin. Başörtüsü için zıplayıp duruyorlar. Çevrene bir bak. Ne görüyorsun? Bilgiye dayanmayan bir başörtüsü inadı uğruna üniversite öğrenimi yarım kalmış kadınlarla, yarı çıplak gezen ve “bana karışamazsın” küstahlığını normalleştiren kadınlar görüyorum ben. İkisinin arasında bir yerde bir denge, bir ölçü olmalıydı. Kimse bu ölçüyü kovalamıyor. Veya milyar liralık bir plastik cerrahi sektörünün gayet düzgün kadınları kesip biçtiğini, öte yandan hastalık veya sakatlık geçirmiş insanların paraları yetmediği için eğri büğrü yüz ve vücutlarla gezmek zorunda kaldıklarını görüyorum. Ölçü, denge yok. Sağlıklı ve normal sayılan bir vücuda sahip olduğu halde estetik ameliyatla “kusurlarını” düzeltmek isteyenler aslında ölçüsü çoktan kaçmış görüntü ve seslerin etkisiyle bunu istiyorlar. Ölçüsüzlüğü kanıksıyor, sonra da anormal talepleri normalleştirmeye çalışıyorlar. Zaten derler ya, Kuran derdi olan adamın kitabı. Böyle aşırılıkların ve dengesizliklerin rahatsızlık vermediği kişiler Kuran’ı yorumlasa ne, yorumlamasa ne. Vicdan bir hesap makinesi değil ki, bize kesin sınırlar çizsin.
Yaptığınız yorum, bana, “Yalnızca bir kere geldiğim bu hayatta doğru idealler uğruna yaşamalı ve gerçeğin takipçisi olmalıyım. Fakat bana gerçeği gösterecek şeyin yalnız ve yalnız aklım ya da duyularım ya da sezgilerim olduğunu iddia edenler, kurdukları düşünce sistemlerinde evrensel iyiye tüm insanlığı yöneltebilme kapsayıcılığına sahip değillerdir ve bu sayılanları kendi başlarına yüceltmem, hayatımı çok yanlış bir yere çekebilir. İlahlaştırdığım sezgilerim her gün radyoda duyduklarımın, reklam panolarında gördüklerimin, çocukken deneyimlediklerimin… etkisiyle ben farkında olmadan yanlışa yönelmiş olabilir; güvenip dayandığım aklım problemli işliyor; taptığım deneycilikle gördüklerim beni yanıltıyor olabilir. O halde iyiye ve doğruya yönelmek ve içimdeki anlam arayışını doyurabilmek için tek şansım, her sabah yataktan kalktığımda sarsılmaz bir güvenle takipçisi olabileceğim, dünyaüstü bir değişmezliği olan ve doğruluğuna “yakin hasıl edilebilecek” kaidelerdir.” akıl yürütmesindeki haklı nesnellik arayışının, zamanla yozlaşarak, doğruyu bulma sürecinde insanın yardımcılığını üstlenen sezgiyi (Bergson’un ya da diğer batılıların yaptığı akademik tanımlardan ziyade, Kuran’ın bahsettiği sezgi) ve vicdanı değersizleştirip her konuda iki kere ikinin dört etmesi gibi mutlak/matematiksel çerçeveler talep eden bir nevi “rasyonel despotizm”e dönüşebileceğini hatırlattı. Belli ki estetik konusunu irdelerken bu hataya düşmekteydim. Belirsizliğe savaş açıyormuş görüntüsü altında ” keskin çizgilerle belirlenmiş mevzuatlar oluşturmaya” çalışmanın neden yıkıcı olabileceğini şimdi daha iyi idrak ediyorum, çünkü bu gibi konulardaki muğlaklık payı aslında bir problem değil zenginlik, vicdan denen kavramı önemli kılıyor, robot değil insan olmamızı sağlıyor, bunun sınırlarını kurcalamak da inek kıssasından örnek verdiğiniz gibi işi yokuşa sürmekten başka bir şey değil. Umarım sizi doğru anlamışımdır, eğer öyleyse, bunu hatırlamamı sağladığınız için sağ olun. “Belirsizliği sevmek” ilkesini kişisel gelişim kitaplarında gördüğüm için neden yaşadığını bilmeden, anlamsızca oradan oraya savrulan modern insanın uydurduğu bir çıkış tüneli zannetmiştim, ama çok benzer bir ifadeyi sizin diğer blogunuzda da gördüm, sizin modernist olmadığınıza eminim ve bu konuşmayla beraber de belirsizlikle ilgili algımı değiştirmem gerektiğini artık anlıyorum. İyi çalışmalar ve günler dilerim.