Bu kitap öyle bir niyetle yazılmış olmasa bile, yüzlerce sayfa tarih, din ve felsefe kitabından alacağınızı size hızlıca veren o ender kitaplardan biri. Üç yıl önce okuduğum bu kitabın değerini ve önemini vurgulamaktan acizim. Din Nedir yazısında taradığım kaynakların bir bölümüne bu kitaptaki göndermelerden ulaşmıştım.
2018 yılının Yeni Türkiye’sinde yaşayan ölümlüler olarak bu kitabın anlattığı şeye modernizmin dogmalarının ayırdına vararak giriş yapmaya çalışalım. Ben modernizmin varsayımlarının ve doğrularının birer dogma olduğunun bilincine varmamış biri olarak otuz yaşlarıma dek geldim. Modern dünya görüşünün temelindeki postula da denen bu değişmezlerin kökten eğreti ve bilimsel olarak temelsiz olduğunu anladığımda –ki yaklaşık olarak Kuran’ı merak edip çalışmaya başladığım zamanlara denk düşer– seküler olan ile dinsel olan ayrımının yapaylığını ve sahteliğini bilir oldum. Modernizmin dogmaları aslında hepimize tanıdıktır:
“Şiddet kötüdür.”
“Eşitliksizlik kötüdür. Herkes eşittir.”
“İlerleme iyidir, geri kötüdür.”
“Bağlılık kötüdür, özgürlük iyidir.”
“Eşcinsellik bireysel seçimdir, kötü değildir. Zina bireysel seçimdir, kötü değildir. Ama dört karıyla evlenmek barbarlıktır, Araplıktır, Ortaçağ kafasıdır, çağdışıdır, gericiliktir.”
Örnekleri sayfaları dolduracak kadar ayrıntılandırıp uzatabilirim. Batılının nasıl böyle düşünür hale gelip dünyanın kalanını da kendine benzettiği konusunda da söylenecekler var ama bu yazının konusu bu kitabın bize ne anlattığı. Modernizmin üzerinde yükseldiği ve kimi zaman dogmaya dönüşüp kendi engizisyonunu yaratan bağnaz varsayımlardan biri de şiddetin kategorik olarak kötü olduğu söylemidir. Yaşamla ilgili bildiğimiz neredeyse her şeyle çelişik bir iddiadır bu. Toplumların dirliği ve düzeni şiddet uygulama tehdidiyle var olabilir. En basit avcı-toplayıcı toplumdan düşünebildiğimiz en karmaşık endüstri uygarlığına kadar bu değişmez kuraldır. Modernizm pek çok bilimsel olguya aykırı olduğu gibi, evrenin fizik yasalarının dayattığı bu gerçeği de yok sayar. İnsanlar sözlerle anlaşır ama söz bozulduğunda sıranın şiddete geleceği ve gelmesi gerektiği bilgisi bütün düşünce ve davranışlarımıza içkindir. Nezaket dediğimiz şeyler bile şiddetin varlığında anlam kazanır. İnsan salt bilişten oluşmaz. Hem anlam evreninde, hem de fiziksel evrende yer alır. Maddenin bayağı bağımlılığından kurtulup nefes almayı veya yemek yemeyi veya tuvalete gitmeyi bırakamadığımız gibi, şiddet uygulamayı da bırakamayız. Onun için şiddet kötü değildir. Her etkinlik gibi şiddetin de kötüsü ve iyisi vardır. Barışın da kötüsü ve iyisi vardır. Bu aslında o denli yalın, o denli görünür bir gerçek ki, anlatmaya çalışmak bile bana kendimi aptal gibi hissettiriyor. Sevr’in bir barış anlaşması olduğu ve doğal olarak “şiddet karşıtı” olduğu gerçeğini liberal aşılamalarla büyüyen bugünkü Türklere anlatmak zorunda kalmış olmamız gerçek bir trajedidir.
Modernizm ve yavrusu liberalizm, kafalarımızda gerçek evrenin saçma sapan modellerini kurduruyor. Bu sahte modelleri barış, hoşgörü, eşitlik vb. adında içi boş ve her biri birer ahlaki çifte standart gerekçesi olan balonlarla dolduruyoruz. Sanki savaşsız bir yeryüzü olanaklı imiş gibi savaşsızlık dileklerinde bulunuyoruz. “Bu kitap savaşmayı öğütlüyor, öyleyse kötüdür” gibi en geri zekalı olanımızın bile normalde kabullenmekte zorlanacağı önermeler ciddiye alınıyor. Daha sağ ve sol ellerimiz bile eşit değilken adaleti çöpe atıp yerine eşitliği koymaya çalışıyoruz. Gerçeklerle uyuşmayan saçma varsayımlarda bulunup sonra bunları gerçekleştirmek için hayatı zorlaştırıyor, gittikçe büyüyen çelişkilere saplanıyoruz. Şiddetin kötü olduğu varsayımı bir deli saçmasıdır. Modern insan daha bunun ayırdına varmadan, üzerine “din(ler)in şiddete özendirdiği” söylemini eklemiş. Bu kitap işte bu dogmayı sorguluyor ve nesnel veya bilimsel hiçbir tabana oturmadığını akademik olmayan bir dille güzelce gösteriyor. Batıda potansiyel terörist muamelesi gören Müslümanlar için yeterince önemli bir okuma, değil mi?
Cavanaugh bu kitapta bu liberal ezberde “seküler” olarak etiketlenen kurumların da aynı ölçüde şiddet dolu olabildiğini göstererek karşı çıkıyor. Bununla birlikte (ve bence bundan daha önemli olarak) dinsel ve seküler olarak tanımlanan kategorilerin en başta nasıl oluşturulduğunu ortaya koyuyor. Din denen kategorinin Aydınlanma sonrası Batı’nın bir icadı olduğunu gösteren bilimsel yayınların sayısı her geçen gün artıyor. Özellikle antik Yunan, Roma ve Kolonicilik tarihi masaya yatırıldığında bu daha görünür oluyor. “Nötr” bir tarih yazıcılığının olmadığını anlamak; savaşların bitmesinin çatışmanın ve düşmanlığın bittiği anlamına gelmediğini anlamak, yazarın da belirttiği üzere bu olguyu anlamakta önemli rol oynuyor.
Bize zamansız veya bütün uygarlıkları kapsayan kavramlarmış gibi sunulan din ve sekülerlik, “dinsel şiddet” mitinin inşasında kullanılıyor. Yazar, zamansız ve kültürlerarası bir din kavramı bulunmadığını savunuyor. Buradan yola çıkarak seküler şiddetle dinsel şiddetin arasını ayıran ölçütlerin var olmadığını çıkarsıyor. Bu ayrım, koşulların belirlediği güç dağılımına göre öznel (taraflı) olarak, tutarsızca yapılıyor. Bir dinsel şiddet miti inşa etmek, bir dinsel ötekinin tanımlanmasına yarıyor. Kendisini uysal, barışçı, seküler olarak (yine öznel) tanımlayan Batı, böylece kendisine benzemeyeni “fanatik, uzlaşmasız, yıkıcı” olarak gösterebiliyor. Kendisine, yani seküler olana benzemeyeni dinsel olarak tanımlıyor. Ancak dinselliğin genel geçer olduğu iddia edilen tanımları karşısında seküler düzeni de bir din olarak sınıflandırmak zorunda kalıyoruz. Bu durumun sözcük oyunları ve eğreti kavramsallaştırmalar arkasına gizleniyor olması, seküler toplumların başvurduğu şiddetin dinsel şiddetten bir farkı olmadığını görmemizi zorlaştırıyor.
“Dinsel şiddet” mitinin bir şubesi olarak “dinsel savaşlar” anlatısı, Batılı seküler hiyerarşi biçimlerinin barışçıl olduğu fikrinin kabul ettirilmesi için kullanılıyor. Liberal devletlerin yaptığı gibi, dinden kaynaklanan tehlikeli eğilimleri seküler politikanın akımlarından olarak ayırarak nihai “dünya barışına” ulaşılacağı yanılsaması yaratılıyor.
Yazar kitabın birinci bölümünde dinin tanımına işlevselcilik, özcülük gibi farklı yaklaşımları değerlendiriyor ve yapılan tanımların tutarlılığını sınıyor. Örneğin işlevselci yaklaşımın tanımına göre kapitalizm, komünizm, milliyetçilik gibi seküler görüngülerin de birer din olduğunu kabul etmek gerekiyor. Buna rağmen işlevselci yaklaşımı benimseyen sosyal bilimciler, üç dinle modernizmi ayırmak için bu üçünün gerçek bir Tanrı kavramına sahip olduğunu ama modernizmin tanrısının yalnızca bir mecaz olduğunu söyleyerek gerçek bir ayrım yapmış olmuyorlar. Zaten din olgusunu tanımlamaya yönelik hiçbir ciddi girişim Tanrı kavramını merkeze koymuyor. Ben de bunun doğru bir yaklaşım olduğunu ve din olgusunun Tanrı kavramına başvurmadan tanımlanabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bize pratik bir kestirme de sunuyor: Sosyal bilimciniz Tanrı’ya başvurmadan nesnel bir din tanımı yapamıyorsa başarısızdır, geçiniz…
Dolayısıyla kitabın en azından birinci bölümünün okunması gerekiyor.
Bu kitabın bizim için, Türkler için, Kuran bağlıları için, Müslüman okur için veya dünyayı anlamak isteyen uyanık yurttaş için önemi şurada: Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra dinlerin şiddete yol açtığını öne süren akademik yayınlarda belki patlama denecek bir yoğunlaşma oldu. Ancak ne Batı’da, ne de Türkiye’de bu savın sağlıklı bir çözümlemesi yapılmadı. Türkiye’nin yeni kuşağının çoğunluğu en geniş, en bağışlayıcı ölçütlere göre bile Müslüman değil artık. Pek çoğu kendini ateist olarak tanımlıyor. Ezici çoğunluğu ise “Tanrı’nın elçileri” kavramına yaşamında yer vermeye niyeti yok. Bu duruma varmamızdaki en önemli etmenlerden birinin dinlerin şiddete veya saldırganlığa veya fanatizme özendirdiği aşılaması olduğunu düşünüyorum. Bu aşılamaya karşı koyacak tezler ise asla topluma mal olmadı, okur-yazar kesime ulaşmadı, iyi eğitimli kişilerce bilinir olmadı. Bir zamanlar etkisi altında olduğum bu aşılamanın kocaman, örgütlü bir sahtekarlık olduğunu geç de olsa anlamış biri olarak bu konuda en azından söz söyleme sorumluluğumu yerine getiriyor ve bu kitabı İngilizce bilenlere zorunlu okuma olarak yazıyorum!
Kuran Bağlısının Asgari Donanımı yazıma Batı’nın geçirdiği Aydınlanma aşaması hakkında genel bir bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemiştim. Bu kitap bu donanımı kazanmamıza katkısı olacak önemli bir kaynak. Bugün içinde bulunduğumuz ahlaki tartışma ve çekişmeleri anlamak için tarihsel arka planını görmek gerekiyor. Ve bu tarihsel süreçte din adı verilen kapsamın küçülüp bambaşka bir şeye dönüştüğünün, yalnızca isimlerin yer değiştirdiğinin bilincinde olmamız gerekiyor. Değilse, Kuran’ı uygulama olasılığımız gerçekleşmeyecek. En basitinden Kuran’ın tağut dediği şeyi görüp sakınma şansımız olmayacak.
Bu kitabın öncesinde Brad Gregory’nin Unintended Reformation kitabını okumuştum. Kilise Reformunun ve Batı Aydınlanmasının ezberlerini sorgulayıp tarihsel bakış açılarındaki dönemsellik hatalarına dikkat çeken bir kitap. Bu kitabın kimi yerinde Cavanaugh’a kritik göndermeler yapılıyordu; dikkatimi çekti. Okuyunca gördüm ki çok önemli bir şey söylüyor. Cavanaugh’ın kitabı İngilizce konuşan ülkelerde çok okunmuş, tartışılmış. Bir Kuran bağlısına, bir Batılıya olduğundan çok daha derinlikli bir bakış açısı kazandırabilecek bir kitap. Ne var ki Türkiye’de basmalarını önerdiğim birkaç yayıncının kavrama düzeyini aşan bir kitap olduğunu anladım.
Vereceğim bilgiler bu kadar. İstemlerim: Paraya tapmayan bir yayıncı biliyorsanız bu kitabı ona önerin veya benim önermeme aracı olun. Daha yüce işler yapabilecek kapasiteniz varsa bu kitabın birinci bölümünü Türkçeye çevir(t)in, internette yayınlayalım. (Bunun korsan bir yayın olacağını öne sürenlere not: Kitabın hem Türkçesini yayınlamayıp hem de toplum hizmeti olarak çevirenleri korsanlıkla suçlayacak olan yayıncı şirketin yaptığı, altını ve gümüşü biriktirip harcamayanların yaptığından farksızdır. Bu yayıncıları koruyan zalim fikri mülkiyet hukukunun yeri ayaklarımızın altıdır. Güle oynaya çiğnerim. Kuran’a aykırı olduğunu da düşünmüyorum.)