“İkiz kule saldırılarından beri Müslümanlara potansiyel terörist gözüyle bakılan Amerika’da, bu Mevlana nasıl bu kadar popüler olabildi sanıyorsun?”
Yolum düştüğünde uğradığım kitapçının “din” reyonu büyüdü, çünkü sonradan yanına ayrı bir “tasavvuf” bölümü eklediler. Çünkü tasavvuf kitaplarının sayısı son yıllarda patladı. Atatürkçülük ve bilimsel düşünce, özgürlük gibi batı uygarlığının yücelttiği kavramlar ve değerler gözden düştükçe tasavvuf ve hurafe göze girdi. Türkler kavramları birbirine o denli karıştırdılar ki, aslında şu son yazdığım cümle aynı zamanda hem bütünüyle yanlış, hem de doğru. Öyleyse kavram bulanıklığına meydan vermemek için yerlerinden kaydırılmamış sözcüklerle anlatayım.
Türkiye’de bir süredir doğadaki nedensellik ilişkilerini anlama fikri gözden düşüyor. Örneğin Atatürkçülük gözden düşüyor; çünkü Atatürkçü düşünce geniş ve esnek bir kapsam da olsa, özünde ve kökeninde batı aydınlanmasının temel kabullerini taşıyor; bilimsel düşüncenin yol gösterici olduğu kabulü gibi. Bilim yapma işinin, bilgi üretme ve edinme işinin, bilginin kendisinin ve onu elinde tutan kişilerin değeri hızlanarak azalıyor Türkiye’de. Süreç, 15 Temmuz tiyatrosu sonrasında, tıpkı 80 darbesinden sonra yapıldığı gibi, muhalif öğretim üyelerinin üniversiteden uzaklaştırılmasına kadar vardı. Ne var ki bu muhalif bilim adamları çoğunlukla ülkenin en iyi yetişmiş bilim adamları oluyor. Bu adamların doğadaki nedensellik ilişkilerini herkesten iyi bildikleri, dolayısıyla toplumumuz için değerli olan işlevlerinden vazgeçemeyeceğimizi söylediğinizde aldığınız tepki yuvarlak olarak şöyle olur: “Bu adamlar kutsalımıza karşı geliyorlar.” Peki, sizin kutsalınız elçilerin kutsalı mı, yoksa başka bir şey mi?
Öte yandan halkın “din” dediği olgu, bilginin ve bilimin, yani doğadaki nedensellik ilişkilerini öğrenme ve bunları kullanma işinin sanki alternatifiymiş gibi algılandığı için terazinin öbür kefesi yapılıyor. Bilgi ve bilen aşağılanırken, bilmeme üzerine kurulduğu sanılan din yüceltiliyor. İşin gerçeği, din bilmeme üzerine kurulu değil. Ve işin gerçeği yüceltilen din, Muhammed’in öğrettiği din değil, bir başka deyişle İslam değil, bir başka deyişle Kuran’ın öğretisi değil. Onun yerini almış bir karikatürü. İçine ne koysanız alan bir kap gibi bu karikatür. Bu karikatür gibi öğretinin yerlerinden kaymış, birbirine girmiş bulanık kavramları var. Örneğin güncel popüler Tanrı kavramı Kuran’ın anlattığı Tanrı’dan epey farklı. Kuran’ın “Allah’ın adını arındır, yücelt” vb. buyrukları sıklıkla vermesinin, onun kusurdan, yakıştırmalardan uzak olduğunu söylemesinin, aşkın sözcüğünü sıkça kullanmasının bir nedeni olmalı, öyle değil mi?
Bilgiyi ve bileni dışlarken bir yandan da Tanrı’nıza yönelemezsiniz, çünkü Tanrı’yı bilmeniz gerekir. Yani aslında bilgisiz yığınların batılı yaşam tarzının alternatifi veya karşı yakası sandığı yerde gelenek ve/veya İslam yok. Bilgiyi ve bileni yüceltme işinin karşı yakası cahilliktir; İslam veya gelenek değil.
Günümüz Türklerinin bu yanılgısı az yazılıp çizilmedi. “Batı ile doğu arasında sıkışma” diyen var, “kimlik bunalımı” diyen var, başka adlar koyanlar var. Konu üzerinde kafa yoran zeki insanların pek çoğu şu saptamayı yapıyor: “Günümüz Türk’ü aslında batılı yaşam tarzından kaçtığını sanırken kimi bakımdan onun kucağına oturuyor, batının ahlakını benimsiyor. Öte yandan İslam’a sığındığını düşünürken aslında hurafeye sığınıyor.” 90’lardaki ve 2000’lerin başlarındaki düzeyli başörtüsü ve laiklik tartışmalarını karıştırırsanız bu saptamaya rastlayacaksınız. Şimdilerde pek düşünen, tartışan kalmadığı için 90’lar diyorum.
Bu saptamanın doğruluğuna bir örnek vermek gerekirse “mütedeyyin” Türkler batının faiz sistemini üzerine İslam etiketi koyarak içselleştirdi. Bir başka kanıt, AVM’lerin ve gereksiz tüketimin patlaması. Bir başka kanıt hakkı yenen “mütedeyyinlerin” kendilerini insan hakları, özgürlük gibi seküler batı üretimi kavramlar üzerinden savunmaları ve farkında olmadan bu kavramların üzerine basan bir ahlak inşa etmeleri, modern batılı yaşama ait olguların göze sürme mantığıyla oluşturulmuş “İslami” sürümlerini çıkarmaları. Batının ahlakını benimsemenin sayısız örneğini sıralayabilirim ama gerek yok. Bunun tam karşısında, buna tepki olduğu sanılan sözde geleneğe ve sözde İslam’a sığınma hareketi var. Cami sayısının nüfustan hızlı artması, “Kuran Kursu” denen Kuran düşmanı cehalet ocaklarının patlaması, hacı-hoca tiplerin, ilahiyatçıların televizyonun demirbaşları olması, tarikatların, başörtüsünün patlaması gibi. Kimisi bu durumu toplumun bir kesiminin bir uca, başka bir kesiminin karşıt uca çekildiği olarak yorumluyor. Bu bence büyük oranda yanlış. Çoğunluk her iki aşırı uca birden çekiliyor çünkü bunlar aslında karşıt uçlar değil; onu anlatmaya çalışıyorum. Çünkü batılı yaşam tarzından kaçtığını sanan bilgisiz yığınlar aslında bilgiden, bilenden kaçıyorlar.
Hani “Bunlar Müslümansa Kuran kötü bir kitap olmalı” diyenler var ya, hah, işte onların yaptığı hatanın aynısını örneğin “Üniversiteli kızlar sürtük gibi davrandıklarına göre bilgi kötü bir şey olmalı” diyerek yapıyorlar. Batı karşıtlarının batının bilgi birikimine sırtlarını dönmeleri, İtalya’ya kızan budalanın motosikletini yakmasına benziyor. Batı ahlakından hayır gelmeyeceğini sezmiş kişi, böyle bir çağda bilmeyi bir yaşam biçimi olmaktan çıkardığı için bilmekten özellikle kaçınarak “dindar” olmaya çalışıyor. İşte böyle sakat bir güdülenme ile bu kişinin varacağı yer Cübbeli Ahmet’tir, Nihat Hatipoğlu’dur, Uğur Koşar’dır, Cemalnur Sargut’tur. Aralarındaki fark belki kişinin öğrenim düzeyidir. Hepsi de İbrahim’in, Musa’nın, Muhammed’in öğrettiğinin kötü bir karikatürünü yapar, parayla satarlar.
Nedensellik ilişkilerini bilme işini bırakan, yani usavurmayı bırakan toplumun onursuzlaşması tıpkı yerçekimi gibi Allah’ın yasalarından biridir (Kuran, 10:98-102). Tasavvuf reyonunda bulacağımız kitaplar okura nedensellik ilişkilerine gözünü yummasını öğütler. İşlerin göze asla görünemeyecek bir arka planda yürütüldüğünü, yani Allah’ın görünen ve görünmeyen (57:3) değil, yalnızca görünmeyen olduğunu söyler. Allah’ın yalnızca görünmeyen olarak düşünülmesinin sonuçları çok yönlü ve derindir. Birincisi, onun gökte olması, maçı izleyen ve “karışmak” istediğinde düdük çalan bir hakem olması olanaklı duruma gelir. Bunun doğal sonucu olarak onun uyulmasını istediği yasalar ve onun “karışmadığı” bir alan tanımlanır. Böylece yaşamı dinsel ve dinsel olmayan olarak ikiye bölmenin düşünsel altyapısı hazırlanmış olur. Yaşam ikiye bölündüğünde dinin bireysel olması artık mantıklı bir seçenek olur. Artık depremde çöken yapılar Allah’ın yasası gereği değil, başka yasalar gereği çökmüş gibi algılanır. Sağ kalmanı emniyet kemeri değil, Allah sağlayacaktır, kemer takmak boşunadır. Allah artık bu dünyanın nedensellik ilişkilerinin dışında bir yere taşınmıştır. Bu çelişkiyi onarmak, kavramsal deliği yamamak isteyen cahil kişi 99 depremini görünür nedensellik bağlarından yalıtarak “Allah’ın kafir düzene cezası” olarak anlamak ve açıklamak ister (ara: 7.4 yetmedi mi). Ortaya çıkan yanılgı, dinin ancak yobaz cahillerin işi olduğu gibi daha büyük yanılgılara, kaçışlara yol açar ve işler sarpa sarar. “Rasyonalist batı” ile gelenekçi /Müslüman doğu arasında bocalama sürer. Mantar gibi çoğalan tasavvufçu-gizemci kitaplar insanları nedensellik ilişkilerini anlamaya çalışmaktan daha da uzaklaştırıyor, derde ilaç, arayışa ışık olma vaadiyle durumu daha da kötüleştiriyor. Bugünlerde bu kitapları okuyarak zehirlenmelerine izin verdiğimiz gençler toplumun aydınlık bir geleceğe kavuşma umudunu tüketiyorlar.
Öğrendikçe ve öğrendiklerimi paylaşmaya çalıştıkça, bilmek ile bildirmek arasındaki farkın derinliğini daha iyi görür oldum. Şurada kadar yaptığım yorumları anlamamış olabilirsiniz, derdimi iyi anlatamamış olabilirim. Zaten Cemre Demirel’in kitabı da bunun için var.
Cemre Demirel michaelsikkofield.blogspot.com adresinde yazan kitap kurdu bir genç. Bol küfürlü yazılarının sindirimi zor olduğu için eşe dosta nasıl tavsiye edeceğimizi düşünürken bu kitap yardıma koştu. Tasavvuf ve gizemcilikle (mistisizm) ilgili yazılarını sindirimi kolay biçimde derlemiş. Tasavvuf dediğimiz öğretinin önderleri sayılan kişilerin yazdıklarını eleştirerek bunların Kuran’la uyumsuz olduğunu savunuyor. Elbette bununla kalmıyor. Bundan daha önemlisi, bu öğretinin farklı biçimlere bürünerek Tek Dünya Devleti’nin küresel dininin çekirdeğini oluşturacağının kanıtlarıyla ortaya koyuyor. Tek Dünya Devleti tasarısının varlığını kanıtlamaya çalışmıyor; o, bu kitabın konusu değil. Konu edindiği şeyi son derece güçlü ve etkili biçimde açıklıyor. Çok derin bir kitap olmamasına karşın önde gelen tasavvufçuların bu kitabın savlarını çürütmekte zorlanacağını sanıyorum.
Kitabı güçlü ve benzersiz yapan niteliklerinden biri, kuramın varlığını örneklerini göstererek kanıtlaması. Örneğin ruhçuluğun ve gizemciliğin popüler eğlence ürünlerinde nasıl aşılandığını gösteriyor. Sayfa sayısını sınırlamak için olacak, konuyla ilgili olup internet sayfasında yer alan örneklerden bir kaçını kitaba almamış.
Bu kitap, liberalizmi (adını koymadan) benimsemiş yığınların Tanrı’nın adını arındırma (Ar. tesbih) işini bütünüyle bıraktığı günlerde bu işi üstlenen ender bir söz. Tanrı’ya söven türlü türlü adamlardan bir bölümünü, tasavvufçuları (veya gizemcilerin bir şubesini) açık ediyor. Liberal batının özgürlük putu, Tanrı’ya sövmenin bir hak olduğunu öğretir. Türkiye’de arada kalmışların kafası doğal olarak karışabilir: Atatürk’e sövmek yasak, Tanrı’ya sövmek neden serbest? Hani dedim ya, içine konan her şeyi alan bir kaba dönüştürülmüş bir Müslümanlık diye… Türkiye’de özellikle son on beş – otuz beş yılda İslam kabına modernizm-liberalizm doldurdular, mum gibi satıyorlar. Atatürk’e sövmek artık serbest ama kafası karışık mütedeyyin hala kendine soramıyor: Muhammed’e sövmeleri bu kadar ağırına giderken Allah’a sövmeleri neden kendisini hiç incitmiyor? Allah’a açıkça söven kitapların, filmlerin, televizyon dizilerinin ve türlü eğlence ürünlerinin piyasada rahatça dolaşabildiği ve kınanmadığı bir oldu ülke burası. Yerseniz “Müslüman” bir ülke.
İşte bunlar Demirel’i incitiyor olmalı ki internet sayfasında yazıyor, kitaptan da para almıyor. Kısacası Müslümanların unuttuğu önemli bir görev olan Allah’ın adını arındırma işini kendince yapıyor. O Allah’a kusur yakıştıranların bir bölümüne, gizemcilere karşı uyarıyor. Kusur yakıştıran öbürlerine de birilerinin tepki vermesi gerek. Bu öyle acil bir gereksinim ki, yalnızca Allah’ın değil, iyiliğin de adı kirletiliyor. Sözgelimi sevgi, barış, hoşgörü sözcükleri bozguncuların, bölücülerin, savaş çıkarıcıların, insanları edilgenliğe çağıran kötülerin (kitapta örnekleri verilen gizemcilerin) ellerinde araç oldu. İyiliği çağrıştıran “demokrasiyi” ABD hükümetinin ve destekçilerinin Irak’ta yaptıkları soykırıma bahane ettikleri, karşı gelenleri ise kötülüğü çağrıştıran “terör”le yan yana andıkları gibi. Ahlaksızlığa ahlaksızlık demenin yasaklandığı (bkz: “benim hayatım benim kararım”) bu zamanlarda Allah’ın, yani mutlak iyiyi, güzeli, doğruyu temsil eden adın arındırılması için birilerinin koşuşturması gerekirdi.
Bu birilerinin apoletli tanrıbilimcilerden çıkmasını artık beklememek gerek. Zaten bir toplumda cahilliğin yükseldiğini görüyorsanız, bunun nedenlerinden birisi bilgililerin sorumluluklarını yerine getirmemeleridir. Yani aydınlatmamalarıdır. Bugünlerde ülkenin hemen bütün aydınlarının şu veya bu gerekçeyle nasıl sus-pus olduğuna tanık mısınız? Partiden korkup sustular, şimdi OHAL geldi. OHAL’den korkuyorlar, yakında topyekün savaş veya iç savaş gelecek. Ondan da korkup susacaklar, daha kötüsü gelecek. Bu iş böyle… Kimse elini taşın altına koymadığında bozguncular bayram eder. Kimse bahçeye çıkıp yaban otlarını yolmadığında otlar bahçeyi sarar, ürünü kurutur ve insanlar aç kalırlar. Böyle bir kitabın apoletliler dediğim birikimli kişiler tarafından daha önce yazılmamış olması büyük bir eksiklik. Gizemcilik patladı, Uğur Koşar ve Cemalnur Sargut paraya para demiyorlar çünkü yığınları aydınlatması gerekenler görevlerini yapmıyorlar. Öyleyse Cemre Demirel’i kitapta yaptığı hatalarla veya önyargılı olmakla veya eksik bilgiyle yargılamakla suçlayacak olanlar önce şunu düşünsünler: Daha iyisini, daha doğrusunu yazması gerekip de yazmayanlar masum mu? Doğa boşlukları kabul etmez diyorum. Önceki yazılarımda vurguladığım gibi, meydanı boş bırakırsanız birileri gelir orayı doldurur. Boşluğu dolduranların yetkin olmadıklarından yakınacaksanız –ki ben Demirel’in yetkin olmadığını kesinlikle söylemiyorum– önce o boşluğu yaratanlara hesap sorun. Nitekim kendisi de söylüyor “Bu kitapta yazdıklarım biliniyor ama söyleyen yok” diye (s.113).
Modern yaşamın tersliklerini düzeltmek yerine ondaki ikili algıyı daha da keskinleştiren, edilgenlik ve teslimiyetçilik aşılayan kitaplar. “Bankalar ve ÇUŞ’lar ülkeni çökerttiler ama mutlu değilsen sorun sende, çünkü iyilik de kötülük de senin içinde.”
Bu kitap gizemci öğretinin Türkiye’de en baskın şubesi olan tasavvufun Tek Dünya Devleti’ne veya öbür adıyla Yeni Dünya Düzeni’ne olan hizmetine dikkat çektiği için önemli bir kitap. Yazar tasavvufun ve ruhçuluğun iyiyi ve kötüyü ayırmadığı, yani kötüye “hoşgörülü” olduğu için yıkıcı olduğunu savunuyor. Bu yolla halklar küresel egemenlerin istediği kıvama getiriliyor. Ben bu öğretinin egemenlere yaptığı hizmeti şöyle açıklıyorum:
Sekiz yüz, dokuz yüz yıl önceki tasavvuf anlayışını kitapçının tasavvuf reyonunda, tüccarların kürsülerinde, cemaat ve tarikatlarda bulamazsınız. Hiçbir yerde bulamaz ve gerçekleştiremezsiniz. Bulsanız da siz bunu giysi gibi üzerinize giyemezsiniz. Çünkü sekiz yüz yıl öncesinin sufi denen balığı sizin yaşadığınız suda yaşamadı. Şunu anlamak gerekir: Her fikir içinde bulunduğu koşullara göre değerlendirilir. Onun için modern yaşam biçiminde tasavvuf zehirden başka bir şey olmaz. Modern yaşamın dayattığı “çoktan seçmeli fikirler” algısını da kırmak gerekir. Kapitalizmin temel varsayımlarından biri şudur: “Piyasadaki ürünlerden biri mutlaka tüketicinin gereksinimini karşılar.” Öbürleri gibi kapitalizmin bu varsayımı da yanlıştır ve bu yanlışlık ticaretin sınırlarının dışına taşmış, fikirler ve dinler pazarına da girmiş. Oysa tezgahta bulduğunuz hazır fikirler, inançlar, dogmalar, ahlak sistemleri ve paket öğretilerden en az birinin sizin veya toplumunuzun bedenine uygun olacağı gibi bir garanti yok. Kuran’da İbrahim’in örneğine dikkat edin (6:74-79). Güneşe ve aya tapma olarak simgesel biçimde anlatılan o zamanın çoktan seçmeli fikirlerini denemiş, vazgeçmiş ve seçeneklerin dışına çıkmış.
Bununla birlikte, tasavvufun o günün gereksinimlerini başarıyla karşıladığını falan söylemiyorum. O ayrı konu.
Tasavvufu bugüne uyarlamaya kalkan, karşısında yolunu Yeni Dünya Düzeni’ne çıkaracak tuzaklar bulacak. Barış, hoşgörü, çokkültürlülük, küreselleşme, özgürlük, eşitlik, insan hakları sözcükleri bu anlamda birer zihinsel kapandır. Gerçekten de bugün yazılan tasavvuf kitaplarını veya sufilere yazılan güzellemeleri şöyle bir karıştırdığınızda bu sözcüklerin sık kullanıldığını göreceksiniz. Bu kavramlar sekiz yüz yıl öncesinin Türkiye’sinde ve Ortadoğu’sunda da vardı belki ama o günün koşullarında sahip oldukları anlam ve işlev kesinlikle farklıydı. Örneğin büyük nüfus hareketlerinin olmadığı, yaşamın yavaş aktığı, ilerleme denen bir ideolojinin /putun var olmadığı bir zamanda “hoşgörü” dediğinizde bu farklı bir şeydir, bugün aynı sözcük çok farklı bir şeydir. Tasavvuf yazarları ister bilerek ister bilmeyerek (bkz. Demirel, s.162) sizi Tek Dünya Devleti’ne hazırlarlar. Bilinçli veya bilinçsiz olarak Kabala’cı Siyonistlerin, CFR’nin, Bilderberg’in, PNAC’ın, Stratfor’un tasarladığı dünyanın oluşturulmasına hizmet ederler. Ki bu tasarı yeryüzünü şimdikinden daha büyük haksızlıklarla dolduracaktır. Din satıcısı adamlar nasıl Tanrı’ya çağırır gibi yapıp, yani toplumun dinsel geleneğini kullanıp yığınları kendilerine kulluk ettiriyorlarsa, bu örgütlerin başındaki bir avuç adam da bütün dünyayı kendilerine kulluk ettirecek bir düzen oturtmaya çalışıyor, bunun da düşünsel altyapısını oluşturmaya çalışıyorlar; işin özü bu. Düzen dediğimiz şey bir gün bir söz söyleyerek değişmeye başlar. SSCB denen şey XIX. yy’da yönünü şaşırmış bir Marx’ın bir söz söylemesiyle var olmaya başlamıştı. Bunu söylüyorum, çünkü bu kitapların okurları, masum ve etkisizmiş, kendi halindeymiş gibi görünen bu sevimli tasavvuf kitaplarının böyle dehşetli bir tasarıya hizmet etme fikrini gülünç bulurlar. Kuran’ın hardal tanesi örneğini vermesi boşuna değil. Yaptığımız ve söylediğimiz her şey daha büyük bir bütünün bir parçası ve o bütünü kesinlikle etkiliyor. Allah’ın hiçbir edimimizin boşa gitmeyeceği sözünü vermesinin altında bu gerçek yatar. İbrahim’e su taşıyan karınca masalının anlattığı da budur. Düzeni iyileştirmeye veya bozmaya söz söyleyerek başlarsınız. Tanrı’nın elçileri yalnızca iyi söz söyleyerek dünyayı düzelttiler. Modern çağın devrimcilerinin çoğu kötü /yanlış /boş söz (http://bit.ly/2ss5wzd) söyleyerek dünyayı bozdular.
Gizemcilerin kişisel gelişim, din, tasavvuf reyonlarında bulunabilen kitapları ve öğütleri insanları yeryüzü otoritelerine boyun eğici olmaya yöneltir. Hobbes’un izinden giden seküler Avrupa’nın “dinin bireysel olduğu” varsayımına katılır ve bunu aşılarlar. İslam’ı veya ondan geriye her ne kaldıysa yeryüzünden silip Tek Dünya Devleti’nin önündeki engellerden belki en büyüğünü kaldırmak isteyen küresel çetelerin sözcülüğünü yapan batı aydınlarının “İslam’ın tasavvuf yönü”, “İslam’ın tasavvuf mezhebi” biçiminde tanımlayabilecekleri bir olguyu var eder, onu sağ tutarlar. Bu, o çeteler için çok gerekli ve yararlıdır çünkü “Radikal İslam”a karşı ilaç olarak bu teslimiyetçi sünepe mezhebi önermeleri için gerekli koşulları oluştururlar. “Bak, radikaller İkiz Kuleler’i indirdiler, Londra’da yayaların üzerine sürdüler” diyerek sopayı gösterirler. Sevgi pıtırcığı tasavvufçuların öğütledikleri boyun eğici bireyselci Müslümanlığı överek de havucu gösterirler. İslam’dan politikayı çıkarır, geriye kalan posayı allayıp pullayarak “Ilımlı İslam”, “Reformist İslam”, “Sufi İslam” vb. sıfat tamlamalarıyla satmaya çalışırlar. Hegel diyalektiği dedikleri şeyin “sorunu sen yarat, çözümü de sen öner, böylece yığınlar senin çözümüne ikna olsunlar” formülüyle yığınlara kendi tasarılarını sanki toplumun aklından ve gönlünden çıkan çözümlermiş gibi kabul ettirirler. Tıpkı kendi yaptıkları 11 Eylül’ün, Ortadoğu’da savaşlar çıkarmanın haklı gerekçesi ve İslam’ın saldırgan ve uzlaşmaz bir öğreti olduğuna inandırılmasının aracı yapıldığı gibi. Rasyonalist batı ile gelenekçi /Müslüman doğu arasında bocaladığının ayırdında olanlara da “Aslında hepiniz aynısınız” mesajı vermek veya üçüncü bir yolda uzlaşmayı önermek çekici gelebilir. Demirel bu gerçeği şöyle ifade ediyor:
“Bu El Kaide veya IŞİD gibi (veya yakında pörtlemesi muhtemel potansiyel El Zamazingolar gibi) Amerikan silahlarıyla cihat eden radikal dinci geri zekalılar veya dini siyasete alet eden siyasal İslamcılar zaten insanları İslam’dan yeterince uzaklaştırır. Fakat insansın sen, inanmak senin için bir ihtiyaç, hele hele bu coğrafyanın insanıysan, ne kadar soğursan soğu muhakkak ki İslam’la içten içe bir bağ hissedersin. Öyleyse ne yapacaksın? Karşında işte güler yüzlü tasavvuf var. Senin inandığın “gerçek İslam”, aha bu tasavvuf, koş sarıl ona.” (Cemre Demirel, Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı, Asırlık Plan: Tek Dünya Dini bölümü, sayfa 153)
Bu olta ruhçu, gizemci, edilgenleştirici öğretilerdir. Bu öğretiler insanı aşağılar çünkü bunlar insanı sürekli yapıyor olması gereken iyiyi ve kötüyü ayırma işinden vazgeçirir. İnsanların sahip oldukları planlı ve örgütlü bir biçimde bir bir ellerinden alınırken onlara “mutluluğu içlerinde aramayı”, anlamından uzaklaşmış biçimiyle “Bana Allah yeter” demeyi öğütler. Ahlaksıza ahlaksız dememeli, “hoşgörülü” olmayı öğrenmelidir. Ulusal egemenlik, özyönetim, töre gibi hoşgörüsüz ve ayrımcı öğretilerden vazgeçip insanların tek bir merkezden tek bir ahlaka göre yönetilmesini kabullenmelidir. “Cinsel seçimlere” saygı göstermeli ve aile kurumunun çökmesini içine sindirmelidir. Bankalara, ÇUŞ’lara ve onların kuklaları olan politikacılara ses çıkarmamalıdır, çünkü iyilik de kötülük de gereklidir. Din kişinin yüreğindedir, kişi doğru bildiğini dayatmaktan vazgeçmelidir. İyilik ve kötülük kuralcıların işidir; kurallar tinselliği zayıf insanların işidir. Olgun kişi iyinin ve kötünün ötesine geçip “fenaya” veya “nirvanaya” ulaşmalıdır. Buna benzer ahlaki çıkarsamalarla bu öğretiler hedeflediği yığınları, yazgılarını bütünüyle efendilerine teslim etmiş petri kabındaki bir bakteri yığınına çevirir. İşte Demirel’in anlatmaya çalıştığı gibi Rockefeller’ların, Rothschild’lerin emeli bu bakteri yığınını dilediği gibi yaşatmak, dilediği gibi öldürmek gücünü ele geçirmek ve yeryüzünün tanrıları olmaktır. Sahte tanrı olmak istiyorlarsa Gerçek Tanrı’nın onlara toplumsal yasalar vermediğine insanları ikna etmek zorundalar; onlar da bunu yapmaya çalışıyorlar.
Müslüman olsun olmasın yönünü yitirmiş modern insana uzatılan bu oltaların tek yönlü olmadığını anımsatmak zorundayım. Kötüler bütün kuponları tek ata yatırmazlar. Her zaman A, B, C planları vardır. Karşınızda birbirine seçenek gibi duran, izleyicileri birbiriyle geçinemeyen iki ayrı düşünce akımı var gibi görebilirsiniz. Ve bu iki ayrı akım da aynı bitiş çizgisine doğru koşturan atlar olabilir. Örneğin “Tanrı sevgidir” diyen yeniyetme gizemci-kamutanrıcı ile onu çürütür gibi görünüp Allah’ın ödül ve cezasını ölüm sonrasına hapseden tasavvufçu, aynı algının, aynı anlam dünyasının oluşmasına hizmet ediyor olabilir. Yığınları aynı teslimiyetçi kıvama getirmek üzere her ikisinin de sırtına semer vurulabilir. Biri diyecek ki “Mutluluğu dışarıda değil içeride ara, bulacaksın”. Öteki diyecek ki “Allah soracak hesabını, merak etme, Allah’a havale et”. Bir bakmışsınız her ikisinin yarı-doğruları koro olmuş: “Sırtında şaklayan kırbacı, ayağındaki zinciri kafana takma.” İki ayrı uca doğru çekildiği düşünülen kesimlerin aslında aynı noktaya ilerliyor olabileceğinin örneği bu. Böylece İslam, içine konan teslimiyetçi dini taşıyan bir kap, orijinalinin kötü bir karikatürü yapılır. Bu karikatüre karşı gelenlere de “Kutsalımıza karşı geliyor” diye saldırırlar. Bu olasılığın bilincinde olmak o kadar önemli ki, vurgulamaktan acizim. Bununla birlikte hiçbir şeyin siyah ya da beyaz olmadığını, griler de olabileceğini akılda tutmak gerek. Yani o akımlar bütünüyle ele geçirilmemiş olabilir ancak farklı temsil yoluyla etkisi yönlendirilmek isteniyor olabilir. Yanıltıcı temsile çok basit bir örnek olarak şunu söyleyebilirim: Haziran 2013 olaylarının yurtdışında nasıl sunulduğunu araştırırsanız, olayın Beyoğlu sokaklarında toplaşan liberal, soysuz yeniyetmelerden ibaretmiş gibi sunulduğunu ve ülke çapında yalnızca Türk bayrağıyla yürüyen Cumhuriyetçilerin gizlendiğini görürsünüz.
Gizemcilik de gelenekçi-kaderci Müslümanlık gibi nedensellik ilişkilerinin üzerini örter (Ar. küfr). İnsanları mutsuz eden dış etkenlerin, sözgelimi çarpık hukuksal ve adli sistemin, salt zulüm üreten mali sistemin, zenginleri yasa önünde ayrıcalıklı yapan paradigmaların üzerini örter. Bunlar yüzünden sömürülen ve mutsuz olan yığınlara da mutsuzluklarının nedeninin mutlu olmayı bilmemeleri olduğunu aşılar. Bankaların, şirketlerin, politikacıların, basının, her yıl Avrupa’da bir otelde gizli toplantılar yapan karanlık adamların sabah akşam senin kuyunu kazdıklarını görürsün ama nedenselliği göz ardı etmek öğretildiği için mutsuzluğunun ve kaygılarının nedenini içeride, “yüreğinde” ararsın! Bu aşılama Türkiye’de bol Allah’lı, tasavvuflu mesajlar biçiminde olurken, gavur ellerinde paganlık, New Age, uzak doğu dinleri biçiminde olabilir. Mesajın işlevi değişmez. Vicdanlı ve temiz kalmak isteyen kişiye haksızlığa ses çıkarmamasını öğütler. Bundan başka bir düzenin olamayacağına inandırır. Kendisi için kötü giden ama bir avuç egemenin işine yarayan süreçleri değiştirmek istediğinde onu durdurabilmek için piyasa, ilerleme, kalkınma, özgürlük, hoşgörü, barış, çağdaşlık, çoğulculuk, eşitlikçilik, antimilitarizm, hümanizm, liberalizm, bireycilik, demokrasi, çokkültürcülük, bilimcilik, pozitivizm, doğalcılık, insan kaynaklı küresel ısınma, holokost, feminizm, insan hakları ve bunlara sürekli yenisi eklenen bir sürü dogmayı karşısına çıkarır. Bunlar içinde bulunduğumuz çağın putları ve put adaylarıdır. Tarih kitaplarında Babil’in, Maya’nın ayrıcalıklı din adamı sınıfının halka egemen olmak için uydurdukları tanrılar anlatılır ya hani, işte o durum hiç değişmedi, hala sürüyor. Bundan başka bir düzenin olamayacağını telkin ederler sürekli. Olacaksa o da Yeni Dünya Düzeni’dir ve bu mutsuzluğu üreten anlayış, süreç, rejim ve sistemleri düzeltmek yerine daha da derinleştirip kalıcılaştırmak tasarısıdır. Sorunu kendileri tanımlayacak, çözümü de kendileri önereceklerdir. Yığınlara ancak ikna ve razı olmak düşecektir.
Çünkü insan paraya doyar. Kötülüklerin anasının para olduğu büyük bir yalandır. Bill Gates’in paraya doyması birkaç yıl sürmüştür. O noktayı geçtiğinde Gates için para artık daha fazla güç elde edip tanrılaşmak için yalnızca bir araçtır. Gates yıllardır insanları laboratuar kabındaki bakteriler gibi avucuna alabilmek için kafa patlatmakta ve parasını da “vakıf” adı altında bunun için harcamaktadır. Güçlü kişilere daha da güçlenmenin yolunu açan, onlara toplumsal sorumluluk yüklemeyen, özgürlük ve demokrasi tanrılarını kızdırmamak için onlara hesap sormayan bir toplumsal ahlak benimsemişseniz, Bill Gates’ler olacaktır.
Ancak bu yukarıda saydığım modern putlar konusunda Demirel’le aynı görüşte olmayabiliriz. Çünkü sonuç bölümünde, 317. sayfada şöyle diyor:
“Batı’nın mirası Rönesans iken, sanayi devrimiyken, keşifler ve buluşlarken, bizim aldığımız miras işte bu üst üste binmiş yanlış inançlar ve düşüncelerdir.”
Batının mirası bunlardan ibadet olmadığı gibi durağan bir miras da değil. Batı ilerlemeci aklı benimsediği için sürekli bilmediği bir yöne doğru “ilerlemek” zorunda olduğunu sanıyor. Varacağı yer de Kuran’a göre yok oluştan başka bir şey olmayacak çünkü Allah’ın hem doğadaki ayetlerini, hem de kitaplardaki ayetlerini görmezden geliyor. Ama bu derin ve başka bir yazının konusu.
Sonuç bölümünde okuru iyi bir şeyler yapmaya çağırmasını beğeniyle karşılıyorum. İçine düştüğümüz ölüm sessizliği ve ceset eylemsizliğinde, gerçek ve somut öneriler getiren kitaplara ender rastlıyoruz. Demirel okura “Usunu kullan” diyor, “Çalış, kötülük karşısında boş durma hakkımız yok”. Ben de bu sayfada bunu yapmaya çalışıyorum.
Şu sözler kitabın içeriğini özetler nitelikte:
“Barış, sevgi, kardeşlik gibi lafta hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bu soyut kavramları kullanarak, tüm dünyaya panteist/panenteist din yayma amacındaki global elit nabza göre şerbet verir. Hintli’ye panteizmin bir başka türünü, Amerikan’a başka türünü, Türk’e ise başka türünü, yani tasavvufu kakalar. Ve tüm dünyada hem basın, hem eğitim, hem dernekler, hem filmler vasıtasıyla panteizm yüceltilmektedir.” (Cemre Demirel, Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı, Asırlık Plan: Tek Dünya Dini bölümü, sayfa 259)
Kitabın olumsuz bulduğum yanlarına gelince… Kitabın hemen başında Hallacı Mansur’dan söz etmeye başladığında, onun şu üç dizesini alıntılıyor: “Kalp gözüyle gördüm Rabbimi /Sordum, ‘Kimsin sen?’ diye /‘Sensin’ dedi.” Mansur’un böylece Allah’lığını ilan ettiğini söylüyor. Mansur’un felsefesini savunuyor değilim ama özellikle felsefe okumuş birinin, filozofun sözlerinden küçük bir parçayı alıntılayıp bu kadar çabuk yargıda bulunmaması gerektiğini bilmesi gerek. Demirel’in savunduğu şey yanlış değil ama kitap boyunca böyle yüzeysel çıkarımlar yaptığı izlenimi yaratabilir. Kitabın içeriğini önceden biliyor olmasam bu noktada kafamda Demirel hakkında ciddi soru işaretleri oluşacaktı. Kaldı ki tasavvuf savunucuları da Demirel’i yaptığı bu hızlı yargılamayı alıntılayarak eleştirecekler.
Yazar, savlarını Kuran’a gönderme yapma konusunda daha özenli olabilirdi. Bu aslında normalde söylenecek bir şey değil. Yani bir yazar Kuran’a koşut bir şey söylediğinde Kuran’a gönderme yapması gerektiğini söylemek anlamsızdır, çünkü güdülenme kaynağı Kuran olmayabilir veya savını Kuran ile kanıtlamak derdinde olmayabilir. Ancak bu kitap tasavvufun İslam’ın dışında, yani Kuran’a aykırı bir öğreti(ler dizisi) olduğunu kanıtlamak için yazıldı; biliyoruz. Dolayısıyla okurun, özellikle de Kuran’ı iyi bilmeyen okurun konuyu iyi anlaması için Kuran’a yoğun olarak gönderme yapılması gerekirdi.
“Tarikatlar sonradan bozulmadı, hep kötüydü” (s.237) demek için en azından tarikatı tanımlamak ve tarihsel kanıt getirmek gerekir. Tarikatı tanımlamıyor, yani hangi eğitim ocakları tarikattır, hangileri değildir, sınırını çizmiyor. Peygamber’in ocağı da bir okuldu örneğin, peki tarikat mıydı? İkincisi, her nasıl tanımlarsa tanımlasın böyle bir genelleme yapabilecek tarihsel bilgimiz yok. Moğolların yaktıkları kitaplar içinde bu bilgi belki de vardı.
Demirel bolca görsel kullanmış. Fotoğraflardan birinde bir küçük şeyhi büyük şeyh Mahmut Ustaosmanoğlu’nun önünde diz çökerken görüyoruz. Tanınmamış bu küçük şeyh yerine aşağıdaki fotoğrafı kullansaymış daha etkili olurmuş. Artık bir anayasamız olmadığı için haklı olarak çekinmiş sanırım. Evet, burada bir diz çökme yok ama bu fotoğraf gazetede, televizyonda görünmeyen bu kişilerin politik nüfuzlarıyla ilgili bir fikir veriyor.
Kitabın tek büyük eksiği bir dizininin olmaması. Konu dizini olmasa bile bu kitaba özel adlar dizini kesinlikle eklenmeli.
Bu kitabın gerisi gelmeli, bu konuda söylenecek çok şey var. Örneğin tasavvuf ile Kabala arasındaki benzerlikler harika bir kitap projesi olabilir. Masonların ideolojileri (dinleri) ile tasavvuf arasındaki paralellikler, örneğin Albert Pike’ın Morals and Dogma kitabı kullanılarak kurulabilir.
Zamanı az olan üşengeçlere, eğer şimdiye dek ruhçuluk ve gizemciliğe eleştirel bakmadıklarsa kitabın hepsini okumalarını öneririm. Zamanı daha da az olan üşengeçler Asırlık Plan: Tek Dünya Dini bölümünü (s.139-170) kesinlikle okusunlar. Tasavvufun Rothschild’le olan ilgisini de görecekler!
Son yıllarda patlayan gizemcilik, içinde efendilerine bilinçli kulluk edenlerin de, kendi iradesiyle davranarak yığınları yanıltanların da bulunduğu karma bir dalga olabilir. Ancak üzerinde uzlaştıkları ve aşıladıkları fikirlerin Kuran’dan uzaklaştırdığını, Kuran’ı çalışanlar biliyorlar. Kuran’ın yanı sıra dünyayı da okumaya çalışanlar ise, bu fikirlerin aslında örtülü ve uzun vadeli bir kötülük tasarısına doğrudan veya dolaylı olarak hizmet edeceğini biliyorlar. Kuran’a çalışmak iyi ama kişinin ancak dünyayı bildiği ölçüde Kuran’ı anlayacağını da unutmamak gerek. Yalnızca Kuran anlayışını benimseyen biz tazelerin önümüzde duran tuzaklarla dolu yolu tanımamız için de çokça okumamız ve araştırmamız gerek. Bunu yapmayanların düşecekleri büyük yanılgılar bir başka yazının konusu.
İşte böyle bir ortamda Cemre Demirel’in kitabı, kokuşmuş tasavvuf reyonunda elmas gibi parlıyor. Kitapyurdu’nun ilk 100’üne girmiş bile. Kutlu olsun. Allah arkasını getirsin. Birikimi Demirel’inkini aştığı halde yükü sırtlamayanların, tanıklığını gizleyenlerin, susanların Allah cezalarını versin.
Not:
YDD, TDD ve küresel komplolarla ilgili kitapların hepsini incelemedim. Türkiye’de bu konuda yazılan kitaplar mantar gibi çoğalıyor ve çoğunun desteksiz söylenti çorbası niteliğinde olduğunu görüyorum. Konuya başlangıç yapmak isteyenler için Atilla Akar’ın Derin Dünya Devleti kitabını öneririm.
çok güzel bir konuya değinmişsin fakat dilin biraz ağır ya da lafı doğrudan değil de dolaylı yoldan veriyorsun okuyucuya bence dilini biraz yumuşat ve söyleyeceklerini uzatmadan yaz
cemre demirel denen cıvık eleman ancak liseli veletleri toplayabilir etrafına. amatör eğlendirir.
Ataturk e sövmek serbest oyle mi? Muhalif bilim adamları işten atilmismis oyle mi.