Vermek

Bir dostum, intiharı düşünen bir arkadaşına nasıl yardım edebileceği konusundaki fikrimi sordu. Kendisine yardım edebilecek kişilerin bu konuda deneyimi olan kişiler olduğunu söyledim. Çünkü bu kişilere yaşamın “güzel” olduğunu göstermeye çalışmak işe yaramıyor. Onların çözümsüz olduğunu düşündükleri sorunları oluyor ve onlara çözümsüzlüğün yanılgı olduğunu göstermek gerekiyor. Anlamsız olarak algıladıkları şeylerin anlamlılığını göstermek gerekiyor. Onlarla konuşmanın bir yöntemi de var, az da olsa deneyim gerektiriyor. O da bende yok.

Buna rağmen ne yapabiliriz diye düşünürken aklıma gelenleri herkesle paylaşayım dedim.

Yaşamımızda vermeye yer yok. “Depresyon” denerek sanki bir hastalıkmış gibi yapılan tükenmişlik ve anlamsızlık duygusunun kaynağının bu olduğunu düşünüyorum. Yaşamımızdan kastım öncelikle kent yaşamı, daha geniş anlamda modern seküler yaşam veya bildiğimiz anlamda uygar yaşam. Her uygarlık böyle miydi, pek olası görmüyorum. Günümüzde var olan uygar olmayan (avcı-toplayıcı, göçebe) toplumlarda almakla vermenin daha dengeli olduğunu görüyorum. Ama konumuz onlar değil. Sizin de benim de içine doğduğumuz, en iyi bildiğimiz veya tek bildiğimiz yaşamdan söz ediyorum. İşte bu yaşamda hemen her şey almak üzerine kurulu. Vermek çok ama çok az yer kaplıyor.

Bizim yaşamımızda türlü eğitim ve aşılama etkinliklerinde bulunan, yani bize nasıl yaşayacağımızı söyleyen odak noktaları şunlardır: Okul, üniversite, politikacılar ve demokratik sistem, basın, televizyon ve eğlence sektörü. Buna bir de cemaat önderini ve cami imamını ekleyebiliriz. Ama cemaat yaşam biçimi çoğumuz için tükenmiş durumdadır. Cami imamları da üstlerindeki otoriteden bağımsız özneler değildir, daha çok etkisiz elemandırlar, solda sıfırdırlar. Bu yüzden bu son ikisini listeye almaya gerek yok.

Okul ve üniversite: Modern insan sonraki kuşaklardan çalmanın adını “teknolojik ilerleme” koymuştur; okulda, üniversitede, her yerde yüceltilir. Toprağa, ormana falan geri vermekten söz eden ilkel toplumların geri zekalı olduğu öğretilir bize. “İnsan hakları”, “özgürlük” gibi çağdaş hurafeler öğretilir. Çağdaş söylemde hak denen şey aslında kişinin toplumdan alacağına, alacak iddiasına verilmiş süslü bir addır. Özgürlük, bireyin topluma borcunun reddidir. İşine gelmediğinde paylaşım bağlarını koparmaktır. Yani bunlar hep kişinin toplumdan almak istediği şeylerdir. Sıra vermeye geldiğinde öğretilen pek az şey vardır. 

Politikacılar: Demokrasi, almak paradigması üzerine kuruludur. Oy vermek sorumluluk değil “hak” olarak tanımlanır. Demektir ki seçmenin hiçbir sorumluluğu yoktur. Seçilmiş de dönem sonuna dek yaptıklarının sonucunu tatmaz. Ülkeyi savaşa sokan bir hükümet seçenler, ona oy vermeyenlere borçlandıklarını düşünmezler örneğin. Yani verilen oy bir “haktır”, yalnızca alınır ve tüketilir; vermeyle ilgili değildir. Seçmenler adaylardan alacaklarını tartarlar. Aday, toplumdan alıp tekil seçmenlere vereceği şeyleri vaat eder çoğunlukla.

Yasa: Yasalar neredeyse yalnızca aldığınızı düzenler. Neyi alabileceğinizi, neyi alamayacağınızı söyler. Eşyanın doğası gereği vermek çoğunlukla gönüllü bir iştir. Ama modern yaşamdaki yasallık temelli düşünme çerçevesi yalnızca almayı vurgular. Toplumsal sorunların çözümünü yasa çıkararak çözmek gibi bir refleks gelişmiştir. İnsanları vermeye ikna ederek, zorlamadan, güzellikle de sorunların çözülebileceği unutulmuştur. Seküler yaşam yumuşak ahlaki yaptırımları yasaklamıştır. Hiç vermeyip hep alan yasal işkolları ve sınıflar türemiştir. Hiç vermeyip hep alanı ayıplama yolları tıkalıdır. Büyük şirketleri eleştiremezsiniz, insanları bankalardan soğutamazsınız, dava açarlar. Zaten hükümetlerle canciğerdirler. Vereni övme yolları da kısıtlıdır.

Basın ve televizyon: Yukarıdaki ezberi diri tutar. “Ne alayım” konulu binlerce kitap ve dergi vardır. “Ne vereyim” konulu olanını arayın, belki bulursunuz. Televizyon yarışmaları başından beri almak üzerine kuruluydu. Katılımcıların verir gibi oldukları çok az yarışma var, onlarda da en istenmeyen katılımcıyı seçip atmak için işbirliği yapıyorlar. Yeni yarışmalarda karşıdakinden çalmak, karşıdakine kaybettirerek kazanmak gibi almanın bile ötesine geçen kurallar olmaya başladı.

Bilgisayar oyunları: Hemen her zaman alarak kazanırsınız. Vererek kazandığınız kaç oyun hatırlıyorsunuz? Belki oyunun doğası almaktır ama belki o zaman oyunun yaşamımızda kapladığı yer küçülmelidir.

Din Nedir yazımda bize sağda soldan yönelmiş olan söz ve görüntülerin belli bir davranışı, belli doğruları, belli amaçları aşıladığını göstermiştim. Eleştirel Düşün sayfamda da örneklerini gösteriyorum. Her gün sayısız kez “al” mesajıyla dürtülüyoruz. Çoğumuz ayırdına varamasa da bu mesajı kaldıramıyor. Hırpalanıyor. Bu yaşam biçimi çoğumuzu mutsuz edip yaralıyor. Üzerinde fazla düşünmedim ama sorunun nerede olduğunu göremeyenlerin iki yöne gittiklerini görüyorum:

Birincisi, içlerindeki boşluğu daha fazla alarak kapatmaya çalışanlar. Modern maddeci yaşam nesne düşkünleri türetir. Koleksiyoncular, alışveriş manyakları, para kazandıkça ev alanlar, araba hastaları, içlerindeki boşluğu AVM’ye ve alışveriş sitelerine saldırarak doldurmaya çalışanlar. Bunlar içlerindeki boşluğun yeterince almamaktan değil, yeterince vermemekten kaynaklandığını anlamamış kişilerdir.

İkincisi, içlerindeki yarayı vererek, ama yanlış vererek, dengesizce kapatmaya çalışanlar. Bunları uzun uzun yazmıştım. Hayvanseverler en görünen örnektir. Bunlar sevgiden payını alamamış bahtsız insanlardır. İnsanlara veremiyor oldukları için hayvanlara vermeye çalışırlar. Oysa hayvana veremezsiniz; hayvan alamaz. Yalnızca insanlar alabilir. Onun için onların yolu sevgi yolu değil, nefret yoludur. Yalnızca bunu kendilerine itiraf etmeleri bile iyileşmeleri yönünde bir adım olacaktır.

Bu ikinci öbekte bir de ufacık tefecik şeylerle uğraşanlar var, bilirsiniz. Çözmeye çalıştıkları sorunları çok önemserler. Televizyonda alkol ve sigaranın sansürlenip her türlü ahlaksızlığın, utanmazlığın açıkça gösterilmesi bilinen bir örnektir. Kendi kötülüğünü sigarayla uğraşarak kamufle etmeye çalışanlar var. Kalabalık bundan pek rahatsız oluyor gibi görünmüyor. Buna onay vererek kendilerini sanki gerçek bir sorunun çözümüne katkıda bulunmuş sayıyor, ucuz bir vicdan temizliği sağlıyorlar galiba. Kendini iyi hissetmek için yayalara yol vermeye başlayanlar da bu öbekte sayılabilir, sözünü etmiştim.

Çocuğa düşkünlüğü de bu ikinci öbeğe katabiliriz. Çocuğunu kendisinin tek var olma nedeni olarak görenler öyle sanıyorum ki vericiliğin başka yollarını bulamamış kişiler. Geniş aileden çekirdek aileye düşmemiz bu sorunu ağırlaştırmış görünüyor. Toplumsal verme kanalları tıkalı olunca bütün enerjisini çocuğuna yöneltiyor ve onu neredeyse tanrılaştırıyor. Benzer biçimde, yaşamını sevgilisine adayan tutkunların da verme seçenekleri tükenmiş olmalı. Elindekini topluma verebileceği bir yol bulamayınca bütün enerjisini aslında epey rastgele biçimde, nedensiz olarak seçmiş bulunduğu kişiye yöneltiyor. Vericilik seçeneği olmayınca ölçüyü kaçırıyor. Ekmekten başka yiyeceği olmayanın açığı daha fazla ekmekle kapatması gibi…

Gerçek sorunları çözmeye, gerçek açları doyurmaya çalışan bir öbek de var. Ama bunlar çoğunlukla yalnızca maddi açlıkları doyurmaya yöneliyorlar. Çünkü öylesi kolay, kafa yormak ve fikir üretmek gerekmiyor. Bu yolu seçince düzeni eleştirmek ve değiştirmeye çalışmak gereksiz görünüyor. Yardım paketleri dağıtmak, susuz köye kuyu açmak, elektriksiz köye elektrik götürmek kolaydır. Ama onlara okulda öğretilmeyen yetenekler kazandırmak zordur. Yoksulluğun artmasını, su kaynaklarının tüketilmesini, herkesi şebeke elektriğine mecbur bırakan tektipçiliği durdurmak zordur. Onların sorunlarını politikacılara anlatmak zordur. Onları aç bırakan yaşam biçimini anlayıp farklı bir yol aramak da zordur. Basit ve maddi yardımlar, verme kanallarından geçerli bir tanesidir. Ama ülkemizde, yani kimsenin kimseye güveninin kalmadığı bir toplumda kısıtlı bir kanaldır. Bu etkinliğin açlığı doyurma kapasitesi (her iki yönde) azdır. Önceki yazımda verdiğim örneklerde olduğu gibi, “pakete” sokulamayan soyut yardım kanalları da aranmalıdır.

Sevgi dolu bir evliliğin veya çocuk yetiştirmenin sağladığı doyumu çoğu insan bilir veya sezer ve arar. Püf noktası, bu ilişkilerin kişinin almadan çok verme gereksinimini karşılamasıdır. Pek çok kişi annelik ve babalığın verdiği mutluluğu açıklamakta güçlük çeker. Söylediklerinden ve gözlemlerimden yola çıkarak bunu verebilmiş ve hem de çokça verebilmiş olmanın onlara sağladığı doyum olarak açıklıyorum. Çocuk sahibi olamayan çiftlerin yaşadıkları boşluk duygusu da bununla ilgili olsa gerek. Sağlıklı olabiliyorlar (almak), refah olarak istediklerini elde edebiliyorlar (almak) ama çokça verebilecekleri bir çocuk edinemeyince bir yanları eksik kalıyor. Bu yüzden gönüllü işlere, toplum hizmetine veya verme açlığını doyuracak etkinliklere bilinçli veya bilinçsiz olarak yöneliyorlar.

İnsanın gereksinimlerini anlatan söylem Maslow piramidi gibi yalnızca almaya odaklanan modellere gönderme yapar. “Gereksinimler hiyerarşisi piramidi” alma odaklıdır veya seküler kapitalist bağlamda alma odaklı anlaşılır. Vermenin önceliğini almaya denkleyerek, Kuran’ın kavramlarını da akılda tutarak yeni bir tanım yapmak gerekiyor. Gerçekte insan en az aldığı kadarını vermelidir. Kuran ne güzel bir kitap ki “malını bölüş” gibi köşeli ifadeleri aşıyor, kısaca “bölüş” diyor; artık neyin varsa, Allah sana ne iyilik vermişse paylaş.[1] Mal çoksa mal ver, bilgi çoksa bilgi dağıt, rahatın çoksa rahatını boz ve paylaş. Şükür de budur zaten; sana verilmiş olanı vermek. Bunu söylerken neredeyse sözlüğe gerek duymuyoruz. Bunun başka bir anlamı olmamalı. Çünkü Allah kendisine “şükreden” (Ar. Eş şekur) adını veriyor.[2] Yani iyilik edene, bir başka deyişle “Allah’a verene” Allah daha çok verir. Allah daha çok verince sen de daha çok vereceksin, hiç bitmeyecek.

Mutluluk aslında bedava[3]. Allah yalnızca vermek istiyor.[4] İnsanın trajedisi, Allah’ın verdiğini almayı başaramaması.[5] Başka bir şey değil. Aldığı pek az şey için teşekkür eden, karşılığını ödeyemediği için boynunu büküp utanç duyan kişi bunu anlamış kişidir.[6] Aldığı şeyi vermek için çırpınıp duran, elinde vermediği bir şey kalmasından korkan kişi bunu anlamış kişidir.[7]

Kendisine Tağut’un öğrettiğinden başka şey düşünemeyerek “daha fazlasını” isteyen kişi bunu anlamamış kişidir.[8] “Namazı, orucu, haccı ödeyeyim de gitsin başımdan şu Tanrı” der.[9] Tanrı’nın almaya çalıştığını sanır.[10] Verebildiği en az vergiyi ödeyip onun sıkıştırmasından kurtulmaya çalışır.[11]

Açlığı doyurmak için toplum ne yapmalı dersek, yanıt belli olmuştur. Modern uygarlığın dinini terk etmeli, verme kanallarını açan bir düzen kurmalıdır. Gönüllü çalışmayı düzenleyen, para karşılığı çalışma kadar saygın yapan değişiklikler yapılmalıdır. Bu düzende askerlik görevine benzeyen karşılıksız zorunlu çalışma görevleri de olabilir. Sonuçta biri gönüllü biri zorunlu ama ikisi de verme odaklı, paylaşma açlığını doyuran çalışmadır. Kimi toplumsal karışıklık veya savaşın toplumsal bağları güçlendirdiği gözlenmiştir. Belki de bu olaylar verme açlığını doyuracak kanalları hızlıca açtığı içindir, tartışılmalıdır. Türkiye’nin yaşadığı en önemli deneyimlerden biri olan 2013 Haziran olayları kimisinin gelecek umudunu yeşertmişti. Belki de protestoya katılanlar o güne dek çektikleri verme açlığını birbirlerine yardım ederek doyurdukları içindir, incelenmelidir. Olan biteni yasallık ve yasadışılık sığlığıyla yorumlamaya çalışanlar, herhalde diyorum, vermek kavramına çok uzak oldukları için ortaya çıkan verme davranışını göremediler. Yaşamı bir alma yarışı olarak görünce gözlerimiz yalnızca alma etkinliğini ayırt eden bir gözlük gibi polarize oluyor.

Kişi ne yapmalıdır dersek ne yazık ki verebileceğim daha derinlikli bir yanıt yok. Yalnızca bunu fark etmesi gerekiyor. Hissettiği anlamsızlığın nedeni veremiyor olmasıdır. Almak kimseyi mutlu etmiyor. Herkesin en az aldığı kadarını verebilmesi gerekiyor. Vermenin yollarını araması gerekiyor. Arayıcıların birbirlerini bulmaları gerekiyor. Çocuğunuza verin. Bu sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Yalnızca çocuğu okusun diye kitap yazanlar var, bu bize bir ölçü olsun. İyilikbilir eşinize verin. Televizyonu, filmleri ve gazeteyi kapatın çünkü onlar bunun çok kolay ve ucuz bir şey olduğunu aşılıyorlar. Zor durumdakilere verin. Bu belki daha zordur çünkü zor durumdaki kişi çoğu zaman size yabancıdır. Yabancılara hiçbir borcumuz olmadığı, yabancı için riske girmenin aptallık olduğu yalanını dört yandan bombardıman ediyorlar. Bakış açımızı değiştirelim. Karşılıksız vermeye çalışıp bunun için acı çeken kişilere “bunlar Müslüman değil” derken iki kez düşünelim.

Verme yollarının kapalı olması benim de yaşadığım bir sıkıntı. Kendi üzerimde yaptığım gözlemde şunu görüyorum. Aldığımla verdiğim arasındaki makası kapatmaya çalışırken aldığımı kısmaya çalışıyorum. Satın almak sevmediğim bir iştir. Neredeyse bütün eşyalarım ikinci el alınmıştır ve eskidir. Sonradan farkında varıyorum ki aslında biraz da verme yollarımın tıkalı olduğunu hissettiğim için almamı kısmaya çalışıyorum. Şimdi bunun çoktan farkına varmış bir durumda soruyorum: Yanlış mı yapıyorum? Hayır, benim almadığımdan başkası yararlanacak. Ama almayı kısmam, veremiyor olmamın yarattığı sıkıntıyı gidermeyecek. Benim bu davranışımı gören kimisi işte bu yazıda işaret ettiğim derin sorundan aymazlık içindeler. Daha fazla alabilecekken neden almadığımı anlamıyorlar. Çünkü onlara sabah akşam “al” diyenleri, alma dinini sorgulamıyorlar. Sonra kötü olunca psikiyatrlara koşuyorlar. Boşuna. Psikiyatr da almalarını söyleyecek.

Bu oyunu alan değil, aldığını veren kazanır. Daha fazlasını alma fırsatını kaçırdığımızda üzülmemeye, fazladan tatil yapacak gibi hissetmeye kendimizi koşullamalıyız. Çünkü belki daha ağır bir sorumluluktan kurtulduk. Veremeden ölme olasılığı bize soğuk terler döktürmeli, uykumuzu kaçırmalı. Böyle bakınca yaşam hâlâ anlamsız mı? Yine de anlamsız geliyorsa vermenin tadını alamadığınız için olabilir. Bir daha deneyin.

 

Güncelleme: Kimilerince yanlış anlaşılmışım. Deneyimi olan kişilerden kastım diplomalılar değildi. İntihardan vazgeçirme deneyimi olan herhangi biriydi. Tabi bu kişiler çoğunlukla psikologlardan ve psikiyatrlardan çıkıyor. Ama bu kişilere yardım edebilmek için bu mesleklerden olmanız gerekmiyor. Şu yazılar bir fikir verebilir: 

https://psyche.co/guides/how-to-talk-about-suicide-and-save-the-life-of-a-loved-one

https://psyche.co/ideas/working-on-a-suicide-helpline-changed-how-i-talk-to-everyone

 

[1] https://kuranmeali.com/Kokler.php?kok=ن%20ف%20ق

[2] https://kuranmeali.com/KelimeSec.php?kelime=شَكُورٌ

[3] Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Kuşkusuz, Allah Sınırsız Bağışlayandır; Merhametlidir. 16:18

Ondan istediğiniz her şeyi size vermiştir. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız. Aslında insan gerçekten çok haksızlık yapar; çok nankördür. 14:34

[4] 2:110,272, 4:170,171, 6:104, 8:19, 10:108, 17:15, 29:6, 27:92, 35:18, 39:41, 41:46, 45:15, 47:7,38, 48:10, 64:8,16, 65:4, 52:40…

[5] “Efendiniz, ne indirmiştir?” denildiğinde, şöyle dediler: “Öncekilerin söylenceleri!” 16:24

Sakınanlara; “Efendiniz, ne indirmiştir?” denildiğinde; “İyilik!” derler… 16:30

[6] Yardımlaşmak amacıyla sevdiğiniz şeylerden paylaşmadıkça gerçek erdemliliğe asla erişemezsiniz. Yardımlaşmak amacıyla ne paylaşırsanız Allah kesinlikle onu bilir. 3:92

[7] Kendilerini bindirmen için sana geldiklerinde; “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum!” dediğin zaman yardımlaşmak amacıyla paylaşacak bir şey bulamadıkları için üzüntüden gözlerinden yaşlar akarak geri dönenlere de [sorumluluk] yoktur. 9:92

[8] Ve Musa, toplumuna, şöyle demişti: “Aslında, Allah bir inek kesmenizi buyruk veriyor!” Dediler ki: “Bizimle alay mı ediyorsun?” Dedi ki:  “Bilisizler arasında olmaktan Allah’a sığınırım!” Dediler ki: “Bizim için efendine yakarışta bulun; onun nasıl olduğunu bize açıklasın!” Dedi ki: “Kuşkusuz, o diyor ki: ‘Aslında ne kart ne de körpe; ikisinin arası bir inek!’ Artık verilen buyruğu yerine getirin!” Dediler ki: “Bizim için efendine yakarışta bulun; onun rengini bize açıklasın!” Dedi ki: “Kuşkusuz, o diyor ki: ‘Görenlerin beğeneceği, parlak sarı renkte bir inek!’ ” Dediler ki: “Bizim için efendine yakarışta bulun; onun nasıl olduğunu bize açıklasın. Aslında bize göre inekler birbirine benzer. Allah dilerse doğal olarak doğruyu buluruz!” Dedi ki: “Kuşkusuz, o diyor ki: ‘Toprağı sürmemiş, ekini sulamamış, boyunduruk vurulmamış, alacasız, salma bir inek!’ ” Dediler ki:  “Şimdi gerçeği getirdin!” Sonunda onu kestiler. Ama neredeyse yapmayacaklardı. 2:67-71

[9] Yoksa onlardan bir karşılık istiyorsun da ağır bir borç yükü altında mı kalıyorlar? 68:46

[10] De ki: “Efendimin rahmet kaynakları sizin olsaydı harcamakla tükenir korkusuyla kesinlikle tutardınız. Çünkü insan çok cimridir!” 17:100

[11] Hac yapanlara su dağıtmayı ve Kutsal Yakarış Evi’ni onarmayı, Allah’a ve Sonsuz Yaşam Günü’ne inanan ve Allah’ın yolunda çaba gösterenlerle aynı mı tutuyorsunuz? Allah’ın katında aynı değildir… 9:19

Bir Cevap Yazın