“Kuran’ı kitap sırasıyla mı okumalı, nüzul sırasıyla mı?”
“İniş sırası doğru ise, Hz. Osman bu kitabı neden şimdiki sırayla yazdırdı?”
Bu ve benzeri sorularla aşağıdakiler ilgisiz gibi görünse de çok yakından ilintilidir:
“Kuran neden konularına göre bölünmemiş?”
“Kuran neden daldan dala atlıyor?”
“Kuran’da neden konu sürekli değişiyor?”
“Muhammed’in kafası mı karışmış?”
“Evet, Kitap eksiksiz olarak korunmuş ama herhalde sırasını karıştırmışlar.”
“Kuran anlaşılmıyor, konu bütünlüğü yok.”
Bu yazıda bu soru ve savlara olgunlaşmış bir yanıt vermeyi denemeyeceğim. Bunun yerine bunlara yanıt vermek için önce halletmemiz gereken bir konudan söz edeceğim. İniş sırası olarak anılan ve üzerinde uzlaşma olan bir sıranın olmaması bir yana, iniş sırası olarak geleneksel kaynaklarda sunulan sıraların hepsi yanlıştır. Bu yanlışlık o kadar kolayca görülebiliyor ki, şimdiye değin bu yanlışlığı gösterdiğim kişiler sanırım ne tepki vereceklerini bilemediler. Ünlü Apollo görevlerinin video görüntülerini hiç sorgulamamış bir kişiye iki saniyelik bir video gösterince yaşadıkları dumura uğrama durumuna benzetiyorum bunu: Videoda Ay yüzeyinde astronotun rüzgarıyla dalgalanan bir bayrak görülüyor.
“İki saniyelik basit bir görüntü Yirminci Yüzyıl tarihinin önemli bir bölümünün silinip yeniden yazılmasını gerektirebilir mi?” O tarihi gerçek bellemiş kişilere haklı olarak çok ağır gelen bir soru.
“Üç cümleyle ortaya konabilen bir çelişki koskoca nüzul sırasını çöpe atmayı gerektirebilir mi? Bunu şimdiye dek hiç kimse fark etmemiş olabilir mi?” Benzer bir soru…
İniş sırasının yanlış olduğunu gösteren iki kanıt, üç ipucu sunacağım. Kuran çevirinizi önünüze açıp takip ediniz lütfen.
İniş Sırası Baştan Hatalı
Birinci Kanıt:
İlk indiği öne sürülen 96. Sure’den sonra 68. Sure’nin indiği söyleniyor. Sözde ikinci sıradaki sureyi okurken “Eskilerin efsaneleri”nden söz edildiğini görüyoruz. Yani daha ikinci surede Muhammed’e “Bunları çok duyduk, Tevrat’tan, İncil’den kopyaladın” diyorlar. “Bak Samuel Noah Kramer diye bir adam var, Muazzez İlmiye Çığ diye de bir kadın var, bunları Sümer mitolojisinden arakladığını kanıtladılar” diyorlar. Oysa Alak ve Kalem surelerinin içeriğine baktığımızda eskilerin masallarını göremiyoruz. Muhammed, geleneksel anlatıya göre ilk iki sureyi iner inmez çevresindekilere okuduğunda, aralarında kimisinin bu iki surenin içeriğini daha önce duyduklarını öne sürmeleri gerekiyordu. Tevrat’ta ve İncil’de bu iki surenin benzerini göremiyoruz. Sümer efsanelerinde de göremiyoruz. Geleneksel iniş sırasına göre tarihi olaylardan veya kişiliklerden söz edildiği ilk örnek Firavun’un adı; sözde üçüncü sırada inen 73. Sure’de görüyoruz. Ancak orada da Firavun’un yalnızca adı var. Ne yaptığı, neden suçlu olduğu bilgisi yok. Kaldı ki geleneksel anlatıya göre Muhammed’in daha ilk sureden başlayarak çevresine okumuş olması gerekiyor.
68:1 ayetine baktığımızda “Kalemin yazdıklarının” tanık gösterildiğini görüyoruz. Bu demektir ki Muhammed’in kalemi bu ana dek bir şeyler yazmış olmalı. Ve bu yazılanlar Muhammed’in deli veya şarlatan olmadığına tanıklık edebiliyor olmalı. Kalem Suresi’nin ilk ayeti indiğinde, Kitap’ın yüklü bir bölümünün inmiş olması gerekli. Yalnızca 96. Sure yazıldı ise yalnızca bu surenin tanık gösteriliyor olması bir zorunluluk oluyor. Bu da çok akla yatkın görünmüyor.
Muhammed’in eskilerin masallarını okumakla suçlandığı 68:15 ayetinde “eskilerin masalları” olarak çevrilen ifade “esatiru el evveline”. Esatir sözcüğü ile birinci ayette kalemin yazdığı satırları anlatan yesturune sözcüğünün kökteş olması rastlantı olmayabilir. Hatta büyük olasılıkla rastlantı değil. Muhammed’in o ana değin yazdıkları, Sümer mitolojisinde veya Tevrat’ta anlatılan öykülerin benzerlerini içeriyor olmalı. Bu da Alak’ın birinci, Kalem’in ikinci sırada indiği savını çürütür.
İkinci Kanıt:
Sözde üçüncü sırada inmiş olan 73. Sure’de Ulak’a gece kalkıp çalışması, yani Kuran’ı çalışması söyleniyor. Yalnızca üç kısa sure inmiş olsaydı gündüz çalışması yeterli olurdu. Yoldaşları gibi günde iki kez çalışması Ulak’a yeterli gelirdi. Yeterli gelmiyor olacak ki gece saatlerini ayırması gerekiyor. Öyleyse bu sure indiğinde Muhammed’in önünde iki-üç kısa sureden çok daha fazlası birikmiş olmalı. Muhammed’in elinde yalnızca 96., 68. ve 73. sureler varken bundan ne anlaması gerektiği belirsiz görünüyor.
“Sana ağır bir söz bırakacağız” denilmesi buna olası bir itiraz olabilir. Yani ağır söz daha bırakılmamış, gelecekte bırakılacak… Bunun tam da başlangıç sırasında inebilecek bir ayet olduğu öne sürülebilir. İlk bakışta mantıklı görünüyor. Ama Elçi’nin Kuran’ı nasıl çalıştığı ve nasıl öğrettiği üzerinde gerçek anlamda kafa yorduğumuzda bu itirazın geçerli olmayacağını görebiliriz. Bizin bugün Kuran’ı nasıl çalıştığımızı düşünmemiz yeterli. Bir konu birden fazla sureye yayılmış olarak anlatılıyor. Bu durumda sureler arasında çapraz bağlantılar kurmaya çalışıyoruz. Sözcük dizinleri çıkarıyoruz, benzer ifadeleri tarıyoruz, farklı parçaları farklı yerlerde anlatılan kıssaları kronolojik sıraya koyuyoruz, yeni öğrendiğimiz bilgiyle sureleri yeniden okuyup daha iyi anlıyoruz. Bizim yöntem ve gereçlerimizle olmasa da Muhammed bunların hepsini yapmış olmalı; bu demektir ki kesinlikle yaptı. Biz bilgisayarla, dizinlerle, çevirilerle, dilbilgisi kitaplarıyla ve sözlüklerle çalışıyoruz. O da kendi yöntemiyle çalıştı. Hangi yöntemle çalıştığının hiçbir önemi yok, sonuçta önünde anadilinde bir metin var. Metni hepimizden daha çok çalıştığı ve daha iyi anladığı ortada. Bunlar zaman alan işler, onun için de gece kalkması gerekti.
Kısacası ağır sözün gece çalışmayı gerektirecek denli uzunca bir bölümü çoktan inmiş olabilir. Muhammed gece çalışıp inmiş olan bölümü çok iyi öğrenecek ki, üzerine eklenecek parçalarla çalışıp öğrenmiş olduğu parçalar arasında hızlıca bağlantı kuracak. Hani öğrencilere dönemin başında işi sıkı tutması söylenir ya… Çünkü ağır bir derstir ve temel konuları iyi öğrenemeyen, dönemin sonuna doğru işler karmaşıklaştığında gerekli bağlantıları kuramayacak ve dersi anlayamayacaktır. İşte o zaman sınav da yaklaştığı için iki ayağı bir pabuca girecek ve akşamları hem dönemin başındaki konuları yakalamaya çalışacak, hem de yeni konuları üzerine eklemeye çalışacaktır. Tanrı’nın Elçisi’nin bu duruma düşme lüksü yoktu elbette. Kendisine sorulan bir soruya “oraya daha çalışmadım” veya “dur ilgili ayete bir bakayım” gibi yanıtlar verme seçeneği yoktu. “Tak” diye yanıt veya karşılık vermesi gerekiyordu. Verdi de.
İlk üç surede göze batan bu iki çelişki, iniş sırasının yanlışlığını kanıtlamaya yeter. İncelemeyi sürdürürsek başka çelişkiler de bulabileceğimizi sanıyorum.
Daha Fazla İpucu
Bir: Kitap Sırasındaki Görmezden Gelinen Uyum
Kitabın başında bizi Fatiha ve Fatiha’nın içinde kimin ağzından yazıldığı şimdilik belli olmayan bir yardım çağrısı karşılıyor. “Bizi dosdoğru yola ilet.” Sayfayı çeviriyor ve okumayı sürdürüyoruz. “İşte kitap! Onda kuşku yoktur. Sorumluluk bilinci taşıyanlar için yol gösterendir.” Çağrıya yanıt gelmiş görünüyor. Kitap, kapağını kaldırıp kendini okumaya başlayana böyle tanıtıyor. “Birileri beni çağırdı, ben geldim.” Veya “Ben beni çağıranlara geldim, onlar da şu kişilerdir…” Müthiş bir giriş… Başlangıçtaki bu anlamlılık Bakara’yı okumayı sürdürdüğümüzde gelişip derinleşiyor. “Bu kitap şu kişilere yol gösterir” dedikten sonra o kişileri, onları aldatanlar hakkında uyarıyor (2:8-20). İnkarcı da dediğimiz sahtekarları (hazır yiyiciler, topluma yük olan suçlular) anlatarak başlıyor çünkü doğruyu bulmak isteyen temiz insanlara (1:5-7) önce içinde bulundukları kötülüğü göstermek, onları nasıl aldatıldıklarına uyandırmak gerek. Bugün temiz olmak isteyen insanları uyarmaya nasıl kirlendiklerini anlatarak başlamalı. Modern yaşama sömürücülerin egemen olduklarını göstererek başlamalı. İyi insanlar yalan ve sahtecilik ile örülü bir ortamda yaşadıklarını fark edemezlerse Kuran bir işlerine yaramaz. Kulluk ve elçilik kavramına kısa bir girişten sonra insanın öyküsüne ilk insan kuşağının yaratılışıyla başlıyor (2:30+). Adem nasıl kirlendiğini anlıyor ve temizlenme iradesi gösterdiği için bağışlanıyor. Yani bu örnek gösterilen Adem 1:5-7’de arınma yolu arayanlardan biri imiş. Hemen arkasından Adem olarak kişileştirdiği insanın öyküsünü elçilere arkasını dönen Yahudi toplumu üzerinden anlatıyor. Yahudi toplumunun 1:5-7’de arınmayı arayanlardan olmadığı, onları arıtacak elçileri geri çevirmeyi seçtikleri anlatılıyor. Deyim yerindeyse Adem şablon, kural. Yahudiler ise Adem’in olumsuz örneği. Ve en önemli, en çekinilesi örnek ilk olarak anlatılıyor. Arkasından Nasrani olarak andığı, bizim Hristiyanlar olarak bildiğimiz topluluktan söz ediyor. 2:47-146 arasına geldiğimizde, Tanrı sözü olduğu düşünülen bir kitap varken neden yenisinin indirildiği sorusu yanıtlanıyor. Ardından “Bu öncekiler, elinizde tuttuğunuz bu kitaba bağlanırsanız size uymazlar ve sizi vazgeçirmeye çalışırlar” deniyor. İlerleyen ayetlerde bu yeni (aslında eski) ahlakın nasıl öğretileceği ile ilgili bilgilerin yanında (salat, Hac, mescit) yasaları sayılmaya başlanıyor. Bu yasalar, öncekilerin uymayı bıraktığı yasalar. Ve sure biterken 1:5-7’de doğru yol için Tanrı’yı bilerek veya bilmeyerek çağıran kişilerin bir başka seslenişini duyuyoruz: “Bizi bizden öncekilerin düştüğü hatalara düşmekten koru” (2:286).
Sure içinde özellikle 2:238-239 bölümünde, aile hukukundan söz ederken konunun birden bire namaza, oradan geri aile hukukuna döndüğünü, dolayısıyla Kuran’ın bu kafa karışıklığının açıklanamayacağını düşünenler var, eminim. Şimdilik orada gördükleri salat sözcüğünün namaz olmadığını, Kuran dersi olduğunu söylemekle yetineyim. Salat konusunda ayrı bir yazı yazmam gerekiyor. O iki ayetin Kuran eğitiminden söz ettiği fark edildiğinde hiç de bağlamdan kopuk, sarhoş ayetler olmadığı görülecektir.
İkinci sure bitti ve yolu bulmak için kıvrananlar artık neyle karşı karşıya olduklarını çok iyi biliyorlar. Uyacakları ahlak ana çizgileriyle serildi. Nereden gelip nereye gittikleri bildirildi; uzay-zaman düzleminde bulundukları varoluş noktasını az çok anlamlandırmaları sağlandı. Kendilerini sömürmeye kalkacak, işlerini bozmaya çalışacak, onlara komplo kuracak olan kötü yürekli kişilerin varlığı konusunda uyarıldılar. Buna karşı dirençli olmak için nasıl çalışmaları gerektiği özetlendi. Buldukları kitabın amacını ve kapsamını biliyorlar artık. Kuran’ın kapağını kaldırır kaldırmaz bu aydınlanmayı yaşadığımızı iddia etmiyorum elbette.
Bugün bu anlam bütünlüğüne ulaşabilmek için çoğumuzun kitabı yeniden ve yeniden okuması ve çalışması gerekmesinin nedeni yine kitabın başında sözü edilen komploculardır. Bunlar biz daha dünyaya yeni geldiğimizde kitabın üzerine anlamı gizleyen örtüleri çoktan atmış ve bu örtülerin kalkmaması için canla başla çalışıyorlardı. Böyle bir yeryüzüne doğduk. Kötülüğün varlığına inanmak istemeyenlerin Kuran’dan bir payları olduğunu düşünmüyorum.
Kitabın girişindeki bu bütünlüğü göremeyişimizin nedenleri ortada. İniş sırası denen uydurma da bu nedenlerden birisi. Çünkü bizi kalıpların içinde kalmaya zorluyor. Bizi nüzul sebeplerine, hadise, Yahudi, Hristiyan, Zerdüşt ve tasavvuf bulaşıklarına, içrek (ezoterik) öğretilerin etkisine girmeye yöneltiyor. Örtünün farkına varmak için o örtüyü bir parça kaldırmış olmak gerekiyor; tuhaf bir ironi.
İki: Bildiri Daha İlk Sureden Başlamış Olamaz
Siyer öykülerini doğru kabul ettiğimizde Ulak’ın işini nasıl yaptığını, yani insanların dinlerini nasıl değiştirdiğini gözümüzde canlandırma gereği duymuyoruz. Siyer ve Sünnet’in etkisindeki kişiler gördüğüm kadarıyla Kuran’ın dilinin ve içeriğinin soyutluğu ile tarih ve söylenti kitaplarının somutluğu arasındaki karşıtlığı fark edemiyorlar. Üstüne üstlük Kuran’ın sözünü etmedikleri biçimleri, ayrıntıları Tevrat ve benzer kaynaklardan tamamlama gibi korkunç işlere kalkışıyorlar. Eyüp’ün derdinin ne olduğunu merak edip Tevrat’a Tevrat-Talmud kökenli hadislere bakıyorlar. Veya Musa’nın yol arkadaşının kim olduğu veya Adem’in “eşinin” adı veya Kabe’nin çevresinde kaç kez dönüleceği veya rekat sayısı… İneğin rengini soruyor ve söylenti ve efsanelere başvuruyorlar. Bu şekilde Kuran’ı anlayamazsınız.
Aynı yolu Muhammed’in veya öbür elçilerin işlerini nasıl yaptıkları konusunda da izliyor ve kaçınılmaz olarak Kuran’a aykırı sonuçlara ulaşıyorlar. Oysa yeterince çalışan için Muhammed ve öbür elçiler hakkında gerekli bütün bilgi Kuran’da var.
Muhammed’in daha ilk sureden başlayarak çağrı yapmaya başlamış olması olası değil. Çünkü birincisi Muhammed insanlara yeni bir ahlak öğretiyor. Aslında eski ama unutulan eskiyi hatırlattığı için yeni diyorum. Bu bir iki sureyle, hele kısa surelerle olacak iş değildir. Bir benzetmeyle anlatayım. Birisinin size komün yaşamını aşılamaya çalıştığını düşünün. Birkaç sayfalık bir broşür mü okur, yoksa saatler ve haftalar süren konferanslar, dersler verir, cilt cilt kitaplar okutur, uygulama için sizi komün içinde misafir mi eder? Elbette ikincisi. Adam sizin yaşamınızı yeniden inşa ediyor, bu hafife alınacak bir iş değil. Kenti bırakıp köylü olmaya çalıştığınızı düşünün… Komünist olmaya çalıştığınızı düşünün… Budist rahibi olmaya çalıştığınızı düşünün… Ama Muhammed’in elinde bugün bu dönüşümleri yapabilmek için gerekli yazılı metinlerin hacmine yakın bir şey yoktu, orta kalınlıkla tek bir kitap vardı. O da Kuran’ın özelliği ve özgünlüğü.
İkincisi, çağrı yapmaya başladığı anda soru yağmuru altında kalacağını biliyordu. Bu soru ve eleştiri akınına karşı koyabilmesi için elinde o anda gerek duyacağı geniş bir metin olması gerekir. Düşünün, yalnızca Alak Suresi ile neyin çağrısını yapabilir? Uzun uzun yorumlamaya gerek duymuyorum. Alak ve Kalem surelerini okuyun ve bu ikisiyle yeni bir ahlaka çağrı yapılamayacağını görün.
Kuran’ın kitap sırasıyla indiğini öne sürmüyorum. Elimde bir kanıt yok. Ancak yukarıda gösterdiğim üzere Fatiha, Bakara sırasıyla indiği söylense bile bu daha mantıklı ve tutarlı bir öykü olurdu.
Üç: İniş Sırasını Bilmemiz Gerekseydi Kuran’da Yazardı
Kuran’ın eksiksiz bir metin olduğuna güveniyorsanız iniş sırasının gerekli olmadığını kabul etmek zorundasınız. Muhammed, eliyle kaleme aldığı bu kitaba isteseydi veya kendisine öyle buyurulsaydı iniş sırasını not ederdi. Veya iniş sırasında yazardı. Bunları yapmadığına göre ve metin eksiksiz olduğuna göre “iniş sırası” diye bir bilginin ardına düşmemiz gereksiz. Ya Kuran’ın eksiksiz olduğuna güveniriz ve iniş sırası aramayız ya da Kuran’ın eksik olduğunu kabul ederiz; üçüncü seçenek yok. Püf noktası: Yalanlar her zaman gerçeklerden daha karmaşık olmak zorundadır.
Yorum
Elimizde kitap sırasından (resmî sıra) başka sıra olmadığı kabulü, bu kadarıyla kalmayacak elbette. Esbabı Nüzul (indiriliş nedenleri) diye elden ele dolaşan o tuğla gibi kitapları da atmamız gerekecek. Çünkü benim gördüklerim, yukarıda yanlışlığını gösterdiğim Alak, Kalem, Müzemmil sırasıyla inişin nedenlerini anlatarak başlıyordu. Farklı iniş sırası rivayetlerinin ilk üç sure üzerinde uzlaştıklarını görüyorum. Bu da hepsinin de daha başlangıçtan yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Yazının özü bu kadar. Bundan sonra söyleyeceklerim bu çelişkinin önemiyle ilgili yorumlarımdır.
Sık düştüğümüzü gördüğüm bir yanılgı var. Kimisi geleneksel olanı, “bin dört yüz yıldır var olan” varsayıyor. Üstelik bunu yaparken yazılı kayıtlardaki Moğol istilalarını, yakılıp yıkılan kent ve kütüphaneleri, şu veya bu nedenle kellesi uçurulan, sansürlenen, kitapları toplatılan bilginleri yok sayıyorlar. Bu olayların her biri küçük bir toplumsal bellek yitimidir. Aslında geleneksel olan, yalnızca bizden önceki kuşaktan bize iletilendir. Geriye baktığımızda gördüğümüz, tarihin ufkuna kadar geniş bir zaman dilimi değildir; yalnızca geri tarafta gördüğümüz, bir kuşak öncesinden bize iletilendir. Örneğin kütüphanelerde bulduğumuz birikim bize bir önceki kuşağın ilettiği birikimdir. İlahiyat fakültelerinin programı, bir önceki kuşaktan devralınan programdır. Daha öncesi hakkındaki bilgilerimiz de yine kütüphane raflarında veya ayaklı kütüphanelerin ağızlarındaki bilgidir; bunlar da bir önceki kuşaktan aktarılmıştır. Bu durumun tek istisnası arkeolojidir. Yani şimdiye dek keşfedilmemiş, kayda girmemiş yeni tarih bilgisinin üretildiği bilgi edinme yöntemidir. Bunun dışındaki tarih bilgimizin bütünü, önceki kuşağın bizim kuşağımıza aktardığı bilgidir. Yani önceki kuşaktan devraldığımız yazılı veya yaşanan bir gelenek için “bin dört yüz yıldır böyle” yorumunu yapmak çok büyük bir yanılgıdır. Babalarımız Kutlu Doğum Haftası nedir bilmezlerdi örneğin. Ama belki 2000 sonrası doğanlar Kutlu Doğum Haftası’nı kutlarken “Babalarımızdan böyle gördük” diyecekler. Ama bin dört yüz yıldır böyle yapıldığını varsayarlarsa hata olur, çünkü babalarını üzerinde buldukları (elfeyna, 2:170; vecedna, 7:28, 26:74, 43:22…) yolu izlemiş olacaklar; 1400 yıldır hiç değişmemiş bir uygulamayı değil. Kısacası, iniş sırasının yanlış olduğunu söylediğimde “1400 yıllık bir hatayı” düzeltiyor değilim. Başka bir söyleyişle, geleneksel yorumlardan uzaklaşmak koca bir tarihi reddetmek anlamına gelmek zorunda değil. Bu, iniş sırasının önemiyle ilgili birinci yorumum.
Klasik tefsirlere ve Türkiye’de Yirminci Yüzyıl’da yazılan bilinen tefsirleri karıştıranınız varsa, birçok yönden doyurucu olmadığını görmüşsünüzdür. Keçiboynuzu gibidir, bir çuval yersiniz, ağzınız anca tatlanır. Sayfalarca okursunuz, ancak bir iki yararlı bilgi veya yorum parçasına rastlarsınız. Asıl yapılması gereken, yani ayetlerin sözcüklerini, cümle yapısını, dilbilgisine başvurarak, yalnızca Kuran çerçevesi içinde kalarak anlama ve anlatma çabası neredeyse yok gibidir. Ortada iki kişinin olduğunun varsayıldığı ayet “Hepiniz oradan inin…” diye devam eder örneğin. Kişilerin sayısı ne zaman üçe çıktı da “Siz ikiniz oradan inin” demiyor ayet? Tefsirci gözünün önünde dalgalanan bunun gibi bayrakları görmez örneğin. Zihninin gerisinde hep kütüphanelerde bulduğu klasik kitapların yorumları vardır. İstilacıların veya diktatörlerin yakmayıp da bıraktıkları kitaplar. Bunun konuyla ilgisi şu: Doğru kabul ettiğimiz şeyler Kuran’ı anlamamıza engel olabilir. İniş sırasını doğru kabul edip Kuran okuma grubunuzla iniş sırasında çalışmaya başladığınızda, Alak, Kalem gibi surelerde kafanızda bir sürü soru işaretiyle birbirinizin yüzüne bakabilirsiniz. Bu yolla ilerlemenin sizi tatmin etmediğini hissedip “bir bilene sormaya” başlayabilirsiniz. Bir bilen katılır grubunuza, geleneksel yorumları size aktarır. Ve başladığımız yere döneriz… Kuran’ın üzerine atılan örtülerden bir kaçı yorum olarak, ayetlerin “göze görünmeyen anlamları” olarak kafamıza girmeye başlar. Birkaç okuma grubunda bunu gözledim; eminim ki binlerce okuma topluluğunda işler böyle yürüyor. İniş sırası da bu “bir bilen” abilerin, ablaların yineleyip türettiği yanıltıcı öğelerden biridir. İniş sırası iniş nedenini, iniş nedeni siyeri, siyer hadis ve Sünnet’i getiriyor, su iyice bulanıyor. Önceki yazılarımda açıkladığım üzere bunlar bir önceki kuşaktan bize aktarıldıkları biçimiyle Kuran’ı anlamamızdan çok yanılmamıza yarıyorlar. Konunun önemiyle ilgili ikinci yorumum da bu.
Bu yazıyı aynı zamanda iniş sırasıyla herhangi bir iş yapmaya çalışan, iniş sırasını Kuran’ın herhangi bir parçasını yorumlamak üzere veri olarak kullananlara her seferinde konuyu baştan anlatmamak ve kestirmeden bu yazının bağlantısını vermek için yazdım. Yazıyı sonunda kocaman bir soru işareti olan bir soru olarak da düşünebilirsiniz. Siz de bunun çözülmesi gereken bir soru(n) olduğunu veya benim saptamamın doğru olduğunu düşünüyorsanız, iniş sırasıyla iş yapmaya çalışanlara bu yazıyı bir soru olarak yöneltin. Bu yazının çürütüldüğünü görmek beni üzmeyecektir.
***
Küçük bir not: Burada andığım çelişkiyi keşfeden ben değilim. Bunu kendileriyle çok kısa bir süre Kuran çalıştığımız arkadaşlar fark ettiler. O arkadaşlara teşekkür ederim. Bu arkadaşların birinin Kuran’ı düzenli okumayan, kenardan bize “maydanoz olan” bir “çömez” olduğunu söylemek istiyorum. Varsayımların koşullandırmalarından kurtulup küçük uyanışlar yaşamamız bazen konuya görece yabancı veya bütünüyle uzak birinin dürtüklemesiyle olabiliyor. Pozitif bilimlerde belki böyle değil ama sosyal bilimlerde böyle.
***
Güncelleme 01.01.2023
Mekki ve Medeni ayrımıyla ilgili de bir kaç not düşeyim. Bu ayrım kesinlikle kanıta dayanmaz. İniş nedeni olarak anlatılan olaylar 6300 küsur ayetin hepsini kapsamaz. Dolayısıyla klasik alimler tarihsel bile olmayan gerekçelere başvurmuşlar, sözgelimi metin incelemesi yapmışlar. Elbette metin incelemesinin sonucu kişinin anlama derinliğine göre değişecektir. Tarihsel gerekçeler de fiziksel ve mantıksal kanıta dayandırılmadığı ve söylentiden ibaret olduğu sürece kanıt sayılmaz. Böyle olunca birbirinden farklı sure listeleri oluşmuştur. Sözgelimi 42. sure genelde Mekki sayılır. Oysa surede şunlar yazılıdır:
“Haksızlığa uğradıktan sonra kendilerini savunanlar; işte onlar suçlanmazlar. Ancak, insanları baskı altına alan ve yeryüzünde haksız yere saldıranlar suçlanırlar. Acı bir ceza, işte onlar içindir. Ve kim dirençli olur ve bağışlarsa; aslında, işte bu, gerçekten büyük işlerdendir.” 42:41-43
Suçluyu bağışlamak güçlünün işidir. Zayıfsanız size yapılan saldırıyı bağışlayamazsınız. Hakim sanığı bağışlayabilir; sanık hakimi bağışlayamaz. Tutsak alan tutsağı bağışlayabilir; tutsak kendisini tutanı bağışlayamaz. Bağışlamak ancak karşılık verme olanağınızın kesinlikle olduğu ama vermemeyi özgür iradenizle seçebildiğiniz durumlar içindir. Yalnızca özgür irade, yani üzerinizde ağır bir toplumsal baskı, yakın bir yenilme tehdidi olmayacak. Mekke’deki Müslümanların böyle bir durumu yoktur. Onlar zayıf bir azınlıktı ve denk karşılık verecek güçleri yoktu. Zaten oradan kaçmalarının nedeni buydu! Güçlü durumda olup da saldırganı bağışlamak çoğu insana ağır gelen, içine oturan bir iştir. Sabırlı/dirençli/dayançlı olmakla suçluyu bağışlamak arasına “ve” konmuş. Demek ki bu ikisinin aynı anda olma durumundan söz ediliyor. Denk karşılık verme ve cezalandırma olanağı olmasına rağmen bunu kullanmamayı seçmekten söz edildiği bellidir.
Bu surenin hepsi eğer aynı yerde indiyse Mekke’de inmiş olamaz. İşte bunu fark etmeyince Muhammed’in bir takiyeci, sinsi bir fırsatçı olduğunu öne sürenlere karşı söyleyecek bir şeyimiz olmuyor. Çünkü Mekke’de politik muhalefetle iyi geçindiği, Medine’de gücü eline geçirip ordu toplayınca rahatça saldırabildiği gibi bir izlenim ortaya çıkıyor. Muhammed böyle yaptıysa biz niye yapmayalım diyen günümüz cemaatleri de politik takiyecilikle, “Mekkede” zayıfken çiçek ve öpücük dağıtan, “Medinede” güçlenince zorba kesilen ikiyüzlülere dönüşüyorlar. Kısacası dayanaksız ve tutarsız Mekke-Medine ayrımı bize Gülen tipi takiyeciliği hediye ediyor. Bu örnekler “şeriat gelecek” paranoyasına dayanak yapılıyor, cemaatler saldırgan olmasalar bile potansiyel tehdit olarak gösteriliyorlar. Böylece kuşakları İslam’dan uzaklaştırıp ateşe göndermenin benzersiz bir aygıtı çoktanrıcıların eline verilmiş oluyor.
Üstad kafalar iyice karıştı yine. Allah aşkına biz hangi meali okuyalım söyleyin lütfen, bu işlere ciddi mesai harcayan, üreten birisinin siz.
Sakin olun. 🙂 Bence kafa karışıklığınızın nedeni benim söylediklerim değil, yalın olanı karmaşıklaştırmaya çalışanlar. Size bildiklerimi özetleyeyim. Bu mutlak bir liste değildir. Okumadığım mealler arasında bunlardan daha iyisi olabilir.
Ali Rıza Safa: Konuya yabancı olanların dinsel terim sandığı Arapça sözcüklerin Türkçe karşılıklarını yazıp terim olmaktan çıkardığı için, bir de hataları en aza indirdiği için en iyi çevirilerden biri. Hatalarını not alıp ayıklamakla özel olarak uğraştım çünkü iyileştirilirse açık ara elimizdeki en iyi çeviri olur. Dipnotları dikkate almayın. Bu meali kimse bilmiyor, kimse tavsiye etmiyor çünkü bu işler politik…
Edip Yüksel: ARS gibi o da yalın Türkçe kullanmaya çalışıyor. DİB’in ve mezhepçilerin yaptığı hataların pek çoğunu düzeltiyor. İlk başladığımda kuranmeali.org, kuranmeali.com gibi sitelerdeki meal listelerinin arasında en sağlam çeviri olarak sürekli gözüme çarpıyordu. Yüksel’i merak edip tanımam da o vesileyle oldu. En iyilerden biri. 19’la ilgili dipnotları ve kimi baskısında iki ayetin eksik olmasını dikkate almayın.
Y.N. Öztürk: Türkiye’nin en çok satan çevirisi olması içimi rahatlatıyor çünkü gerçekten en iyilerden biri. Birden çok anlama gelen ifadelerin olası anlamlarının hepsini taksim işaretiyle vermesi olumlu. Büyük bir kusuru, aynı Arapça ifadeleri farklı yerlerde farklı çevirmesi. Nadiren de olsa metinle hiç ilgisi yok gibi görünen hayal ürünü ifadeleri ayete ekliyor.
Muhammed Hamidullah: Aslında bu Hamidullah değil, onun Fransızcaya yaptığı çevirinin Türkçeye çevirisi. İki aşama atlamasına rağmen benim gördüğüm görece sağlam çevirilerden biri. Yorum dipnotlarını dikkate almayın. Dilbilgisiyle ilgili, metnin orijinaliyle ilgili bilgi veren dipnotları çok iyidir, hatta bence bütün çevirilerde böyle dipnotlar olmalı.
Hüseyin Atay: Görseller sayfasında göreceğiniz gibi sevdiğim kişilere içim rahat olarak tavsiye ve hediye ediyorum. Kapağını kaldırıp “Övgü, evrenin eğiteni, acıyan, acıyıcı olan, sorgulama gününün yargıcı Allah’adır” satırını görüp satın almaya ve okumaya karar vermem iki saniye sürdü. En büyük kusuru, aynı sözcük ve kalıpları farklı yerlerde farklı çevirmesi. Yani okuyan mesajın özünü güzelce anlıyor ama farklı bölümler arasında bağlantı kurma konusunda eksik kalıyor. İddiaya göre bu adama yayıncılar sansür uyguluyorlar ve kitaplarını basmıyorlarmış. Bu yüzden çocukları kendi yayınevlerini kurmak zorunda kalmışlar. Eğer doğruysa sırf desteklemek için satın alınmalı.
Muhammed Esed: İngilizceden Türkçeye yapılmış çevirinin çevirisi. Kusurları şu anda aklıma gelmiyor, yine en iyilerden biri sayılır. Dipnotları bana çok şey öğretti.
İhsan Eliaçık: Çok zararlı işler yapan bir adam ama çevirisinin farklı bakış açıları kazandırma veya merak uyandırma gibi bir yararı olabilir. Çok fazla Arapça sözcük kullanması büyük kusur. Kimi yerde orijinal metinde olmayan ifadeleri eklemesi kötü. Bulabilirseniz tefsirsiz baskısını alın.
Ali Bulaç: Adamı sevmem, gerçi cemaatçilerin hiçbirini sevmem ama yaptığı çeviri fena değil. Diğerlerinin arasında gözüme batmasının nedeni, hemen herkesin çuvalladığı kimi ayeti düzgün çevirmesi. İlk beş çevirinin yanında, takıldığımız ayetlerde bir fikir edinmek için bakabiliriz diye düşünüyorum.
Erhan Aktaş: Bana bir kaç kişi hararetle tavsiye etti ama hızlıca göz gezdirince neden tavsiye ettiklerini anlayamadım. Çok fazla Arapça sözcük dolu. Sözcük denkliği yazımı kendisine gönderip Arapça sözcükleri Arapça bırakmasının büyük hata olduğunu anlatmaya çalıştım. Umursar görünmedi.
Hakkı Yılmaz: Sırası yanlış. Çok Arapça. Hep zaman kaybı olarak gördüm, oturup okumaya bir türlü ikna olmadım. Yorumlarını ilgiyle okuyorum ama çeviri olmamış.
Ali Akın: Değeri bilinmemiş aydınlık adamlardan. Kitaplarını (bulabilirsem) okuyorum ama meali tam bir düş kırıklığı oldu. Kenarda başvuru olarak bulunabilir belki.
Elmalılı: Görebildiğim kadarıyla hatası az ama bir kere metin Türkçe değil, okuyan hiç bir şey anlamayacaksa anlamı yok. Çevirmezseniz hata da yapmazsınız, öyle değil mi? Elimizde Osmanlıca sözlükle meal okuyacak halimiz yok. Zaten bu yolla bir şey anlaşılmaz. Zamanı için iyi bir çeviri olabilir. Görevini yapmıştır, artık emekliye ayırmalıdır. Bugün için ilk yirmiye bile girmez.
Parantezli çeviriler: Çoğu yanıltıcı ve onarması güç hasarlara yol açıyor. Salih Akdemir’in parantezli çevirisi belki işe yaramaz değil ama benim için çok büyük düş kırıklığı oldu.
Çeviri dipnotları: Hüseyin Atay’ın, Mustafa İslamoğlu’nun, Erhan Aktaş’ın, Muhammed Esed’in çevirilerini dipnotlarından yararlanmak üzere arşive eklemekte yarar var. Quranix.org, kuranmeali.com gibi sitelerde bazı dipnotlar var. Bütün dipnotların öznel yorumlar olduğunu ve yorumla çevirinin teknik olarak aynı şey olmadığını aklımızdan çıkarmayalım.
Çok teşekkür ederim, emeğinize sağlık.
Peki kurantercume.blogspot.com daki meali okudunuz mu ?
Haberim var. Ortaya çıkardığı şey olumlu. Çeviri olarak kabul edilemeyecek yorumlar kattığı yönünde bir eleştirim oldu. Eleştirime hak vermediği veya haksızlığını göstermediği için zaman ayırmadım. Zamanım olunca incelemek üzere arşivde duruyor. Metinde olmayan ifadeleri, sözcükleri kattığınızda bu bir çeviri değil bir tür yorum olur. Yorum yazılmasına karşı değilim. Ahmet Hulusi benzer bir şey yazdı ve bunun meal veya çeviri olmadığını, kendi yorumu olduğunu açık açık söyledi mesela. Ama yoruma “meal” veya “çeviri” adı verdiğimiz zaman “herkes Kuran’ı kafasına göre anlıyor” eleştirisine maruz kalacağımızı kendisine söylemiştim. Aşağıda örneğini gördüğümüz gibi. İhtiyacımız olan Türkçe metin, her bir satırında Arapça orijinalini açıp bakma gereği hissettirmeyen, sayfada gördüğümüz ifadelerin orijinal metnin Türkçe görüntüsü olduğuna güven veren bir metin. Yani orijinal metnin Türkçe görüntüsünü hiç anlamıyorsa ancak o zaman Arapçasına bakacak. Örneğin “eslem” sözcüğünü “esenle” diye, “selam” sözcüğünü “esenlik” diye çevirir ve bırakırsınız. Artık okur “esenle” eylemini gördüğü yerde de, “esenlik” adını gördüğü yerde de aynı kavramdan söz edildiğini, orijinal metinde de buna paralel kökteş sözcüklerin bulunduğunu bilir. Böylece Kuran esenlik sözcüğüne görünenden farklı bir anlam yüklüyorsa (salatta olduğu gibi) okur bunu Türkçe metnin içinde kalarak keşfedebilir. Elbette böyle bir çevirinin her sayfası çeviri gerekçelerini bildiren dipnotlarla dolu olacaktır. Bu da kötü bir şey değildir. Ters bir örnek olarak Kevser suresini verebilirim. Geleneksel çevirileri okuyanlar hiç bir şey anlamıyorlar. “Tükenmeyeni verdik, öyleyse namaz kıl ve kurban kes…” Ne ilgisi var? Ne anlatılıyor burada? Kurantercume.blogspot.com.tr burada yarı-doğru bir iş yapmış. Salatı “rabbinin mesajını aktarmaya devam et” diye çevirmiş. Anlamı yakalamış ama aynı sözcüğü Cuma-9’da “vahiy dersi” olarak çevirmiş. Okurun bu ikisinin kökteş sözcükler olduğunu veya aynı sözcük olduğunu anlaması gerekiyor. Örneğin Kevser’de “izlengiyi öğret”, Cuma’da “izlengiye çağrıldığınızda gidin” diye çevirdiğinizde taşlar yerli yerine oturacaktır. Veya Kevser’de “sözü ilet”, Cuma’da “sözü dinlemeye çağrıldığınızda gidin”, Bakara 3’de “dosdoğru söz dinlerler”. Bunlar yalnızca örnek. Türkçede izlengi diye bir sözcük olmaması, anlaşılmasını engellemiyor. Türkçe bilen herkes bunun anlamını çıkarabilir. Çevirinin bütününü okursa çok kolay çıkarır. Bugünkü Araplar da “salat” okuyunca namaz anlıyorlar; yani orijinal anlamı anlamıyorlar. Bu yüzden onların işi belki daha bile zor. Çünkü çeviri hatalarını düzeltme diye bir şansları da yok! Salatı nasıl anlarlarsa anlasınlar metinde salat olarak kalacak. Kitabın yabancı dilde olmasına lanet edip umutsuzluğa kapılanlar işin bu yönünü hiç düşündüler mi? Görüldüğü gibi her zorlukla bir kolaylık var.
Bakara 158 çevirisiyle ilgili olarak ikinci söylediğim şeyi yineleyeceğim: Gerekçeli çeviri olmalı. Okur neden herkesten farklı çevirdin sorusunu ille soracak. Soruyu yanıtsız bırakıp okurun seni ciddiye almaması ve çevirini çöpe atması veya yanıtı hemen dipnotta vererek onu kazanmak senin seçimin. 2:158’in çevirisi kitabın bağlamında yerine oturuyor ama dilsel kanıtları sunulmadığı sürece yanına bir soru işareti koyacağım. Bu soru işareti benim bu çeviri üzerinden ilerlememi engelliyor. Bu kadar çok bilinmez varken bu çabayı gösteren kişiye yardımcı olmam da, metinden yararlanmam da çok zor.
Çeviri veya meal olma noktasında haklısınız.cevirisine kendi anlayışıni ve gunumuze göre yorumlanmasini da ilave etmis.Bu durumda da ceviri olma ozelligini yitirmisYukarıdaki tesbitlerinize katılıyorum. inşallah dediğiniz şartlara uygun gerçekten hem insanın içini giciklatmayacak ,arapca kelimelerin birebir karsiliklari olan kelimeler hem de gunumuzdeki gibi kes,kopyala,yapıştır mantığıyla hazırlanmamis mealler hazırlanır. Saygılarımla.
Mealde dikkati ceken husus ;Salat,tesbih,ruku,secde,iman,mumin,kafir,hamd,şükür vb arapca kelimeleri birebir Turkce karşılıkları ile çevirmiş .Ayrıca diğer metinlerde var olan anlatım bozuklukları giderilmiş. Yalın ve anlaşılır ve gunumuze hitap eden dil kullanılmış.
kurantercume.blogspot.com da bakara 158. Bu sistemi öğrenip yaşamak isteyenlerin kafasının karışmasını zararı yoktur. Kafa karışıklığından sonra netleşmek Tanrı’nın öğretme yöntemlerindendir. Elbette Tanrı gerçeği öğrenmek için çabalayanların farkındadır, onlara karşılık verir.
///////kuranmeali.com bakara 158 Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah’ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.
HOCAM .İLK SİTE DE HİÇ BİR ARAPÇA KELİME YOK NE NEYE KARIŞILIK GELİYOR AÇIKLAMAMIŞ.YANLIŞTIR DEMİYOR AMA BU BANA YETMEZ .BUNA KÖRÜ KÖRÜNE İNANMAK GEREK Kİ ZATEN BUNU İSTEMEDİĞİMİZ İÇİN BU YOLA GİRDİK.((BU ARADA SİTEYE GİRİŞ YAPMADAN DİREK LİNKLE GÖREBİLDİKLERİM BU KADAR))BENİM KAFAM ÇÖP TORBASINA KOYULUP ÇÖPE ATILMA KIVAMINA GELDİ :(((
Haklısınız. Ben 13 yıldır Kurani inceleyen birisi olarak artık şu noktaya geldim.Önce kelimeyi alıyorum .kok anlamına bakıyorum. Neredeyse kuranda gecen her kelime ile ilgili kok ve semantik çalışması yapılmış. Sonra Kuranda gecen yerlere bakıyorum.Tek anlam üzerine odaklanıyorum.Eğer tek anlam Kuranin tamamında aynı kelime için oluşmuşsa zaten anlamda şüphede ortadan kalkıyor. Fakat tüm kelimeler için henüz onu yakalayamadım. 1400 yıldır kitabı örte örte bugünlere gelindiği için ve Kuran çalışmaları yeni başladığı için biraz daha zamana ,sabra ve çalışmaya ihtiyacımız var.Günümüzde, Kuranda gecen bir kelimeye bazen onlarca mana verilmiş. 1400 yıldır tüm yorumlayanlarin yorumlari esas kabul edilerek,herhalde atalar yanlış yapmaz diyerek tüm yorumlar ve manalar doğru kabul edilmiş ve böylelikle kurandaki kelimelerde cokanlamlilik oluşmuş. Örneğin salat kelimesin anlami 1400 senede 17 çeşit manaya ulaşmış. Yani eline aldığın cep telefonuna kimi telefon kimi televizyon,kimi yazıcı, kimi kitap, kimi video oynatıcı, kimi oyuncak dese bu kelimelerin karşılığı da senin dilinde bulunsa ki var zaten bu ne saçmalık dersin.cep telefonu farklı, televizyon farklı, yazıcı farklı,oyuncak farklı şeyler dersin.Bu sadece bir örnek.
KURANI KERİM METİNLERİNDEN ETKİLENMEMİŞ TAMAMEN DİL ÖĞRENMEYE YÖNELİK BİR ARAPÇA SÖZLÜK YOK MUDUR*.MESALA ELİMDE RAGIB EL -İSFAHANİ’NİN KURAN KAVRAMLARI SÖZLÜĞÜ VAR GRAMERİYLE ANLATIYOR AMA KURANI KERİM IŞIĞINDA YANİ ŞİMDİYE KADAR VERİLEN ANLAMLARIN DIŞINA ÇIKMIYOR VE BU DA BANA BİR ŞEY KAZANDIRMIYOR.
Bu satırları ben mi yazdım diye kendimden şüphe ettim… Demek ki birbirinden bağımsız olarak Kuran’ı Kurana bağlı olarak çalışan insanlar aynı/benzer bir yöntemde buluşuyor. Bu da “rivayetler olmazsa herkes kafasına göre anlam verir” tezini kendi kendine çürütüyor.
bravo(!), allah’ın elçisi(s.a.v)’nin sözlerini (haşa) beğenmediniz, kendiniz kur’an’a (haşa) mana vermeye çalışıyorsunuz. bu kadar kibir şeytanda yoktur. herkes kendi anladığını yaşasın o zaman ne güzel lan? bu hangi din acaba sorabilir miyim? islam olmadığı kesin çünkü. allah hidayet etsin.
Eleştirilerinizde yapıcı olursanız hepimiz için daha iyi olur.
Ne güzel söz “Allahin elçisini sözü”.Zaten tek derdimiz bu.Allahin elçisini sözü olan Kurani anlamak.Böylelikle bizi yaratan,yetiştiren, besleyen,büyüten, gözeten, yanin da vahiyde gonderen bizi saymakla bitiremeyecegimiz nimetlere boğan Allahin bizden ne istediğini bilmek.Onun rızasına dayalı bir ömür sürmek. Emin olun kendi adıma tek derdim bu.Rabbim akıl vermiş .”Akletmez misin ?”demis.Akletmeyelim mi?Tek gerçek dostumuz olan ,daima diri ve ölümsüz olan ,her an herşeye hakim olan ,herşeyden hakkıyla haberdar olan Rabbimize kulluk etmeyelim mi?Bizim islam dediğimiz şey Allahin sözü üzerine söz tanımamak ve yalnızca Allaha teslim olmaktır. Saygılarımla.
islam herşeyden önce teslimiyettir. kimse, “sakın aklını kullanma, sadece ne deniyorsa onu yap” demiyor. ancak insanoğlu denen varlığın gücü, kuvveti, sabrı vs. gibi aklı dahi mutlak değil sınırlıdır. doğal olarak bu cüz-i akılla anlaşılabilecek, halledilebilecek meseleler vardır; anlaşılamayacak meseleler vardır. kiminin de aklı az kiminin ise çoktur. bu kaideye uygun şekilde hareket edilmez de “ben aklımı kullanıyorum” diye küstahça inad edilirse sapıtıp gitmek çok müsait hale gelir. bkz. kur’an müslümanları.
rabbine kulluk etmek isteyen kişi, en başta samimi olmalı ve bizzat rabbinin indirdiği kitapta belirtildiği üzere “peygambere itaatin rabbine itaat olduğunun” bilinciyle hareket etmelidir. yoksa boş boş felsefe yapan yunan filozoflarından farkı kalmaz allah korusun.
Bu sitede Yunan filozoflarının adları anılıyor, karıştırırsanız görürsünüz. Kimi saçmalıyor, kimi doğru bir şey söylüyor. Doğru söylendiği zaman kulluk görevimizi yapıyor ve kulak veriyor, onaylıyoruz. Yanlış söylendiğinde kulluk görevimizi yapıyor, sözün sahibi babamız bile olsa eleştiriyor, yanlış olmuş diyoruz. Kitabı gelenekçi anlayışla okuyanlar akla güvenmenin sınırlarını tanımlamada çok başarısızlar. Var böyle bir sınır ama nesnel olarak çizemiyorsunuz. Benden daha akıllı kişiyi elbette dinlerim. Muhammed benden daha akıllıydı, kesin. Ama onun benden daha akıllı olduğuna yine aklımla karar vermek zorundayım. Hatta aklımı kullanmamam ve bir zombi olmam gerektiğine bile aklımla karar vermek zorundayım. Başka bir yol var mı?
demagoji yapmanın alemi yok.
“doğru söylendiği zaman kulluk görevimizi yapıyor ve kulak veriyor, onaylıyoruz. Yanlış söylendiğinde kulluk görevimizi yapıyor, sözün sahibi babamız bile olsa eleştiriyor, yanlış olmuş diyoruz.”
neyin doğru neyin yanlış olduğuna da siz karar verebiliyorsunuz demek ki??? işte dine bakış açınızdaki en büyük yanlış da tam olarak buradan kaynaklanıyor zaten. bu cüretkarlık adamı dininden eder. peygamber’e (s.a.v) adıyla hitap etme küstahlığı ise bu yoldan çıkmışlığın en büyük göstergesi olur.
Muhammet derken amcaoğlunu kastediyor olmalısınız. Zira peygamber efendimiz, Hz. Muhammet (s.a.v) dir. Arapçayı gelmiş geçmiş tüm mealleri yutsanız ne fayda böyle bir aymazlıktan sonra.
Kuran’ı benden daha çok çalışmış olan bir arkadaşım (Mahmut) buradaki iki kanıtı, özellikle ikincisini çürütemedi ama üzerinde çalışacağını söyledi. Unutmamak için kendime not olarak buraya yazıyorum.
emeğinize yüreğinize saglık anlamak isteyene sivrisinek saz olmuş anlamayana dövül zurna az gelir bazılarına
bir ayeti bir tercümeden tamam bu dememeliyiz