Edip Yüksel, karşısına aldığı ve aralarında dinlediklerimin, okuduklarımın da olduğu yirmi kişiyle “İslam’da reform” konulu internet söyleşilerinin ilkini yaptı (/watch?v=GIVXxffFBYc). Yine ahmaklık edip dinleme hatasında bulundum. Çektiğim acıyı hafifletmek için yazmam gerekti.
Tek bir noktaya dikkat çekeceğim:
Politik icraatlarından ne olduğunu bildiğimiz Hüda Kaya, İslam’da reform yapılmasının gerekçesi olarak Diyanet’ten atılan bir kadın memurun örneğini verdi. Dinlemeyenler için özetleyeyim, memur kısaca Diyanet’in doğrularını beğenmemiş, “dininiz buysa ben kafirim” demiş. Kaya ve Yüksel bu kişinin atılmasını eleştiriyorlar. Kaya ve Yüksel’in bugüne dek yazıp söylediklerine bakarsanız “özgürlük”, “çoğulculuk” sözcüklerini pek sevdiklerini, bunları ideoloji olarak Kuran’a eklediklerini görürsünüz. Hadisleri eklemiyor, bunları ekliyorlar. Peki bu anlatılan olayın özgürlükle ilgisi nedir? Yanılmayın, bu memur yurttaşlıktan atılmamış, hapse de girmemiş; yalnızca işten atılmış. Özgürlük dini bize şunu öğretir: “Hiç kimse dinini beğenmediği bir işyerinde çalışmak zorunda değil. Hiçbir işveren istemediği kişiyi işe alıp çalıştırmak zorunda değil. Kimse kimseye zorla bir iş yaptıramaz.” Durum böyleyken bunlar neyi eleştiriyorlar?
Bunlar aslında “özgürlük” adı altında basbayağı faşistlik yapıyorlar! Çalışanın kendi dinini Diyanet’e dayatabilmesi gerektiğini söylüyorlar. Diyanet, kurum dinini benimsemeyen memuru işten atamasın, ama o memurun dinine boyun eğsin istiyorlar. İslam’ın üzerindeki din adamı egemenliğini eleştiriyorlar. Diyorlar ki “İslam’ın ne olduğuna din adamları veya Diyanet karar veremez.” İyi de, bu memurun işten atılmasını eleştirerek İslam’ın ne olduğuna siz karar vermiş oluyorsunuz! Çünkü Diyanet’e “bu memurun söyleyip yaptıkları gerçek İslam’dır, sen ne hakla bu Müslümanı işten atarsın” demiş oluyorlar. İstiyorlar ki İslam’ın ne olduğuna kendileri ve seküler mahkeme karar versin ve bu memur işten atılamasın! Zaytung haberi gibi, şaka gibi, imamın ateist olma hakkını savunuyorlar. İşte bu dayatmanın, zorbalığın ta kendisidir. IŞİD’i ve “siyasal” İslamcıları sopa gibi yüzümüze sallayan ABD ve AB dostlarının, kendi dinlerini başkalarına dayatma hırslıları olduğunu bilmiyorum kaçıncı kez daha açıkça görmüş olduk.
Orası adamın işyeridir, kendi dininden olmayanı çalıştırmaz. Demokrasiyi, eşitliği, özgürlüğü bilmeyen eski dünyada da bu böyleydi zaten. Bir Protestan, kendisini işten atan Vatikan’dan yakınamaz. Buna özgürlük adına karşı çıkılamaz. Bu her çağdaş demokratik anayasanın kabul edilmiş ilkesidir. Buna ancak İslam adına, iyilik adına, Tanrı aşkına karşı çıkılabilir (ki üçü de aynı şeydir). Ama Tanrı’yı konuşmaya başladığımızda özgürlük ve çoğulculuk biter çünkü gerçek bir tanedir, sana göresi bana göresi olmaz. Bireycilik biter çünkü hepsi kendi tanrısına tapan kişiler bir toplum oluşturamazlar. Çatışıp ayrılmaları kaçınılmazdır. Tartışma, neyin gerçek olduğuyla ve dolayısıyla kimin yanıldığıyla ilgili olmalıdır, hangimizin gücünün yetip nitelikli çoğunluğu sağlayacağıyla (=demokrasi) ilgili değil. Ama bu hanımefendiler ve beyefendiler İslam’a özgürlükçülük gibi modern dogmaları sokuşturmaya çalışıyorlar, savunmalarını bu dogmatik ezberler üzerinden yapıyorlar. Kuran’da “insan haklarını” arıyorlar, “kadın haklarını” arıyorlar, “eşcinsel haklarını” arıyorlar, “ateist haklarını” arıyorlar. Güneşi balçıkla sıvıyorlar. Kuran’dan herhangi bir yargı çıkarmaya çalıştığınızda “katılmıyorum” demeyi bir görüş bildirmek sananlar, “sen öyle düşünmekte özgürsün” diye saçmalayanlar, “kimsenin dinine karışmayın” diyerek tartışmadan kaçanlar işte tıpkı bu kişiler gibi, gerçeğin ne olduğu tartışmasının orta yerine özgürlük putunu koymaktalar. Özgürlükle gerçeklik kanlı bıçaklıdır, geçinemezler. Özgürlük tartışmadan kaçmaktır. Gerçeği bulmak ise tartışmakla olur. İşte tam olarak bu yüzden, özgürlükçülük orman kanunudur. Güçlünün egemenliğine açılan yoldur. Liberal İslam mezhebini kurmaya çalışan hanımefendilerin ve beyefendilerin o güçlünün kim olduğunu teşhis edemedikleri açıktır. Firavun’un varlığının ayırdında değiller, onu göremiyorlar. Biz gösterdiğimizde “haydi oradan komplo kuramcısı paranoyak sen de” diyorlar.
Ve söyleşideki hiçbir katılan bu saçmalığa tepki göstermedi. Nitekim Ali Bulaç ve Cemre Demirel dışında hiç kimsenin farklı şeyler söylemediğine dehşetle tanık olduk. Ali Bulaç kibarca “feministlik yapmayın” dedi, “İslam’da çoğulculuk yoktur” dedi, baktı ki havanda su dövülüyor, izin isteyip ayrıldı. Demirel’in bu konularda makul olduğunu biliyoruz ama doğal olarak topa girmedi çünkü beş dakikada halledilecek, tartışılacak bir konu değil. Kadın bir erkeklere giydiriyor, bir Kuran’a, neresini düzelteceksin? Zaten Yüksel kendi gibi düşünenlerden çevresine bir balon ördü; artık farklı fikirlere tahammülü kalmadığını iyi biliyoruz (sosyal medyanın zararları, örnek 759146).
Ben Diyanet’in dininden değilim, o dini savunacak değilim. Ama beğenmediğim halde gidip oraya memur olacak, sonra da mahkeme zoruyla kendimi kabul ettirmeye çalışacak kadar aptal, olmayınca da mağduru oynayacak kadar yüzsüz değilim. Son hız karanlığın diplerine yol alan ülkede İslam’dan geriye kalan son kırıntıları da büyük olasılıkla yok edecek olan “kapatılsın” şaşkınlığına destek verecek de değilim.
Bu blogda uzun süredir “din” ile “dindışı” ayrımının yapaylığına dikkat çekiyorum. Elçilerin mesajlarında “dinsel” olan ile “seküler” olan diye bir ayrım olmadığını söylüyorum. Bugünün dünyasında modernist söylemde yapılan bu ayrımın sahte olduğunu, aslında seküler, dindışı veya dünyevi denen alanın da basbayağı dinsel olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Yeni ziyaretçiler Din Nedir yazımdan başlayabilirler. Aslında özgürlükçülüğün de faşizmden hiçbir farkı olmadığını, hatta sinsiliği nedeniyle faşizmden daha beter olduğuna işaret etmiştim. Bu söyleşide bunun kitap örneği olabilecek kadar net, ibretlik bir kesitini gördük. Kendilerince bir “yoz İslam” kuklası yapıyorlar, sonra bu kuklayı ateşe veriyor, reform adı altında iyileştiricilerden olma iddiasında bulunuyorlar. Bu kuklada IŞİD var, sözde Arap teröristlerin yaptığı 11 Eylül var, sözde kafası Müslüman teröristlerce kesilen Fransız var, “siyasal İslam” adı altında ülkenin gördüğü en liberal hükümet olan AKP var, dünyanın son bağımsız Müslüman ülkelerinden biri olmasına rağmen baskıcı olduğu gerekçesiyle alaşağı edilmeye çalışılan İran var, birkaç tecavüzcü dernek yöneticisi var, Arabistan’ın kör imamının asparagas fetvaları var, olan bitene anlam veremediği için çaresizce saçmalayan bir DİB başkanı var, sözde darbe girişiminde bulunan bir cemaat var, sözde kadın düşmanı ama kimsenin okumadığı fıkıh kitapları var. Yani aslında kendisi var olmayan, yalnızca algısı, görüntüsü, hayaleti olan bir İslam sürümü. Büyücülerin iplerini ve değneklerini “gelenekçi İslam” sanıyorlar. Ama eleştirdikleri İslam sürümünde rant temelli ekonomi yok örneğin. Veya gücü yeten herkesin kendi dinini dayatabildiği bir tek tipçi düzen yok. Veya Kuran’daki koşullara göre düzgünce sözleşme yapma, insan gibi evlenme hakları elinden alınanlar yok. Veya fikri mülkiyet adı altında sinsi zulüm yok. “Basın özgürlüğü” adı altında alabildiğine sahtekarlık ve ahlaksızlık yok. Birer put olarak demokrasi, bireycilik, hümanizm, pozitivizm, ilerlemecilik, görececilik, antimilitarizm, feminizm, hayvanseverlik yok. Kısacası, bu ülkenin dini çoktan seküler Batı dini olmuş, birinci buyurgan Tağut olmuş ama bununla bir kavgaları yok, onun yerine İslam’ın hayali bir yoz sürümünü dövüyorlar. Tıpkı feministlerin bugün hâlâ “erkek egemen” toplumu dövdükleri gibi. Erkekliğin e’si kalmadı ama yediğimiz dayak bitmedi. İslam’ın izi kalmadı bu ülkede ama hayaletini dövüyorlar.
İslam’ın düzeltilecek olan tarafı, yok olmuş olmasıdır. Bu ülkenin yaşamında İslam yok. Onu geri getirmeyi (veya ilk kez getirmeyi) konuşacak mıyız, konuşalım. Bugün İslam’dan geriye kalan şey, tapınak törenleridir. İslam’ın bir karikatürü diyebileceğimiz bu sürümünde, herkes tapınağa girmemekte de, tapınaktan çıkınca İslam’a aykırı istediği şeyi yapmakta da serbest. Kendisine sadece namaz kılınmasını isteyen, herkesin “içine” bakan, dışına karışmayan, elçileri aksesuar diye yaratan tasavvufçu bir tanrı imgesi var zihinlerde. Düzeltilmesi gereken işte budur. Ama en basit göz bağına kananlar, basının her oltasına uçarak atlayanlar, hadislerden kurtulmanın yeteceğine inananlar, Firavun’u tarihten bir karakter sananlar bunu anlayamayacaklar.
Bu yazıyı okuyanlardan bir bölümü eminim ki bunu Müslümanların kendi iç çekişmesinin bir parçası olarak görecek. Oysa ben burada farklı bir şey söylüyorum. Bu söyleşide İslam’ın hiç konuşulmadığını söylüyorum. Temel konularda, sözgelimi yasanın tarihsel olup olmadığı, salâtın ne olduğu, özel mülkiyetin sınırları, evliliğin yasaları, basın-yayın sorununa yaklaşım gibi konularda hepsinin de farklı düşünüyor oldukları yüksek olasılık. Yani ortada üzerinde uzlaşılmış bir İslam tanımları yok. Ama bu yeni İslam’ın yine seküler olması gerektiği konusunda uzlaşmış gibiler ki bu yine İslam’ın yokluğuna veya kişiyle tanrısı arasına (tapınağa) hapsedilmesine denktir. Hakkında konuşmadıkları bir şeyin reformunu konuşuyorlar. Daha başka nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Bir kişi kalkıp da “dinsel” ve “dindışı” sahte ayrımının bizi nereye götürdüğünden söz açmadı. Bir kişi de “ülkede Müslüman kalmadı, gelenekçi sürüme dönsek razıyım” demedi. Bir kişi çıkıp “yahu ne geveliyoruz, haydi başlayalım kuralları yazmaya” demedi; “medeni yasa yazalım, ceza yasası, ticaret yasası, bankacılık yasası…” Zaten iş oraya geldiğinde özgürlükte ve çoğulculukta birleşecekler ve “herkesin tanrısı kendine” olacak, seküler yasalardan ve Tağut’a kulluktan memnuniyet bildirilecek, evlere dağılınacak. “Namazını özgürce kılıyorsun, daha ne istiyorsun?” “İyilik de, kötülük de senin içinde…” “Bence cennet de, cehennem de bu dünyada…” “Herkes kendi Kuran’ını kendi yazsın…” “Doktor bey çok kötüyüm, bana bir antidepresan yazın…”