“Yanlış soruları sormanızı sağladığı sürece şeytanın doğru yanıtlar için tasalanmasına gerek yoktur.”
Bu sayfa fetva sayfası değil. Öyle bir iddiam yok. Yalnızca “din” başlığı altında sorulan soruların pek çoğunun yanlış, hatalı, anlamsız veya gereksiz olduğuna, yanıtlamaya kalkanların da bu yanlışları düzeltmiyor olmalarına dikkat çekmek istiyorum. Sorunun yanlışlığı düzeltilmediğinde bunun zararını sorunun sorulduğuna tanık olan herkes görüyor. Her sorunun bir yanıtı hak ettiği gibi bir izlenim oluşuyor. Her sorunun yanıtının bir kaç paragrafa sığabileceği gibi bir izlenim oluşuyor. Soru sormanın “bedava” olduğu, yani bilginin her türlüsünün hiç bir bedel ödemeden hazır gelebileceği izlenimi oluşuyor. Düşünme eylemini gerçekleştirmeden de sorulara yanıt alınabileceği izlenimi oluşuyor. Düşünme eylemini gerçekleştirmeden de soru sorulabileceği izlenimi oluşuyor. Yalnızca yanıtların yanlış olabileceği, soruların yanlış olamayacağı izlenimi oluşuyor. Bunların hepsi yanlış izlenimler. Bir kaç örnekle yetiniyorum. Sizin de yanlış bir sorunuz varsa sorun (!), tartışalım. Veya bildiğiniz yanlış soru örneklerini paylaşın. Verdiğim yanıtlar tatmin etmiyorsa yazın, daha iyi bir yanıt vermeye çalışayım.
***
Şu caiz midir, bu helal midir?
Tanrı kötü değilse kötüyü neden yarattı?
Din neden karışık?
Cennette cinsel ilişki var mı?
Tecvitli okumayı bilmiyorum, ne yapayım?
Kredi kartıyla kurban kesilir mi?
Şahadet getirmeyen Müslüman sayılabilir mi?
İmamların Müslüman olmaları şart mı?
Namaz Türkçe olabilir mi?
19 sistemi Kuran’ın Tanrı sözü olduğunu bilimsel /ampirik olarak kanıtlar mı?
Tanrı’ya inanıyor musun?
Kuran’da tecavüzün cezası neden yok?
Peki, tecavüzcüye hadım cezası verilebilir mi?
Kuran’ın Allah sözü olduğunun kanıtı nedir? Ben bilgiyle yaşayan biriyim, kör inançların ardından gidemem.
Allah kuluna yetmiyor mu da peygambere ihtiyaç duyuyoruz?
“Allah niye yarattı?” diye sormak, Allah’ın hikmetini sorgulamak niçin günah?
Kuran neden hayvanları aşağılıyor?
Şirk neden en büyük suç?
Kuran’ı yazanın aklı karışmış, hayat bir oyun mu, değil mi?
Cinler /UFO’lar /biyoenerji gerçek mi? Cinlerin /UFO’ların /biyoenerjinin varlığına inanıyor musun?
Bilim varken insanlar nasıl hala doğaüstü şeylerin varlığına inanırlar?
Bir kaç yüzyıl içinde sonumuzun geleceğini bilerek nasıl yaşanır?
Endüstri ve modernizm bu kadar kötüyse, öncesinde tarım toplumuna geçiş de bu kadar kötü idiyse Allah bizi gittikçe kötü mü yapmaya çalışıyor?
Tanrı, İbrahim’e neden oğlunu öldürmesini buyurarak onu acımasızca sınadı? Bu nasıl acıyıcı Tanrı?
…Allah, zorluktan sonra bir kolaylık verecektir. 65:7
Demek ki, aslında, zorlukla birlikte kolaylık var. Aslında, zorlukla birlikte kolaylık var. 94:5-6
Zorlukla birlikte bir kolaylık bulunması, kolaylıkla birlikte bir zorluk bulunduğu anlamına da gelir, öyle değil mi? Bilgi edinmede kolaylık bulunmasının veya Kuran bilgisine kolayca ulaşmanın neresinin kötü olabileceğini mi merak ediyorsunuz? Herkesin anlayabileceği bir örnekle anlatmayı deneyeyim.
Bir ışınlama makinesi olsa da kabine girsek, düğmeye basar basmak kendimizi hedefte bulsak ne güzel olur, değil mi? Trafik kazası, uçak düşmesi gibi dert de yoksa zorluk bunun neresinde olabilir?
…Hoşlanmadığınız bir şey sizin için iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey sizin için kötü olabilir… 2:216
…Bunun, sizin için bir kötülük olduğunu sanmayın. Hayır, sizin için iyiliktir… 24:11
Ayetlerin bağlamlarına bakarak bu ilkelerin yalnızca özel koşullarda geçerli olduğunu sanmayalım. Alıntıladığım dört ayet, yaşamın her yerinde keşfedebileceğimiz genel bir ilkeyi anlatıyor. Daha basit düşünebilmek için ışınlama makinesiyle birlikte gelen teknolojik veya ekolojik zararları hiç yok sayalım. Yani bu makine kimseyi işsiz bırakmasın, doğal kaynakları tüketmesin, çevreyi de kirletmesin diyelim. Yine de kolaylıkla birlikte zorluk vardır. O zorluk da yol kullanmamaktır. Hedefe hangi yoldan ulaştığınızı bilmemektir. Işınlanarak gidip geldiğimiz iki noktanın arasına bizi bıraksalar yolumuzu bulamayız. A’dan B’ye nasıl gidildiği bilgisinden yoksun kalırız. Bunu alışkanlık edinirsek ışınlama hizmeti verenlere –para alsalar da almasalar da– bağımlı oluruz ki bu da kötüdür.
Kuran’ın anlamını onu okumayan birine aktardığınızda kötü bir şey yapmış olmazsınız. Ama sizin bu bilgiye erişmek için geçtiğiniz yolu bilmediği için, bilginizi aktardığınız kişinin bildiğiyle sizin bildiğiniz asla aynı olmayacaktır. Faiz konusunda yazdıklarım buna bir örnek olabilir. Ben faizin neden kötü olduğunu araştırdım ve yasağın gerekçesinin en azından önemli bir parçasını keşfettiğimi düşünüyorum. Bu, benim içtihadımı Kuran’da bildirilmemiş bu gerekçeyi araştırmamış olan kişinin içtihadına göre daha yetkin yapar. Veya ilgili ayetlerdeki sözcüklerin anlamlarına tek tek bakmış olmak değersiz değildir. Veya size “Kuran’da evrimden söz ediliyor” dememle, evrimden söz eden elli ayeti yüz elli sayfa boyunca tek tek yorumlamam aynı şey değildir. Veya başka bir örnek; evlenip boşanmış ve bu süreçte Kuran’daki ayetleri uygulamaya çalışmış kişi, boşanmayla ilgili ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiğini evlenmemiş ve boşanmamış bir kişiden daha iyi yorumlayabilir. Veya başka bir örnek; İbrahim kuşları kendisine alıştırmasaydı, Sorgu Günü insanların nasıl toplanacağını bu denli iyi anlamayacaktı. Muhammed herkesten çok çalışmasaydı Kuran’ı bu kadar iyi öğretemeyecekti. Bu harcanan çabalar söylenti veya duyum ile tanıklık arasındaki farkı belirler. Arama motoruna yazarak veya hızlı yanıt isteyerek birkaç saniye içinde öğrenmek isteyen kişi söylentiye razı olmuş demektir. Yaşam kalitesi de bu düzeyde olacaktır (Kuran ölçütüne göre).
Işınlanan kişi yalnızca kabine binmiş ve hedefte inmiştir. Arama sitesine sorup da yanıtı anında alan (aldığını sanan) da buna benzer. O bilgiye ulaşan yolun bilgisinden habersiz olursunuz. Onun için arama sitesi veya Kuran öğretmeniniz veya fetvacı hocanız veya size hazır hap bilgi veren kişi veya ışınlama hizmeti veren kişi sizi aldattığında, bundan habersiz olursunuz. İki noktayı bağlayan bağlantılara egemen olamazsınız. Bilgelik sürekli ışınlanmak da değil, sürekli yürümek de değildir; hangisini ne zaman kullanacağını bilmektir.
O iki noktayı birleştiren yol boyu, size başka bağlantılar sağlayacak bir nimettir aynı zamanda. Çobanın deneyimi, kırda hayvanla geçirdiği zaman bile değersiz değildir. Besi çiftliği sahibi olması ve boşalan zamanı onun için bir kolaylıktır ve bu kolaylığın para dışında bir maliyeti kesinlikle olacaktır. Bırakın ışınlanmayı, sesli navigasyon sistemlerini kullanmaya alışmış kişilerin bile artık yol bulamadıklarını, harita okuyamadıklarını görmüyor musunuz? Kolaylık ve zorluk bir aradadır. Işınlanırsanız yol öğrenemezsiniz. Kendi başınıza kaldığınızda yolunuzu bulamazsınız. Yeni yollar bulamazsınız. Bağımsızlığınız azalır.
“Her diyetisyen, her doktor ayrı bir şey söylüyor, ne yiyeceğimizi şaşırdık…”
“11 Eylül’le ilgili kırk türlü komplo kuramı türedi. Ben artık hangisine inanacağımı bilemiyorum…”
“Biri küresel ısınma insan kaynaklıdır diyor, öteki doğaldır diyor. Bunların ikisi de meteorolog, hangisi doğru söylüyor?”
“Falanca hoca Kuran yeter diyor, filanca hoca sünnetsiz olmaz diyor. Bunların hangisi Müslüman şimdi? Ben en iyisi dinden uzak durayım, kendi bildiğim gibi yaşayayım…”
…der durursunuz ömrünüz boyunca. 27.08.2018
***
Epikür’ün Sözde Paradoksu veya Kötülük Problemi
Söylenti odur ki Epikür çok da berrak düşünemeyen bir amcamızmış. Şöyle saçma sorular sorarmış:
- Tanrı kötülüğü engelleyemez mi? Madem engellemek elinde, engellemediği için iyi olamaz.
- Tanrı kötülüğün olmadığı bir evren yaratamaz mıydı? Madem elindeydi ama yaratmamayı seçti, o zaman Tanrı iyi olamaz.
- Tanrı özgür iradenin olduğu ama kötülüğün olmadığı bir evren yaratamaz mıydı? Yaratmamayı seçtiğine göre iyi olamaz.
Epikür amcanın sorularını yanlış sorular sınıfına sokmak zorundayız. Çünkü bu sorular “Tanrı kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi?” sorusundakine benzer mantık hatası içeriyorlar.
Aklımız bir görelilik makinasıdır. Bilgi dediğimiz şeyi, göreliliği kullanarak oluşturuyoruz. Bu sayfanın beyaz olduğuna, yanıbaşındaki görece karanlık renkleri görerek karar veriyoruz. Aslında tanım yapmak dediğimiz şey de bir karşılaştırmanın sonucudur. Kağıdı tanımlarken onu saca, öbür düzlemlere benzetiriz. Odun liflerinden oluştuğunu söylerken onun metalden farkını ve öbür lifli maddelere benzerliğini anlatmış oluruz. Sözlüklerde her sözcüğün karşısında daha fazla sözcük bulunur çünkü bir şeyi anlatmanın tek yolu başka şeylere benzeyen ve benzemeyen yönlerini bildirmektir. Türkçede “an” sözcüğü tarlaların çevresini çeviren çalı ve taş çitleri anlatır. Yani bir şeyi “an”ladığımızda onun çevresini kuşatır ve geri kalan kavramlardan ayırmış oluruz. Bu, göreliliktir. Işığı ancak gölgenin varlığında görebiliriz. Zevk dediğimiz, acının yokluğudur.
Neyin iyi, neyin kötü olduğuna da görelilikle karar veriyoruz. Önümüzdeki iki seçenekten ikisi hakkında hissettiklerimiz bize vicdanımızın sesi veya iç ses benzeri adlandırdığımız duygulanımlar olarak belli olur. İdeal koşullar altında, daha iyi hissettiren kararı veririz. Bir şeyin iyi veya kötü olarak tanımlamamıza yol açan, öncelikle onu başka seçeneklerle karşılaştırabiliyor olmamızdır. Bu karşılaştırmayı yapamadığımızda bir şeyin iyiliğine veya doğruluğuna karar vermekte güçlük çekeriz. Örneğin insanın hatıralarının veya aklının bir bilgisayara yüklenebilmesi iyi midir? Bu konuda daha önce kafa yormamışsak, olası sonuçlarını bilmiyorsak, benzer olgularla karşılaştıramıyorsak; yani sayfanın beyaz olduğunu bize gösterebilecek griler yoksa çevrede, karar vermekte bocalarız.
Şimdi özgür iradenin ne olduğuna gelelim. Yaptığımız bütün seçimler görelilik ilkesine göre biçimleniyor ise, yani görece iyi olanı seçmeye eğilimliysek, göreliliğin, yani farkın bulunmadığı bir evrende özgür irade olabilir mi? Şimdi bir an Epikür amcanın zihnine girip komşunun çocuğuna kötülük yapamadığımız bir evren düşünelim. Canını acıtamıyoruz, kötü söz söyleyemiyoruz. Ona ahlaksızlığı öğütleyemiyoruz. Seçeneklerimiz neler olabilir? Başını okşayabiliyoruz, gülümseyebiliyoruz, iyi bir şey söyleyebiliyoruz, meyve ikram edebiliyoruz vb. Özgür irademiz var, bunlardan hangisini seçeceğiz? Bu soruyu sorar sormaz bu seçenekleri karşılaştırıp en iyisine karar vermeye çalıştınız, değil mi? Peki gülümsemek, başını okşamaktan neden daha az iyi? Çocukla ömür boyu bütün ilişkimizin ona gülümsemekten ibaret olduğunu düşünün. Hiç konuşmuyoruz, ikram etmiyoruz, başını okşamıyoruz. Adam büyüyüp koca adam oluyor ve tek yaptığımız ona gülümsemek. Şimdi bu seçenek pek iyi görünmedi, değil mi? İyilik ve kötülük arasındaki çizgi bulandı birden. Çünkü o çizgiyi hep karşılaştırma yaparak çizdik zaten. Beterin beteri vardır… Kimse bir ana kadar özverili olamaz… Benzer şeyleri söylerken iyiliğin ve kötülüğün derecelerinden, yoğunluğundan söz ediyoruz aslında. Yani görelilikten. Kötülüğün var olmadığı bir evrende her şey eşit ve her şey aynıdır. O evrende özgür irade olamayacağı gibi tanım da olmaz. Yani bilgi olmaz. Hayvanların ve bitkilerin evreninde kötülük yoktur örneğin. En gelişmiş hayvanlara konuşmayı öğretemiyorlar çünkü onların tanım yapma yetileri yok. Tanım yaptığınız anda farkların bilgisine ermiş olursunuz. “Adem’e şeylerin adlarının öğretilmesi” budur. İnsanı insan yapan tanım yapabilmesi, yani şeylerin görüntülerini zihninde oluşturabilmesi, yani şeyleri adlandırabilmesi, yani şeylerin farklarını ve benzerliklerini bilmesidir. Farkları ve benzerliklerin, yani göreliliğin bilgisi bizde olduğu için özgür irademiz var.
Kötülüğün olmadığı bir evren insandan önce zaten vardı. Kötülük, insanın yaratılmasıyla ortaya çıktı. Tanrı’nın kötülüğün olmadığı bir evren yaratması demek, insansız bir evren yaratması demektir. Çünkü insanı insan yapan zaten kötülüğü seçebiliyor olmasıdır. Yani insanın tanımı budur. Bunun için iyiyi seçme çağrısına ısrarla duyarsız kalanlar Kuran’da hayvana benzetiliyorlar (7:176). Sonra da “daha da kötüdür” deniyor çünkü hayvanın seçeneği yoktur; bu insanlar sahip oldukları seçim olanağını kullanmayarak tasarımlarına ters iş yapıyorlar.
Epikür’ün sorusu, özgür iradenin tanımıyla çeliştiği için yanlış bir sorudur. Tanımları yerine koyarsak soru şöyle olacaktır: “Tanrı iyiyle kötü arasında seçim yapılabildiği ama kötülüğün olmadığı bir evren yaratamaz mıydı?”
Epikür amca hiç düşünmüyor “Küçükken anam, babam beni hiç azarlamadılar mı, bana hiç tokat atmadılar mı, cezalandırmadılar mı?” diye. Bunları yapan bir ana-babanın iyi olduğunu, bunları iyi olmak için yapabildiğini sanki bilmiyor. Ana-baba bunları bazen belki içi acıyarak ama çocuğun iyi olmasını isteyerek yapar, çünkü çocuğun iyiyi ve kötüyü öğrenebilmesi, ayırt edebilmesi gerekir. Kimi zaman da çocuğun canının yanacağını bilseler de hata yapmasına göz yumarlar, çünkü acıyı deneyimlemesi çocuğa çok daha büyük kötülükten korunmayı öğretir. Tanrı, Adem’in canının yanmasına izin verdi çünkü Adem’in iyiliği öğrenmesinin, iyi olmasının yolu buydu. Karanlığı görmeyen ışığa şükredemez.
Eğer Epikür ve kafadarları Tanrı’nın insanı yaratmasından rahatsız iseler, yani içlerinden “insan yaratılmasaydı keşke” diye geçiyorsa özgür iradeleriyle bu dileklerini gerçekleştirmeye kendilerinden başlayabilirler. Bu durumda zaten çözülmesi gereken bir sorun veya yanıtlanması gereken bir soru yoktur. Yok, varlığa gelmiş olmaktan memnunlar ama bunun nedenini merak ediyorlarsa bu ayrı bir sorudur. Ve fakat 2:30’la başlayan bölümü okursak, daha Kitap’ın başlarında bunun yanıtı olmayan bir soru olduğu bize açık ediliyor. Allah hiç bir şeye gerek duymayan değil midir (1:2, 39:7)? Gereğin olmadığı yerde gerekçe de olmaz, dolayısıyla “Tanrı neden yaratıyor?” sorusuna verilen bütün yanıtlar yanlıştır! Allah hem önce, hem de sonradır (57:3). Yani bütün nedenlerin ilki ve bütün sonuçların sonuncusudur. Nedensellik zincirinin dışıdır. Nedensiz ve sonuçsuzdur, zamanın ötesindedir. Ölüm ötesi var oluş zamansızdır; zaten ilgili ayetler bir son, sınır bildirmez. Zamanın olmadığı yerde nedensellik de olmaz, dolayısıyla Tanrı’nın neden yarattığı sorusuna verilen bütün yanıtlar yanlıştır. Bu soru, nedenselliğin neden var olduğu sorusuna benzer. “Yokluk neden yoktur?” … “Sonsuz sayıda sayının sonuncusu kaçtır?” … Biraz uğraşsak her birimiz aynı mantık hatasını içeren bir sürü soru kurgulayabiliriz. Hatta kötü niyetliysek bunları ciddi sorularmış gibi insanlara yöneltebilir, onlar kafa karışıklığı içinde zamanlarını ve kendilerini tüketirken düştükleri duruma bıyık altından gülebilir, eğlenebiliriz. “Tanrı dört yaşındaki çocuğu neden kanser ediyor?” ve benzeri sorular ilk bakışta anlamlı gibi gelse de, ya “Tanrı kötülüğü neden yaratıyor?” sorusuna denktir ki yanıtını verdim; ya da “Tanrı neden yaratıyor?” veya “Varlık neden var?” sorularına denktir ki yanıtı yoktur. O zaman yanıtı olmayan sorularla kendinizi parçalamaktan daha iyi bir işiniz varsa yapacak, özgür iradenizle onu yapmayı seçin.
Not: Bu verdiğim yanıt “iyilik de kötülük de içinde” veya “gerçeklik bir değildir, herkesin algısına göre oluşur” diyen gizemci /ruhçu /New Age’ci /Diyalog’cu sahtekarların boş retoriğini anımsatmış olabilir. Taban tabana karşıt şeyleri söylüyoruz. İyilik de kötülük de gerçektir ve herkese göre aynıdır. Nesnel gerçeklik bir tanedir. Tanrı bir tanedir. Gerçeklik sana göre, bana göre değişen bir şey olmadığı için iyilik de kişiye göre değişmez, evrenseldir. Ahlakî farklılıklarımız zenginliğimiz değil, sefilliğimizdir. 04.04.2018
***
Bak bakalım karışık mı:
***
Cennette cinsel ilişki var mı?
Soruda biri küçük, biri büyük iki yanlış var. Birincisi, cennet özel bir ad değildir, Arapçada bahçe demektir. “Bahçede cinsel ilişki var mı?” biçiminde olmalıdır. Bahçe deyince kafalar karıştı, “Hangi bahçe?” dediniz, değil mi? Elbette ölümden sonraki bahçe kast ediliyor. Kuran’ın ölümden sonra bulunacağımız bambaşka ortamın bu dünyanın kavramlarıyla anlatılıyor. Ama baştan savma ve çeviri tekniğine uyulmadan yapılan çeviriler pek çok inceliği örtüp anlamayı aşırı derecede zorlaştırıyor. Evrenin yok edilmesinden sonra yaratılacak yeni evrenin bu evrene benzemeyeceği Kuran’da açıkça söylenmesine rağmen ısrarla görmezden geliniyor:
O gün, yeryüzü başka yeryüzüne, gökler de başkasına dönüştürülür. 14:48
Bu evren bizim bildiğimiz evrene benzemeyecektir:
Ve sana, dağları soruyorlar; şunu söyle: “Benim Efendim, onları ufalayarak savuracaktır! Yerlerini dümdüz ve bomboş bırakacaktır! Orada, ne bir eğrilik ne de bir tümsek görmeyeceksin!” 20:105-107
Gökleri ve yeryüzünü yaratanın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi?… 36:81
Kuran, bizim bu evrene hiç benzemeyen öteki evrende olacakları elbette bu evrenin sözcükleriyle anlatacaktır. Onun için mesel (benzer, örnek) sözcüğünü kullanıyor:
Sorumluluk bilinci taşıyanlara sözü verilen cennetin örneği şudur: Altlarından ırmaklar akar; meyveleri ve gölgeleri süreklidir… 13:35
Ateşin acısını da, bahçenin mutluluğunu da ancak benzetmelerle anlayabiliyoruz. Kesin bilme diye bir şey yok çünkü bu evrenin kavramları öteki evreni anlatamıyor:
Hiçbir benlik, yaptıklarına karşılık, kendisi için hangi göz aydınlığının saklandığını bilmez. 32:17
İnsan da öteki evrenin yasalarına göre, buna hiç benzemeyen bambaşka bir yaratışla yaratılacak:
Aslında, onları, yepyeni bir yaratılışta yaratacağız… 56:35
Sizi, benzerlerinizle değiştireceğiz ve bilmediğiniz bir biçimde yeniden yaratacağız. 56:61
Kesinlikle, katmandan katmana geçeceksiniz. 84:19
Cinsel ilişki bu evrenin olgusudur. İnsan üremek zorundadır ve her hayvanda olduğu gibi insana da üreme zevki ve hırsı verilmeseydi soyu sürmezdi. Üreme veya hırsları doyurma gereksinimlerinin olmadığı bambaşka bir evrende cinselliğin var olup olmadığını sormak saçmadır. Kitap’ı okumamakta diretenler, yaşam enerjisini Kitap’ı okuyup da onu gizlemek için tüketenlere oyuncak olurlar. İkisi de kaybeder.
***
Sorunun yanlışlık şiddeti, ayetlere göndermede bulunarak yanıt vermeyi engelliyor. Soru sahibi Kuran’dan hiçbir şey işitmemiş olduğu için Müslüman olmadığını bilmediği gibi, ayetlere yapılacak göndermelerin ne anlama geleceğini de büyük olasılıkla anlamayacak. Soru sahibinin her şeyi bir kenara bırakıp Kuran’ın Türkçesini okumayı denemesi gerekiyor. Kendisine saygısı varsa, önce Kuran’a güvenip güvenmediğine karar vermeli ve soracağı soru varsa ondan sonra sormalı. Kitap’ı okumamakta diretenler, yaşam enerjisini Kitap’ı okuyup da onu gizlemek için tüketenlere oyuncak olurlar. İkisi de kaybeder.
***
Kredi kartıyla kurban kesilir mi?
Soru, iki yanlış varsayımda bulunduğu için yanlış. Birincisi, kurban kesilmesi gerektiği varsayımı. Kuran böyle bir şey buyurmuyor. Bkz: https://gerceginkitabi.wordpress.com/2017/08/22/kuran-baglisi-kurban-keser-mi/
İkincisi, kredi kartı kullanmanın bir Müslüman için olağan bir şey olduğu varsayımı. Faiz yemek de, faiz ödemek de kötüdür. Faiz yiyen ve bütün yeryüzünü sömüren, başka kötülüklere de yol veren bankalara para kazandırmaktan olabildiğince kaçınmalı, eğer olanağı varsa bankadan bütünüyle kopmalıdır. Giriş düzeyinde bilgi için bkz: https://gerceginkitabi.wordpress.com/2016/06/01/kuran-baglisi-birikimini-nerede-saklar/
Bu konuda giriş düzeyinde bilginin yeterli olmayabileceğini de belirteyim. Öğrenmeye üşenenden Müslüman olmaz.
***
Şahadet getirmeyen Müslüman sayılabilir mi?
Kuran’da “Allahuekber” geçmediği gibi, şahadet cümlesi de geçmez. Önce kitapta olmayan bir şeyi türetip, sonra da bu türetimi İslam’ın koşulu yapmak yanlıştır. Ardından yapılan ikinci hata, farklı onca cümle kurulabilecekken, Müslüman olduğunu kanıtlama cümlesi olarak Kuran’da münafıkların söylediği cümleyi seçmektir (bkz. 63:1). Eşzamanlı üçüncü hata, Kuran’da Müslümanlığa giriş cümlesi sayılabilecek hazır bir cümle varken onu kullanmamaktır: “Duyduk ve boyun eğdik” (2:131,285, 5:7, 24:47,51…). Dördüncü ve belki en büyük hata, Müslümanlığının kanıtının yapılan iş değil, kolayca seslendiriliveren bir cümle olacağını düşünmektir. Dördüncü hatayla ilgili olarak bkz: https://gerceginkitabi.wordpress.com/2016/10/02/kurandaki-dualar-ve-konusmalar-simgeseldir/
***
İmamların Müslüman olmaları şart mı?
Soru yanlış değil ama gereksiz. Bu gereksizliği bulmak için imamın yaptığı iş nedir, onu düşünelim. İmam namaz kıldırır. Yani yabancı dilde bir şeyler söyler, eğilir, yere kapanır ve ayakta durur. Yabancı dilde söylediği şeyler hep aynıdır. Bu durumda söylenecek şeyleri bir müzikçalara da söyletebiliriz. Eğilmesi ve yere kapanması da zorunlu değildir; cemaatte hemen herkes bunların zamanlamasını bilir. Ama camilerin konuyu bilmeyenlere kapalı bir yer olmaması istenir. Bu yüzden bu hareketlerin görülebilmesi iyidir. Bunun için de ışıklı göstergeler veya ekranlar kullanılabilir. Yani imamın işini bir dizi video kaydı rahatlıkla, hatta insana özgü sınırlamalar nedeniyle imamdan daha iyi yapabilir. Bu durumda video kaydının Müslüman olup olmadığını sormak gereksizdir.
***
Bu soru da yanlış değil ama alabildiğine gereksiz bir sorudur. Soruya soruyla yanıt verelim: “Hocam, hutbe Türkçe olabilir mi?”
***
19 sistemi Kuran’ın Tanrı sözü olduğunu bilimsel /ampirik olarak kanıtlar mı?
Son yıllarda Türkiye’de, genç kuşakta ve iletişim halinde bulunduğum çevrede sıkça sorulan bir yanlış soru. Her soru aslında bir önermedir. “Evin yeşil mi?” diye sorduğunuzda, soruyu yönelttiğiniz kişinin bir evi olduğunu söylemiş olursunuz. Evi olmayan birine yönelttiğinizde bu soru, yanlış soru olur. Yukarıdaki soruyu sorduğunuzda aslında Kuran’ın Tanrı sözü olduğunu gösteren ampirik (gözleme dayalı), bilimsel bir kanıta gerek olduğu varsayımında bulunmuş oluyorsunuz. Gerek yok, onun için soru yanlış.
Diyelim ki Kitap’ın elçi sözü olduğunun gerçek bir kanıtını bulduğunuzu düşünüyorsunuz… Hemen arkasından Tanrı’nın varlığının bilimsel kanıtı istenecektir. Öyle ya, eğer Tanrı diye bir şey yoksa onun elçisine ait kanıtların bir anlamı yoktur. Tanrı’nın varlığının bilimsel kanıtı yoktur, olamaz çünkü bu evrenle sınırlı olmayan, bu evrenin sınırları içinde olmayan bir şeyin varlığını bilimsel yöntemle, yani deney ve gözlemle kanıtlayamazsınız. “İçinde” sözcüğü vurgulu çünkü aşkın olan, yaratılmışa benzemeyen Allah’ın bir büyüklüğü, dolayısıyla sınırı yoktur. Bütün yaratılmışların yer ve zaman boyutunda sınırı vardır. Şeyler bu sınırlara gönderme yapılarak tanımlanabilir. Yer ve zaman dediğimiz şeylerin kendileri de sınırlıdır. Tanrı’yı evrenin içinde kabul edersek onu yer ve zamanla sınırlamış oluruz. Yer de, zaman da, hatta sınır da yaratılmıştır. Tanrı’yı evrenin dışında kabul edersek bu kez onu evrenin mutlak egemeni olmaktan alıkoyar, üstelik yine sınırlamış oluruz. Çünkü dış dediğimiz şey “iç”i kapsamaz, içten geriye kalandır. İnsanın zihni de yer ve zamanla sınırlı olarak var olur, yani Tanrı’nın “ne”liğini veya “nasıl”lığını bütünüyle kuşatamaz. Sezebilir, çıkarsayabilir, varlığını bilebilir ama kuşatamaz. Kuran’da Allah’ın niteleme sıfatlarıyla anılmasına karşın bunlara Allah’ın adları denmesinin nedenlerinden biri bu olmalı. Çünkü Tanrı, şeylerden bir şey değildir; bir türün örneği değildir; bir varlık sınıfına ait değildir; bir tür adla (cins isimle) anılamaz. Bir başka deyişle benzersizdir. “Bu kırmızı bir elmadır” diyebildiğimiz gibi “bu esirgeyici bir tanrıdır” diyemeyiz. Ancak “O, esirgeyicidir” diyebiliriz veya “O, Tanrı’dır” diyebiliriz. Normalde sıfat olan esirgeyici sözcüğü, bu ayrıcalıklı durumda ad olur. Çünkü Tanrı’ya ait ve bu sıfatın tanımlayabileceği bir tür ad yoktur.
Bir varlık kategorisine girmeyen, kendisi bir varlık kategorisi oluşturmayan şey bilimsel yöntemin konusu değildir. Bu, Tanrı’nın varlığının herhangi bir yolla kanıtlanamayacağı anlamına gelmez. Bilgiye ulaşmanın pek çok yolu vardır, bilimsel yöntem bunlardan yalnızca biridir. Modernist yaşam biçimi sanki bilgiye ulaşmanın tek sağlam yolu bilimsel yöntemmiş gibi bir izlenim oluşturmakta veya bu fikri aşılamaktadır. Bundan dolayı özellikle eğitimli (modernizmin ürettiği bilgiyle fazlasıyla beslenmiş, ondan fazlasıyla etkilenmiş olan) kent insanı, bir şeyin varlığına inanma kararını verirken ampirik /pozitivist kanıtını aramaya eğilimli olur. Oysa eğitimli olsun eğitimsiz olsun, köylü olsun kentli olsun hiçbir insan yaşamını bütünüyle bilimsel ve yalnızca bilimsel bilgiye dayalı olarak sürdüremez. Bilimin yaşamı kaplayabileceği sanısı modern bir mitolojidir. İstersek bilim adamı olalım, bütün gün boyunca verdiğimiz sayısız kararın çok ama çok azını bilimsel olarak veririz. Çünkü kısacası başka türlü yaşanmaz. Fırıncının rafındaki sarı şeyin ekmek olduğunun, kırmızıdan sonra yeşil yanacağının, ananızın gerçekten ananız olduğunun bilimsel kanıtını ararsanız yaşayamazsınız, bu kadar basit. İki yüz bin yıldır böyle yaşamıyoruz zaten.
Tanrı’nın varlığı ancak felsefi olarak kanıtlanabilir. Yani mantıksal olarak kanıtlanabilir. Sezgi de geçerlidir ki zaten sezgisel olanla mantıksal olanın ayrımı biraz bulanıktır. Bunun örneklerini çokça duymuşuzdur. “Hiçbir şey kendiliğinden varlığa gelmez”, “Varlığın kendisi, var edici iradenin varlığını gerektirir” vb. doğal ve aslında son derece yeterli mantıksal kanıtlar (veya tek bir kanıt) bulunur; yeterince yazılıp çizilmiştir. Bu kanıtları çürütüyor gibi görünen tanrıtanımaz (ateist) savlar başlıca iki şaşırtma yöntemine dayanır:
Biri kavramları, sözcükleri birbirine karıştırmak veya kelime oyunu yapmak, yani mantıksal safsata yapmak.
Öbürü, mantıkla yetinmeyerek bilimsel (ampirik) kanıt aramakta ısrar etmek.
Bir de dalga geçmek var ki bu bir şaşırtma yöntemi bile değildir, saymıyorum…
Burada konu bu olmadığı için savları sayfalarca çözümleyecek değilim. Kuran’a göre her insana yaptığının karşılığını verecek olan Tanrı’nın (tanıma dikkat) varlığını bilmek için sezgi bile yeterlidir, elçi ulaşması gerekmez (2:249, 9:118, 69:20, 72:12…).
Allah’ın varlığının bilimsel kanıtını arama şaşkınlığının ana akım tanrıtanımazlığın başlıca “dayanağı” olduğu bir ortamda, bilimsel yöntemin bir yaşam biçimi olamayacağını unutursak, Kuran’ın veya bir başka kitabın elçi sözü olduğunun bilimsel kanıtını arama hatasına düşeriz. Oysa annemizin gerçek annemiz olup olmadığının deneysel kanıtını aramaya gerek duymama nedenimiz Kuran için de geçerlidir. Veya geçerli olduğu ölçüde Kuran’a güveniyoruz (=iman ediyoruz) demektir. Anneniz her koşulda sizin iyiliğinizi istediği konusunda neredeyse sonsuz bir güven aşılar ve bu size yeter. Kuran /Elçi /Muhammed size güven aşılamıyorsa deneysel kanıt aramanız boşunadır. Muhammed’e “Doğaüstü bir şey başar da senin elçi olduğuna güvenelim” (2:118, 6:8-9,35, 11:12, 13:31, 14:10-11, 17:90-93, 23:24, 25:7, 28:48, 41:14, 43:53…) diyenler de buna benzer biçimde içerikle tatmin olmayıp deneysel kanıt aradılar. Onlara böyle bir kanıt gösterilmedi…
Sorunun yanlışlığını böylece düzeltmiş oluyorum.
Bu durumda “19 düzenini keşfettim, Kuran’a güvenim arttı” diyenleri nereye koyacağız? Birincisi, bence bu iddialı bir söz. Bunu söyleyenlerden kimisiyle konuştum, Üzerinde 19 Var kitabını okumadıklarını söylediler. Kimisi de harfleri kendisi saymadığını, aktarılan sayım sonuçlarından kuşkulanmanın aklına gelmediğini söyledi. Gereken çalışmayı yapmadan size aktarılana nasıl güveniyorsunuz? Eğer bu sizin için önemli bir şeyse aktarıma gözü kapalı güvenmeyip sınamanız gerekir. Sınamadı iseniz bu sizin için gerçekten önemli ve yaşamsal bir sorun değil demektir. Veya içinde bulunduğumuz (buna kendimi de katıyorum) tembelleştirici koşulların neden olduğu uyuşukluğun etkisiyle, önemli kararların da kolayca, yorulmadan verilebileceğini düşündünüz. Öyleyse bir kez daha düşünün ve gereken çalışmayı yapın. Yapmazsanız bu sizin için yalnızca bir haber olur, tanıklık değil.
Şimdi, tanık olan azınlığın durumuna gelelim. Kuran’ın elçi sözü olduğuna biraz güvenmişler, sonra da matematiksel kanıta tanık olduklarında (veya olduklarını düşündüklerinde) bu güven biraz artmış olabilir. Ben bunu Kuran’da keşfettiğim ve rastlantı olamayacak küçük ilginçliklerin benim güvenimi artırmasına benzetiyorum. Anlamsal ve anlatımsal ilginçliklerden söz ediyorum, matematiksel değil. Her biri beni biraz daha “ikna” ediyor, üst üste yığılarak bir bütün oluşturuyor. Hani, arkadaşınızın veya eşinizin sizin için yaptığı küçük iyilikleri ve fark ettiğiniz erdemli ayrıntıları bir araya getirirsiniz ve ona gözünüz kapalı güvenebileceğinize biraz daha emin olursunuz ya, onun gibi. 19 düzeninin keşfi de böyle bir adım, bir aşama olabilir. Ama dev bir adım veya daha önce sizi kitaba yaklaştırmış olan ikna edici etkileri solda sıfır bırakacak bir devrim olamaz. 19 düzeni iddialarını kısaca eleştirirsem bunun nedenini de söylemiş olacağım.
Bir önemli konu, sözcük sayılarının da 19 düzeninin bir parçası olduğunun öne sürülmesi. Rashad Khalifa da, Edip Yüksel de savlarını sunmaya “Elif Lam Mim”den başlıyorlar. İyi de, Elif Lam Mim’in anlamı, bu kişilerin öne sürdüklerine göre harf sayılarıyla ilgiliydi; konu ne zaman sözcük sayısına geldi? Sözcük sayılarının da 19’la ilgili bir düzen tutturması gerektiği gibi bir işaret hiç olmadı ki? İki ayrı konuyu birbirine karıştırıp çorba ediyorlar. Sözcük sayılarında bir düzen varsa, geceyle gündüzün, bahçeyle cehennemin sayısı eşitse bu ayrı bir ilginçlik olabilir ama bunun 19 düzeninin mantıksal devamı sayılması için bir gerekçe yok. 19 düzeni anılırken sözcük sayılarından söz ederek kafa karıştırmaktan vazgeçilmesi gerekiyor.
İkinci ve asıl önemli konu, tutmayan harf sayılarının varlığı. Elif, Lam, Mim, Nun sayıları kesinlikle tutmuyor. Bunun nedenini ortaya çıkarmak veya metinde bir oynama olup olmadığını ortaya çıkarmak için en eski yazmaları karşılaştırarak geniş çaplı bir araştırma yapılması gerekiyor. Çünkü düşündüğümüz gibi harf sayılarıyla ilgili bir düzen varsa orijinal metindeki harflerin bir bölümünün değişmiş veya yitmiş olması gerekir. Burada Khalifa’nın ve Yüksel’in yaptıkları çalışmanın eksikleri daha da göze çarpıyor. Çünkü hangi metnin üzerinde çalıştıkları belli değil. Birbirinden küçük farklılıklarla ayrılan farklı Kuran metinleri var. Farklı sürümlerde, cümlelerin anlamlarında farklılıklar olmasa bile sözcüklerin yazılışlarında farklılıklar var. Bu konuda Adrian Alan Brockett’in Studies in Two Transmissions of The Quran kitabına başvurabilirsiniz. Hem bu farklılığı yorumlayabilmek, hem de sayısı tutmayan harflerin neden tutmadığını anlamak için orijinal metnin saptanması gerekiyor. Bu çalışma yapılana dek 19 düzenini daha tam günışığına çıkarılamamış bir arkeolojik yerleşim gibi, daha tam keşfedilememiş eksik bir düzen saymak zorundayız. Bununla birlikte pek çok harfin sayısının tutuyor olmasını rastlantıyla açıklamak makul değil. Ben bunun olasılığını hesaplayabilecek kadar matematik bilmiyorum ama en azından çok düşük olduğunu anlayabiliyorum. Ortada hiçbir şey yokmuş gibi davranacak da değiliz. 21.08.2018
“Kuran’da sayısal düzen iddiaları” ile ilgili bir E. Yüksel eleştirisini okuyunca aklıma gelenler:
Bir:
“Rashad Khalifa, Kuran’da 19 düzeni buldu!” deyip de gerçekten bir şey bulup bulmadığını sınamadan, incelemeden davul zurna çalan kişilerin durumu… Bu davranışın arkasında “Biri Kuran’ı övmek için yeni bir gerekçe bulsa da biz de alkışçısı olsak” beklentisi olmalı. Oysa Kuran’ı övemiyor olmaları, övmeye kabil olmayışları, neden övülesi bir kitap olduğunu anlamıyor olmaları üzerinde düşünmeleri gerekirdi. Evet, Kuran’ı herkes övemez. Allah’ı da herkes övemez. Aslında herhangi bir şeyi övmek salt isteğe bağlı bir seçim değildir, çaba gerektirir.
İki:
Khalifa’nın neyi bulduğunu incelemeden şakşakçısı olmak için sıraya giren kalabalık, aralarında bir kaç kişinin gerçekte neyi bulduğunu keşfetmesi üzerine uyarılıyorlar ve şakşağı kesip sövgüye başlıyorlar. Aynı hatayı ikinci kez yapıyorlar. Bunu yine ilk hatada olduğu gibi iki katmanda çözümleyebiliriz: birincisi, daha önce yücelttiklerini yine sınamadan, incelemeden alaşağı ediyorlar. İnceleseler görecekler ki halifenin bulduğu sistem ayrı, iki ayet eksiltirken başvurduğu dayanaklar apayrı. Yani inceleseler Kuran’ı övmenin yeni gerekçesi hâlâ ellerinde olacak. Yapmadıkları için bu kazanımdan oluyorlar. İkincisi, daha önce salt Kuran’ı övmeye yeni bir bahane buldu diye desteklediklerini, şimdi salt Kuran’da hata bulduğu için lanetliyorlar. Hatanın kendisiyle ilgilenmiyorlar.
Üç:
Kuran’a yakıştırılan hatanın kendisiyle ilgilenseler, şu soruyla yüzleşmeleri ve başlarını önlerine eğmeleri gerekecek: “Bu silinen iki ayet Kuran’a verdiğimiz anlamdan neyi eksiltiyor?” Başka türlü soralım: “Bu silinen iki ayet Kuran’dan sağladığımız yarardan neyi eksiltiyor?” Halife’yi omuzlara alanların da, lanetleyenlerin de bu soruya verecek iyi bir yanıtları yok. Çünkü bu iki ayet de içinde olmak üzere kitabı iyi çalışmadılar, çalışmıyorlar, çalışmayacaklar da. Hani falancanın kitabından, makalesinden açıp da “Bu iki ayet şu konuda bütünlüğü sağlıyor, çıkarırsak bu bütünlük bozuluyor” gibisinden anlamla, içerikle ilgili bir çıkarsama yapamıyorlar. Kitap’ı bu kadar iyi çalışıyor olsalar zaten biri övse de alkışlasalar diye hevesle beklemezlerdi. Çalışıyor olsalardı Kitap’ı övmüş olmak için övmezler, ondan yararlanmanın yollarını aramış ve bulmuş olurlardı. Ve çalışıyor olsalardı eksilen iki ayetin Kuran’dan gerçekte neyi eksilttiği konusunda hiç olmazsa bir iki söz söyler, lanetlemenin veya eleştirmenin elle tutulur bir gerekçesini oluşturmayı denerlerdi. Yapmadılar. Yapmadıkları için Halife’den önceki durumlarında kaldılar.
Diyor ya Kitap; “Hiçbiriniz muaf değilsiniz, hepinizi sınıyoruz”. Allah, yanlarında Kuran’ı bulunduranların bir bölümünü Halife’yle sınadı. Çoğunluğu sınavı geçemedi. Öyküden çıkarılacak dersleri çıkaramadığı, ödevini yapamadığı için bugün daha ağır sınanıyor, yarın daha da ağır sınanacak. Bunları bu kişilere çamur atmak için yazmıyorum. Silinen iki ayetin Kitap’ın anlam bütünlüğüne kattıkları konusunda ben de bir şeyler söyleyebilecek durumda değilim. Ama bunun bir kusur olduğunun farkındayım ve gidermeye çalışıyorum. Hepimizin daha çok çalışması gerekiyor. Bu “hepimiz”, Allah’ın elçilerini kabul etmeyenleri de kapsıyor. 09.03.2019
***
Tanrı’ya inanıyor musun? /Sence her şeyi yöneten bir güç, bir bilinç var mı?
Soru kendi içinde yanlış değil. Yanlışlık şurada: 1) Kişinin bu soruya vereceği yanıtın doğru olma olasılığı çok düşük. 2) Konu bu değil. Yani iyiyle kötüyü ayıran veya gezegeni daha yaşanılır veya yaşanmaz yapan şey bu soruya verilen yanıt değil. Aslında bu sitede yazdığım Din Nedir gibi yazılarda bunun yanıtını vermiş oldum. Kısa bir özet geçmeyi deneyeyim.
Birincisi, böyle sorulara doğru yanıt verebilmek çok zordur. Kişinin bu soruyu kendine çok zaman önce sormuş ve yanıtını kafa yorarak aramış olması gerekir. Siz bu soruyu sorduğunuzda bunu daha önce düşünmemiş olabilir. Bu durumda biraz düşünmek için sizden zaman istemeyecektir; çabuk yanıtlara alışkınız. İşin zor yanı, düşünmüş bile olsa kendisi hakkında doğru yanıtı bilmiyor olabilir. Yani neye inanıp neye inanmadığını bilmiyor olabilir. Bu bir arıza veya utanılacak bir fiyasko olmak zorunda değildir. Kişinin benliğinin derinindeki istekleri, güdülenmeleri, adanmışlıkları, inancı, güveni fark etmesi zordur. Bunlar genelde önemli deneyimlerle ve bu deneyimler üzerinde düşünerek ortaya çıkar. İnsanların söyledikleri sözler, zihinsel işlemlerinin yalnızca bir bölümünü anlatır. Bu yüzden antropologlar yabancı kültürleri incelerken doğrudan sormak dışında yollar ararlar. Dolayısıyla bu soruyu soran, içtenlikli bir yanıt alsa bile doğru yanıtı alacağını ummamalı; bu gerçekçi bir beklenti değildir.
İkincisine gelelim. Kuran’da inanç (Ar. itikat) sözcüğüne rastlamıyor olmamız bir rastlantı olmamalı. “İnanç” diye çevrilen iman sözcüğünün güvenle ilgili bir anlamı vardır. Güncel Arapça sözlüklerde inanç maddesinin karşısında önce itikatı görürüz. İmanın inanç değil güven olduğu şu ayetler incelendiğinde kolayca anlaşılabilir: 7:75, 12:54, 48:12-13, 49:7. Örneğin 7:75’te “Bu adamın elçi olduğunu nereden biliyorsunuz?” sorusuna “Biliyoruz” diye değil, “Güveniyoruz” diye yanıt veriyorlar. Bakara 285’in “Elçi, kendisine indirilene inandı” diye çevrilmesi abes. Burada Elçi’nin kendisinin Elçi olduğuna inanmasından söz edilmiyor. Kendisine indirilen sözün /vaadin doğruluğuna güvenmiş olması anlatılıyor.
Kuran’da ateistlere, yani Tanrı’nın var olmadığını öne sürenlere rastlamıyor olmamız da bir hata olmamalı. Bildik iddia ilk bakışta kulağa makul gelir: “Muhammed’in zamanında tanrıtanımazlık (ateizm) yoktu. Bu modern bir fenomendir, onun için eski kitapların bunu kapsaması beklenemez. Onun için eski kitaplar evrensel olamaz.” Bu iddianın sahipleri de, iddiayı çürütmeye çalışanlar da Kuran’ı anlamıyorlar. Kuran hiç kimseye neye inandığını sormuyor. Sorgu melekleri hiç kimseye kime taptığını sormayacak. Böyle bir konu yok. Tanrı’ya kulluk eden ile Tanrı’nın yanında başkalarına da kulluk edeni ayıran şey, yani iyiyle kötüyü ayıran şey kişinin eliyle yaptığıdır. Bu hiç şaşmayan bir göstergedir. Eşkoşma Örnekleri yazımda bunun örneklerini verdim. Yaşamda her gün yaptığımız seçimler, verdiğimiz kararlar bizim neye inandığımız sorusuna verdiğimiz yanıtı hem gereksiz hem geçersiz kılar. Çalışma hayatı onu gerektirdiği için yalan söylemek işinizin bir parçası oldu ise, sizin neye “inandığınızın” (bkz. bu sitede Arapça Sözcük Denkliği), hangi tapınağa girdiğinizin (bkz. Müslüman Doğmayanın Suçu Ne?), ağzınızla ne söylediğinizin (bkz. Kuran’da Dualar ve Konuşmalar Simgeseldir ve Türkçe Kuran, Türkçe Namaz) bir önemi yoktur. Bu durumda Kuran sizden söz ediyor olsaydı Allah’tan başka bir de iş yaşamı /piyasa /patron /para /ekonomi tanrısına taptığınızı söyleyecekti.
6:23 ayetinde Allah’tan başkasına kulluk etmediklerine yemin ediyorlar çünkü bunu yaptıklarının farkında değiller. Onlara sorulduğunda “Allah’a inandıklarını” söylüyorlardı ama elleriyle yaptıkları, ağızlarıyla söylediklerini yalanladı. Zaten her suç /günah bir çelişkidir. Gerçekdışı (Ar. batıl) olan, gerçekle (Ar. hak) çeliştiği için kötüdür. Çelişkili bilgiler, inanışlar, varsayımlar ve davranışlar önünde sonunda kişiyi kötülüğe yöneltir. Çelişki kavgadır; tutarlılık ise barış. Dolayısıyla bugün içinde bulunduğumuz koşullarda, yani modern insan topluluğunun yaptığı ve söylediği şeyler bağlamında önemli bir soru değildir, önemli yanıtlara gebe değildir.
Eğer bu gerekçeyi anladıysanız bu soruyu yöneltebileceğiniz örtülü ve çok daha güvenilir yanıtlar üretecek biçimler bulunduğunu fark etmişsinizdir. Güncel bir ahlaki sorunda, sözgelimi kadının çalışma yaşamında kayırılması veya eşit boşanma hakları edinmesi konusunda sizin doğrularınızın kaynağını çağdaş uygarlık, Batı Aydınlanması, AB müktesebatı, partinizin politikası vs. ise bu “Allah’tan başkasına kulluk etmeye hazırım” yanıtına denktir. Veya örneğin sizce rant ve faiz (Ar. Riba) günümüzün kabullenilmesi gereken gerçeğiyse veya örneğin çocuğunuzun Amerikan yurttaşı olmasında bir sorun görmüyorsanız veya sizce hayvanların hakları varsa Allah’tan başkasına kulluk etmemek sizin için yalnızca bir slogandır, Kelimeişahadet gibi. Eğer bu gerekçeyi anladıysanız tanıdığınız bir kişiye neye inandığını sormanız gerekmediğini de anlamışsınızdır. Yaşamı güzel veya çekilmez yapan şey anket sorularına aceleyle verilen vitrin yanıtlar değil, ellerin yaptıklarıdır.
Böylece soruya yanıt vermiş olmadık. Sorudaki yanlışı düzelttik. Yanlış soruya vereceğimiz her yanıt yanlıştır. 11.11.2018
***
Kuran’da tecavüzün cezası neden yok?
Her soru bir önerme, yani bir doğruluk iddiası içerir. Ve her söz, bağlamıyla anlam kazanır. Bu sorunun yanlışlığını anlamak için içerdiği doğruluk iddiasını ve sorulduğu bağlamı incelemeliyiz.
1) Bu soru, tecavüzün çok ağır bir suç olduğu savını içerir. Irza geçmenin neredeyse cinayete denk veya cinayetten hemen sonra gelen adi suç olduğu ima edilir. Hiç düşündünüz mü, onca ağır suç arasından neden tecavüzü soruyorlar? Kuran’ı eğer beyninizle okumak gibi bir niyetiniz varsa, sözgelimi faizciliğin cezasını çok daha önce sormanız gerekirdi. Çünkü rant ve faiz yiyenlerin “Allah’a ve elçisine savaş açtıkları” söyleniyor. Böyle ağır bir suçun cezası açıkça bildirilmezken bunu nasıl merak etmezsiniz? Irza geçmenin cezasını sorduran, Batıda ve Türkiye’de (AKP dahil olmak üzere) egemen olan liberal ve feminist ideolojidir. Ne ilginçtir ki Kuran’da erkeğe tecavüz eden bir kadının öyküsü var, kadına tecavüz eden bir erkeğin öyküsü yok! Hatta ilgili ayetin devamında kadınlara yönelik “sizin oyununuz yamandır” ifadesi var. Liberalizmi Kuran’a sokmaya çalışan aklıevveller hep üstünden atlarlar bu “cinsiyetçi” ifadelerin. Liberalizmle yüzleşmeden Kuran’ı anlayamayız.
2) Sorunun bağlamı feminizmdir. Yani kadının ezeli mağdur olduğu, bugün olanca kayırmacılığa, olanca konfora rağmen bu mağdurluğun düzelmediği yalanıdır. Feminizm kadın üstünlükçülüğüdür. Yani kadının yasalar önünde erkeğe eşit olması değil, ondan üstün tutulması gerektiği ideolojisidir. İdeoloji böyle olunca sorulan sorular da buna göre biçim almaktadır. İdeolojiye göre kadına yönelmiş şiddet o kadar ağırdır ki, cezalandırılması sivilleri bombalamak, savaş çıkarmak, vatanı satmak, uyuşturucu satmak, insanları birbirine düşürmek gibi suçlardan daha önceliklidir. Sorunun bağlamı, sorunun yanlışlığını neden fark etmediğimizi açıklar. Ağır feminist hipnoz altındayız ve geleneğin etkisinde kalmadan Kuran’ı yorumlamaya çalışanlar da bunun içinde, ne yazık ki.
3) Soruyu soran Kuran’a bir ceza yasası kitabı gözüyle bakmaktadır. Kuran her suç için bir reçete yazmak zorunda değil. İnsanlar geri zekalı değil ki elçiler her sorunun çözümünü tek tek önlerine sersinler. Herhangi bir suçu nasıl cezalandırıyorsanız ırza geçmeyi de aynı ilkelerle cezalandırırsınız. Soruyu soranların hiç Kuran’ı okumayı denemedikleri ortaya çıkıyor.
***
Peki, tecavüzcüye hadım cezası verilebilir mi?
Tecavüzcüye hadım cezasını uygun bulan yüz kişiye sorduk, “Hırsızın da elini keselim mi?” diye, bakın ne yanıtlar aldık…
Şaka şaka, sormadık. Kestirebiliyor musunuz alabileceğiniz yanıtları? Kestirebilirsiniz. Açın bir arama sitesi, Türkçe, İngilizce, Almanca… kaç dil biliyorsanız İslam’da hırsızın elinin kesilmesiyle ilgili anahtar sözcükleri aratın. “Ortaçağ kafasını”, “vahşeti”, “barbarlığı” lanetleyerek başlar, “yaşasın seküler modern hukukumuz” diye devam eder. Bence bu hadım etme konusu tanrıtanımaz olsun, Müslüman olsun herkesin içtenliği için bir sınama. Hadım cezası mı verelim? Peki, ama hırsızın da elini keseceğiz, kabul mü? Olmadı mı efendim? O zaman geri dönünüz, modernist dogmalarınızı gözden geçiriniz ve neden tutarlı olamadığınızı kendinize sorunuz. Veya –denk bir örnek değil ama– eşcinselliği serbest mi bırakalım? Peki, ama dört kadınla evlenmeyi de serbest bırakacağız, kabul mü? Olmadı mı efendim? O zaman geri dönünüz ve nasıl oluyor da binlerce yıldır uygulanagelmiş doğal bir çözüm olan çok kadınla evlenmek “barbarlık, iğrençlik” oluyor, nasıl oluyor da soyun sürmesini engelleyen ve insan doğasına açıkça aykırı eşcinsellik çağdaş/normal/uygun oluyor, kendinize sorunuz (biraz antropoloji dergisi karıştırın, tek eşli evliliklerin çok yeni olduğunu göreceksiniz). Burada İslam’a göre hırsızın elini koparmak gerektiğini söylemiyorum, o ayrı bir tartışma konusu. Ama bunu söyleyenlere verilen seküler tepkiler modernizmin ikiyüzlülüğünü ve tutarsızlığını sınamak için iyi bir fırsat olur, onu söylüyorum. Tecavüzcüye hadım cezasını uygun gören ama rüşvetçiye, irtikapçıya, hortumcuya ancak hapis yakıştıran bu ahlak, modernist insana hangi kitapta öğütleniyor? Kaynağı nedir? Nasıl bir alternatifi var da Kuran’ı beğenmiyor?
Modern insanın atası bu yolda değildi. Hümanizm /sekülerizm /materyalizm eskiyi hep kötüler, aşağılar. Modernizme göre modern insan öncesi insan sersem, değersiz bir yaratıktır. Neredeyse her şeyi yanlış yapmıştır. Modernizm öyle saçma bir mitoloji oluşturur ki insanın Allah’a tapması yanlıştır, ki şimşekten korkmamaya başladığı zaman bırakmıştır… Dört karıyla evlenmesi yanlıştır, sözde kadınla erkeğin eşit olduğunu anlayınca (kanıt?) teke indirmiştir… Hırsızın elini kesmesi yanlıştır, “aydınlanınca” (karanlık olan İncil miydi, Kuran mı?) hapse atmaya başlamıştır… Modern zamanlarda bildiğimiz kadarıyla bir Tanrı elçisi yok. Öyleyse nedir bu ahlakın kaynağı?
Bilimin bulguları böyle bir ahlak oluşturmak için gerekçe olmuyor, araştırırsanız görürsünüz. Tevrat, İncil desek, o da değil. Kuran, tü kaka, hepsinden kötü. Peki, nereden geliyor kardeşim bu hadım etme fikri? Bunu sorgulayın hele bir. Doğru yanıta ancak o zaman ulaşabilirsiniz.
“Bundan başka bir Kuran getir veya onu değiştir!” dediler. 10:15
Hayır, Muhammed, tecavüzcünün hadım edildiği başka bir Kuran getirseydi feministler onu da izlemeyeceklerdi:
“Allah yerine başkasına yalvaranlar, ortaklara bile uymazlar, sadece sanıya uyarlar.” 10:66
09.01.2018
***
Kuran’ın Allah sözü olduğunun bilimsel/ampirik kanıtını aramak bir yanılgıdır. Elçilerin elçiliklerinin bilimsel kanıtını sunma zorunlulukları yok. Onları izlemenin iyi bir fikir olduğuna karar vermek için buna ihtiyacımız da yok.
Bu konu Hristiyanlıkta İsa’nın dirilişi konusunda biraz benziyor. Kiliselerin kabul ettiği resmi mitolojiye göre İsa öldükten üç gün sonra dirilmiştir. Hristiyanlığın kurucusu olan ve İsa’yı hiç görmemiş olan Pavlus, İsa dirilmediyse bütün bir dinin boşuna olduğunu söyler (bkz. Yeni Ahit, 1 Korintliler 15/4-8 11-14). Oysa bu Pavlus’un sabuklamasıdır yalnızca. İsa’yı izlemeye değer yapan şey onun öğretisidir, doğa yasalarını çiğneyebilmesi değil (kaldı ki bu yasa çiğneme anlatısında Tanrı’ya ortaklık iması vardır). Bir parçasını Dört İncil’de bulduğumuz ve Kuran’dan doğrulayabildiğimiz İsa’nın öğütleri iyi olduğu için, bir başka deyişle Allah’a yaklaştıracağı için izlemeye değer. Tıpkı Kuran’ın içeriğinin yalnızca iyi olduğu ve Allah’a yaklaştıracağı için izlemeye değer olduğu gibi. Artık Kuran’ın Allah’tan esinlendirildiğinin deneysel kanıtını aramanın gereksiz olduğu gibi, İsa’nın dirilip dirilmediğini tartışmak da gereksizdir. Ahlaki öğütlere uymaya ikna edilmek için sihir ve büyü görmeyi bekleyenler zaten görseler bile ikna olmayacaklardır (bkz. 2:118, 5:112-118, 6:7,109-111, 10:96-97). Bu anlamda Kuran’dan deneysel kanıt sergilemesini isteyenler, Ulaklara güvenmek için doğaüstü güçlere sahip olmasını isteyenlere benziyorlar. Çünkü onlar iyi, doğru, güzel olduğunu gördükleri, varoluşa tutarlı bir anlam verdiğini bildikleri söze direniyorlar. Tanrı’yı gözle görmek isteyen Yahudiler de Musa’dan ampirik kanıt istemişlerdi (Kuran, 2:55, 4:153). 2:108 ayetinde “elçiyi sorguya çekmek”ten kasıt Kuran’ı sorguya çekmektir (4:83, 9:13, 7:157, 9:61-62 ayetlerini inceleyiniz). Yani Kuran’a “bana matematiksel/bilimsel kanıt göster” demektir. Bu kişiler güvenilir buldukları kişilere güvendiklerinde bilimsel kanıt istemezken, Elçilerden bunu isteyerek çifte standart uyguluyorlar (26:72-74’teki çifte standarda dikkat edin). Tıpkı Elçi düşmanı hümanistlerin sekülerliği savunurken başvurdukları çifte standart gibi: Seküler hukuk fikir ayrılıklarıyla tıka basa doluyken ve üzerinde uzlaşılan bir “seküler şeriat” oluşturulamamışken, İslam hukukunda fikir ayrılıklarının bulunmasını nesnel bir İslam ahlakı olamayacağına kanıt gösterirler.
Annenizin ve babanızın gerçek ana-babanız olduğunun kanıtını aramadınız ama onlara güveniyorsunuz (“ama bu dinsel bir şey değil” diye itiraz edenler şuradan devam etsinler: Din Nedir). Pek çok şeyin kanıtını aramayız. Hayatta pek çok şeyin bilgisine erişmeyiz. Yeterince güven veren pek çok şeyi doğru varsayarız. Bir yargıç duyarlılığıyla nesnel ve bilimsel kanıt aradığımız durumlar çok enderdir. Örneğin hemen hiçbirimiz arkadaşlarımızın güvenilir olup olmadıklarını, bize uzun vadeli tuzaklar kurup kurmadıklarını bilimsel yöntemle test etmedik, kesin kanıt aramadık; güdülerimize, içsesimize, duygularımıza güvenerek –zayıf da olsa yanılma olasılığını göz ardı etmeden– onlara güvenmeyi seçtik. Örneğin hiç birimiz yakut görmedik, test etmedik, yakutun nasıl olduğuyla ilgili inançlarımız var. Yakutu bize anlatan kaynaklara güvendik, hepsi bu. Örneğin bir belgeselde uzak bir tropik adadaki yaşam gösteriliyor, izliyoruz, hiçbirimiz haritayı açıp gerçekten öyle bir ada var mı diye bakmıyoruz. Örneğin hemen hiçbirimiz tarihte ne olduğunu birincil kaynaklardan araştırmadık, ne olmuş olabileceğine kafa yormadık, aktaranların aktardıklarıyla yetindik ve buna karşın keskin, iddialı fikirlere sahip olduk. Örneğin dünyayı zalimce yönetmeye çalışan kötü yürekli bir azınlığın var olup olmadığını çok azımız araştırdık. Ama bir bölümümüz hiç bir araştırma yapmadan telkinlere inanarak veya inanmak istediği için bunun var olmadığına hemen inandı, başkalarını komplo kuramcılığıyla suçladı (üstelik ateistlerin çoğu bu gruptadır). Araştıran bir bölümümüz ise kesin kanıtlara ulaşamadı, yalnızca güçlü belirtileri yeterli bularak bunun var olduğuna inandı. Örneğin Yirminci Yüzyıl’ın başlarında sigaranın hasta etmediği konusunda cahildik, doktorlara veya başkalarına güvendik, korkmadan içtik. Şimdi yine doktorlara ve başkalarına güvenerek zararlı olduğuna inanıyoruz. Bu kararları verirken hemen hiç birimiz laboratuvara girmedik. Örneğin uzun süre DDT’nin zararlı olmadığını sandık. Şimdi yine güvene dayanarak zararlı olduğunu sanıyoruz, hiçbirimiz verileri değerlendirmedik, araştırmadık, bilgiyle yargılamadık. Sağlıkla ilgili çoğu şeyi bilimsel kaynaklardan araştırmadık, kimyagerlere, doktorlara, diyetisyenlere ve yine bunlara güvenen bürokratik örgütlere güveniyoruz. Sık sık yanıldıklarını ve fikir değiştirdiklerini (“ilerlediklerini”) görmemize karşın! Ağzımıza soktuğumuz her lokmaya bilimsel olarak karar vermek istersek bütün gün bununla uğraşmamız gerekir, başka işlere zaman ve enerji kalmaz. Nefes almadan önce havanın temiz olup olmadığını araştıracaksanız, araştırmanızı tamamlamak için birkaç saniyeniz var! Belli bir noktada güvene dayanan kararlar vermemiz gerekir. Verdiğim örneklerin kimi incelenebilir, derin bilgilere ulaşılabilir konulardır. Kimi ise belli ölçüde güvene dayalı olmak zorundadır. Örneğin yukarıdaki soruyu sorduğunu gördüğüm kişiler örnek olarak verdiğim bilgi alanlarında saçları ağarana dek çalışmış ve kesin kanıta ulaşmış değillerdir.
“Gündelik yaşamın büyük bölümünde insanlar geçmişte verdikleri kararlara yaslanırlar. Altta yatan anlamı temsil eden durumlara veya yapılara güvenirler, yeni çıkarımlar yapmazlar.” (Ellen Langer, “Minding Matters: The Consequences of Mindlessness-Mindfulness,” Advances in Experimental Social Psychology, Leonard Berkowitz içinde 137–73) Demek ki yaşamın normali budur. Yaşamın normali bilimsel yöntem değildir. Bilimsel yöntem çok özel ve çok yüksek maliyetli bir çabadır. Her gün akşama dek verdiğimiz sayısız kararı bilimsel yöntem titizliğiyle vermemize olanak yoktur. Deyim yerindeyse bilimsel yöntem yapaydır ama geçmişte verilen kararlara, deneme-yanılma yöntemine, babadan oğula veya toplumdan bireye aktarılmış deneyime dayanmak ise doğaldır (meraklısı, ateist yazar McCauley’in Why Religion Is Natural and Science Is Not kitabını okuyabilir).
Yukarıdaki soruyu soran mağrur kişi de öbür tanrıtanımazlar ve yaradancılar gibi yeryüzünde var olan bütün din/inanç sistemlerini araştırmadı, bütün seçenekleri tüketmedi, öteki ateistlerin söylediklerini (çoğunluğu yalnızca yaygın olan dinler hakkında üstelik yüzeysel olan bilgileri) yeterli buldu. “Ya bilimsel kanıtı olan bir Elçi varsa?” diye sormadı. Örneğin dinlerin kanıt sunmadıkları için inandırıcı olmadığını öne süren ateistler, sayısız kez yalan haber üretirken yakalandıkları halde ve hemen hiç bir zaman haberlerinde kanıt sunması beklenmeyen basın kuruluşlarına güvenmemeyi telkin etmiyorlar. Neden? “Bilimsel kanıt olmadan Elçi’ye uymayız” diyenler neden hiçbirinin bilimsel kanıtı bulunmayan gazete ve televizyon haberlerine inanıyorlar?
Çünkü yeterince inandırıcı buluyoruz. Çünkü insanların arasında güvenilir bulduğumuz kişiler var. Çünkü önceki bilgilerimize, deneyimlerimize, düşüncelerimize ve duygularımıza belli ölçüde güveniyoruz ve eylemlerimizi bunun üzerine inşa ediyoruz. Kimi zaman birisine güvenmekle hata edebiliriz, bir bilgiyi ikna edici bularak yanılabiliriz. Ama en kuşkucu olanımızın davranışlarına bile kesin bilgiden çok güven yön verir, bu kaçınılmazdır. Gün boyu verdiğiniz kararları tek tek yazın bir kağıda. Sonra kaçını kesin kanıta dayalı olarak verdiğinize bir bakın. Eleştirel düşünce yararlı ve gereklidir. Sorgulamak ve kanıt aramak meşru ve yaşamsaldır. Ancak bunların uygulama alanları vardır.
Buraya kadarki açıklamayı soruyu yanıtlamaktan kaçmak olarak algılamış olabilirsiniz. Bu açıklama, bu konuda kanıt bekleyen kişinin tutarsızlığını göstermek içindi. Aslında sorunun yanıtı alabildiğine yalındır: Annesine, babasına DNA testi yaptırmadığı halde gözü kapalı güvenen kişiyi eleştirel düşünememekle suçlamak ne kadar yersizse, Tanrı’nın Elçilerinden bilimsel kanıt istemek o kadar yersizdir. İyiliğin, güzelliğin, yüksek ahlakın bilimsel kanıtı olmaz. İyi ve güzel ahlaklı birisi olmaya ikna edilmek için kanıt bekliyorsanız sizinle tartışılacak bir şey yoktur. İşte bunun için, Elçiler size yalnızca güven verirler veya vermezler.
Ateizm Hakkında Notlar yazımda 56 numaralı not da soruya verilen yanıtla ilgilidir. 18.07.2020
***
Allah kuluna yetmiyor mu da peygambere ihtiyaç duyuyoruz?
Bu sorudaki yanlışlık, peygamberi Allah’ın dışında, Allah’tan ayrı bir bilinç kaynağı varsaymasında. Allah ve Tanrı birer tür ad değildir. Bunun anlamı, Tanrı’nın benzersiz, örneksiz olmasıdır. Her hangi bir türün örneği değildir. Yani “tanrılar kümesinden biri” gibi bir tanım yapamayız. Her şeyi kapsadığını düşündüğümüz evren sözcüğü bile bir tür addır. “Evrenin dışında ne var?” veya “Zaman-mekanın dışında ne var?” soruları meşrudur; fizik bu soruları yanıtlamaya çalışır. Varsayımsal paralel evrenlerden söz edebiliriz. Ama Tanrı’nın dışı veya Tanrı’dan gayrısı diye bir şey olamaz. Tanrı’nın tanımı budur zaten, ötesi, berisi, gayrısı, öncesi, sonrası, içi, dışı olmayandır. Bu yüzden yukarıdaki gibi sorular ancak bir mecaz olduğu, bir dilsel kestirme olduğu bilinerek sorulduğunda anlamlı olabilir. Peygamber Allah’ın dışında, onun iradesi dışında bir şey değildir. Allah yalnızca kula değil, bütün evrene yeter. Ama yeterliği yaratılmış olanlar üzerinden gerçekleştiriyor. Peygamberler de bu yaratılmışların içindedir. Yardımı peygamberle değil de başka bir şeyle, diyelim bir kaplumbağayla iletseydi “Allah kuluna yetmiyor mu da kaplumbağaya ihtiyaç duyuyoruz?” diye soranlar olacaktı. Onun için bu soru yanlıştır.
Yaklaşan kasırga bir Amerikan kasabasının papazını kaygılandırmıyormuş. Kasabanın boşaltılması için duyuru yapılmış. Herkes orayı terk etmiş. Papaz kendinden emin, “Yıllarca hizmet ettiğim Tanrı beni kurtarır” deyip yerinde kalmış. Son kasabalılar kayıkla gelip papazı almak istemişler. Papaz aynı şeyi deyip geri çevirmiş. Sular yükselirken sivil savunmacılar motorla gelip papazı götürmek istemişler. Papaz kendinden emin: “Tanrı beni kurtarır.” Sular kilisenin kulesine kadar yükselirken sel bölgesinde keşif yapan bir helikopter alçalmış ve papazın binmesini beklemiş. Papaz helikopteri “Yıllarca hizmet ettiğim Tanrı beni kurtarır” diyerek tam bir inançla geri göndermiş. Sular yükselmeyi sürdürmüş ve papaz öbür tarafta kendini Tanrı’nın karşısında bulmuş. Kurtarılmadığına içerliyormuş, kurtarılmadığı için yakınmış. Kendisine şöyle denilmiş: “Seni kurtarmak için duyuru yaptırdım, komşularını yolladım, sivil savunmacıları yolladım, bir de üstüne helikopter yolladım. Daha ne yapacaktım?”
Şimdi “Allah kuluna yetmiyor mu da duyuruya ihtiyaç duyuyoruz, Allah kuluna yetmiyor mu da komşulara ihtiyaç duyuyoruz, Allah kuluna yetmiyor mu da sivil savunmaya ihtiyaç duyuyoruz, Allah kuluna yetmiyor mu da helikopterlere ihtiyaç duyuyoruz?” diye sormak olur mu? Olmaz tabi. 18.07.2020
***
“Allah niye yarattı?” diye sormak, Allah’ın hikmetini sorgulamak niçin günah?
Yanlış soru. Allah’ın hikmetini sorgulamak kategorik olarak günah değil. Günah olmak zorunda değil. Burada günah olan veya olmayan şey sormak veya sorgulamak değil, bu sorunun arkasındaki güdülenmedir. Musa ve İbrahim de sordu ve sorguladı (7:143, 2:260) ve bunu içtenlikle, gerçeğe yaklaşmak niyetiyle yaptılar. Ayetlerdeki benzetmeleri bir kenara bırakırsak, Allah’tan buldukları karşılık, gerçeğe yakınlaştırılmaları oldu. Zaten istedikleri de buydu. İsrailoğullarının aynı gibi görünen sorularının arkasındaki güdülenme, boyun eğmeme ve hatta Tanrı’ya anlaşma koşulu öne sürmekti:
Kitap halkı, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Bundan daha büyüğünü Musa’dan istemişler ve “Allah’ı, bize açıkça göster!” demişlerdi… 4:153
“Bize kendini gösterirsen sana boyun eğeceğiz, değilse eğmeyeceğiz” demiş oldular etkin olarak. Aynı davranışı Yusuf’un yarım kardeşlerinde de görüyoruz:
“Yusuf’u öldürelim veya bir yere atalım ki, babanızın ilgisi yalnızca bize yönelsin. Ondan sonra da erdemli [salih] bir topluluk oluruz!” 12:9
Hiçbir zaman iyi insanlar olmayacaklardı çünkü iyiliğe kötü adımlarla ulaşılmaz. İyi insanlar olmak için olmayacak bir şeyi koşul olarak öne sürüyor, deyim yerindeyse kendilerine bir ödeme yapılmasını istiyorlar. Tanrı’nın elçilerinden mucize isteyenler, doğa yasalarına aykırı işler başarmalarını isteyenler, göğü yere indirmelerini isteyenler de aslında aynısını yapıyorlar (2:210, 6:9,35,109-111,158, 10:96-97, 13:31, 14:10-11, 16:33, 17:90-93, 23:24, 41:14). Eğer Tanrı’ya boyun eğme fikriyle kavganız yoksa, Musa’nın ve İbrahim’in içten sorularıyla örtücülerin sorularının sığ bir bakışla aynı gibi görünmesine karşın farklı olduğunu anlayabilirsiniz. “Beğendin mi yaptığını?” sorusunun bağlamına göre farklı anlamlar alışına benzer bu. Aynı cümle kimi bağlamda soru değil, azar olur.
Sorudaki yanlışı düzelttik. Şimdi sorunun içindeki soruya bakalım.
Tanrı’yı görme isteminin olanaksızlığı gibi, onun amacını bilmek de olanaksızdır. Bu yanıtın, daha doğrusu yanıtsızlık durumunun kimilerini niye öfkelendirdiğini anlamadığımı itiraf edeyim. Her şeyi anlayabilene zaten Tanrı diyoruz. Sen Tanrı değilsin. Anlayamadığın bir şey olması seni neden üzüyor? Anlamanın olanaksız olduğu sayısız şey var ve bu da onlardan biri. Hepimiz sürüyle soruya yanıt bulamamış biçimde yaşıyor ve ölüyoruz. Bunu yapamıyor olsaydık sabah yataktan kalkacak güç bulamazdık çünkü her şey anlamsız olurdu. Kendimizi öldürür ve bu anlamsızlığı sona erdirirdik. %99.99’umuz bunu yapmıyor çünkü önemli ve önemsiz milyonlarca yanıtsız soruyla gayet güzel yaşanabiliyor.
En basit örneği vereceğim: Kolunuzu kaldırın şimdi. Nasıl kaldırabildiğinizi anladınız mı? Bu kadar basit bir şeyi bile nasıl başardığımızı anlamıyoruz. Sinirbilimi yemiş bitirmiş olan uzmanlar bile bilmiyor bunu, emin olun. Şimdi, bu kadar basit ve yakınımızdaki bir şeyi bile bilmiyor ve anlamıyorken, bilmediğiniz şeylerin bulunmasının bizi müthiş rahatsız ettiğini söylersek bu dürüstlük olmaz. Bilgi birikimimiz ne kadar artarsa artsın bilmediğimiz şeyler azalmaz. Yanıtlanan her bir soru, birden fazla yeni soruya yol açar. Bilmenin doğası budur çünkü. Filozofun dediği gibi: “Bildikçe ne kadar az bildiğimizi anlarız.” Yanıtsız kalan sorularımız sonsuza ıraksar. Sonsuz, yani mutlak erişilmez olan. Bütün yanıtların bilindiği, bütün nedenlerin ilkinin bulunduğu, bütün sonuçların sonuncusunun bulunduğu noktaya Tanrı diyoruz. Biz “Tanrı olmayanlar” olarak bu noktaya erişemiyoruz. Erişseydik Tanrı olurduk.
Evrenin genişliğini düşününce bizim her gün ilgilendiğimiz şeylerin büyüklükleri sıfır gibi kalıyor, değil mi? “Ne büyük bina” diyoruz ama evrenin veya yalnızca bir galaksisinin yanında yok gibi kalıyor. Senin büyüklüğüne bir dersek, evrenin kalanına kaç diyelim örneğin? Sonsuz gibi bir sayıdır. Senin evren içinde kapladığın yer bir bölü sonsuzdur. Matematiksel değeri sıfırdır. Tanrı’nın büyüklüğü ise sonsuz dediğimiz evrenle sınırlı olmamalı. Hatta onun için bir sınırdan söz edemeyeceğimiz için onun bir büyüklüğü bile yoktur. Sözcüğün gerçek anlamıyla sonsuzdur. Şimdi bir, sonsuza onu anlayamadığı için mi küsüyor?
Bir de bu sorunun içtenliği meselesi var. Bu soruyu soran bu sabah kahvaltıda ne yedi örneğin? Veya gün boyunca yaptıklarını neden yaptı? Yüksek veya alçak amaçları, zevkleri kovaladı mı? Kendini iyileştirmeye çalıştı mı? Az veya çok kesin çalışmıştır. Kesin. Yani eylemleriyle bir şeyi kovalıyor aslında. Neyi kovaladığının farkında olmak zorunda değil. Kedi de fareyi kovalıyor, o da farkında değil. Kedi değilsin belki ama hâlâ bir bölü sonsuzsun. Bazı yiyeceği seviyorsun örneğin, bazısını sevmiyorsun. Nedenini bilmiyorsun. Peki, “Ben bunun nedenini öğrenmedikçe bu yiyeceği yemeyeceğim” diyor musun? Hayır, hapır hupur yutuyorsun. Şikayetçi misin? Niye olasın ki? Seni denetleyen ve iradenin dışında çok güçlü bir şey var. İlkeller dediklerimizin birçoğunun sözcük dağarcığında “Tanrı” yok. Bunda şaşıracak bir şey yok. “Demokrasi” de yok mesela, “empati” de yoktur belki, “ekonomi” de yok, “soyut”, “somut”, “boyut” ve daha bir sürü soyut kavram da yok belki. Ama onlar da insan, onlar da Tanrı’ya kulluk ediyorlar bu halleriyle. Sen belki yalnızca bir şeylerin DAHA farkına vardın, anlam dünyan biraz daha genişledi. Diyelim bilgin ve deneyimin iki katına çıkmış olsun ki müthiş bir şeydir. Bir bölü sonsuzdan iki bölü sonsuza çıkmış oldun. Hala sıfıra denktir. Bir ressama neden resim yaptığını sorarsanız sevdiğini söyler. Neden sevdiğini sorarsanız başa dönersiniz, yanıtı olmayan bir sorudur. Onu alnından tutup oraya sürükleyen, resim yaptıran bir şey var. Bu durumdan şikayetçi değil. Yaşama sevinci, var olma hırsı, sabah uyanma nedeni bu. Bundan şikayetçi olmayıp da Tanrı’nın adı aklına geldiğinde, sanki o resim yapma hırsını veya yemek yeme zevkini ona veren Tanrı değilmiş gibi “Beni neden yarattı, ben bilmek istiyorum, bilmeyeceksem oynamıyorum” demesi tutarlı mıdır? Resmi neden sevdiğini veya daha birçok bilinmezi kavga gerekçesi yapmamıştı, onu neden yaptı?
Bilincimiz Everest’in tepesi gibi. O zirvenin altında yarı-otomatik bir alay zihinsel ve duygusal sistem var, bizi o bilinç noktasında yüzdüren. Bunların farkında değiliz. Bunlar alnımızdan tutup bizi kokoreç kokusuna, felsefe kitaplarına, resme sürüklüyor. Bununla birlikte, yapmış olduğumuz şeylerin iyi veya kötü olduğunu geriye bakarak görebiliyoruz. İlkel dediğimiz adamın bizim bildiğimiz birçok şeyi bilmediği halde bizim aynımız olmasının altında bu var. Bilmeme durumuyla o da barışık, biz de barışığız. 18.07.2020
***
Kuran neden hayvanları aşağılıyor?
Aşağılamıyor.
Aşağılamak (Dil Derneği sözlüğü): 1. Değerinden düşük göstermek. 2. Küçültücü davranışlarda bulunmak, hor görmek, hakir görmek.
Demek ki bir şeyi aşağılamak için onu değerinden düşük göstermek gerekiyor. Hayvanı aşağılamak için onu değerinden düşük göstermek gerekiyor. Hayvanların hayvan olduklarını söylemek onları değerinden düşük göstermek değildir. Hayvanları aşağılamak olanaklı değildir. Onlar zaten aşağılıktır. Aşağı olanın aşağı olduğunu söylemek, gerçeği dile getirmek olur, aşağılama değil. Hırsızlıktan suçlu bulunmuş bir kişiye “hırsız” derseniz size hakaret davası açamaz çünkü onu aşağılamış olmazsınız. Kuran yalnızca hayvanların hayvan olduğunu söylüyor, onları aşağılamıyor.
Öte yandan hayvanların insan olduğunu söylediğinizde veya bunu ima ettiğinizde, iyisini kötüsünü ayırt etmeden bütün insanları aşağılamış olursunuz. Çünkü iyi insanlar hayvandan yüksektir. Kuran, kimi insanın hayvan düzeyine indiğini söyler (7:179, 25:44, 47:12). Siz bir insan olarak bundan korkmuyor veya kendinizi sınama gereği duymuyor da “hayvanların aşağılanmasından” gocunuyorsanız bu iki yaratık kümesinden hangisine daha yakın olduğunuzu sorgulamalısınız. 18.07.2020
***
Soru yanlış değil ama başka yerde bulamayacağınız kısacık bir yanıt vereceğim.
Şirkin en basit anlatımı şudur: Diyelim ki Allah’ın elçisinin getirdiği kurallardan biri aç karna tatlı yemenin yasak olması olsun. Ben de bunu işittim, anladım, biliyorum. Ama bakıyorum ki beslenme uzmanları ve doktorlar aç karna tatlı yemeyi tavsiye ediyorlar. Bunun üzerine aç karna tatlı yersem, uzmanı Allah’a ortak koşmuş olurum.
Peki, bu beni anında müşrik yapar mı? Tek bir şaka yaparsam bana şakacı demezler. Ama sık veya sürekli şaka yaparsam adım şakacı olur. Allah’ın bu konuda ne dediğini /ne tasarladığını /ne ölçülendirdiğini bilerek düzenli olarak aç karna tatlı yer, pişman olmaz ve vazgeçmezsem çoktanrıcı /eşkoşucu /müşrik olurum. Çoktanrıcılık, heykellerin önünde yere kapanmak değildir. Çoktanrıcılığın var olması için tılsımlı olduğuna inanılan nesnelerin, adına “tanrı” denen şeylerin var olması gerekli değildir. Allah’ın herhangi bir yolla (elçi veya vicdan) doğru olarak bildirdiklerinin bir bölümünü başka doğrularla bilerek değiştirmek ve bunu kalıcı yapmaya çalışmak çoktanrıcı olmaya yeter. Bunun uzaktan nasıl göründüğü; sisteme ne ad verildiği; bu kişinin kendine, tanrısına, inancına hangi adları verdiği konu dışıdır. Kişi sayıları da konu dışıdır, bir toplumun bütün yetişkinleri müşrik olabilir.
Şirkin en yalın tanımı budur. Neden en büyük suç olduğu sorusunun yanıtı da bu tanımın içinde hazırdır. Daha önceki yazılarımdan derlenen bu yanıtı desteklemek için yüzün üzerinde ayeti anmam gerekeceği için göndermede bulunmuyorum. 18.07.2020
***
Kuran’ı yazanın aklı karışmış, hayat bir oyun mu, değil mi?
Bir şöyle ayetler var:
Dünya yaşamı bir oyun ve bir eğlenceden [laibun ve lehvun] başka bir şey değildir. Sorumluluk bilinci taşıyanlar için Sonsuz Yaşam Ülkesi [dar el ahira] kesinlikle daha iyidir. Yine de aklınızı kullanmayacak mısınız? 6:32
Bir de şöyle ayetler:
Gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyun [laibin] için yaratmadık. Bir eğlence [lehven] edinmek isteseydik kesinlikle kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık. 21:16-17
Yazar bir karar versin, yaşam oyun mu değil mi?
Soru yanlış. Birinci yanlışlık sorunun parçası olan ayetlerin çevirisinde. Önce bu yanlışı düzeltelim. Arapça dunya sözcüğü yeryüzü anlamına gelmez. Yakın, bayağı, aşağı, alt anlamına gelir. Türkçeye “dünya” olarak geçerken anlam kayması olmuştur. Bu vesileyle dilden dile geçen sözcüklerin anlamının az veya çok kesinlikle değişeceği gerçeğini anımsayalım. Bu vesileyle ayrıca anadilimizi adam gibi öğrenip kullanma çabasıyla Kuran’ı anlama ve benimseme çabasının birlikte yürütülmesi gerektiği gerçeğini anımsayalım.
Birinci yanlışı düzeltince belki ikinci yanlış daha görünür olmuştur. Oyun ve eğlence olan yalnızca bayağı yaşamdır. “Yaşamda ne varsa hepsi oyundur” demiyor yazar. Bayağı yaşam oyundur ama yer ve gökler, yani somut evren ve soyut evren, yani madde ve tin oyun değildir. İnsanın hem maddesi hem tinselliği vardır yani insan yerde ve gökte aynı anda vardır. “Yaşam çok ciddidir, şakaya gelmez. Sizi yerden/topraktan türettik (3:59, 5:110, 6:2, 7:12, 11:67, 35:11, 40:67, 53:32, 71:17…); sudan türettik (21:30, 24:45, 25:54, 77:20…); asılıp tutunandan türettik (22:5, 40:67, 96:2…); hiçbir şey değildiniz (71:17, 76:1); karnını bile doyuramayan çaresiz bebeklerdiniz (16:70, 22:5, 30:54); sizi gemilerde taşıdık (10:22, 23:22, 36:41…); size özel yaratıklar var ederek sizi destekledik (2:164, 16:11, 36:71, 43:13, 45:13, 80:30…); milyar spermden yarışı kazananlarsınız (22:5, 56:58, 75:37, 86:6); her türlü darboğazı aşmak ve var olmak için canınızı dişinize taktınız, hâlâ da takıyorsunuz (45:4, 90:4); sonra kalkıp bize kafa tutmanız ne kadar aptalca (10:31-32, 23:78-80, 29:61…); çünkü biz size yalnızca iyilik etmek istiyoruz (2:110,272, 4:170,171, 6:104, 8:19, 10:108, 17:15, 33:33…)” gibi sözlerin hepsi de insanın var oluşunun ne denli düşük bir olasılığın gerçekleşmesi (insanın bakış açısıyla) olduğuna dikkat çekiyor. Bir başka deyişle “bunca iğne deliği olayın aklın alamayacağı kadar uzun sürelerde arka arkaya gerçekleşmesinin amaçsız bir ‘rastlantı’ olacağını mı sanıyorsunuz” demeye getiriyor ve mantıksal bir nedensellik kuruyor. Rab sözcüğü de “yaratan” veya “efendi” anlamlarına değil, yetiştiren/yetiştirgen olarak çevrilebilecek bir anlama sahiptir ve bu nedensellik bağlarını pekiştirir. “Var oluşunuz amaçsız değildir, şaka değildir, rastlantı hiç değildir, öyleyse kendinize gelin ve kendinizi ciddiye alın, kendinizi harcamayın” diyor. Ciddiye alınacak yaşam ise ahira yaşamıdır. Bu da ısrarla yanlış çevrilen bir başka sözcüktür. Bunu da üçüncü yanlış sayabiliriz çünkü soru kısmen bu çeviri hatasına dayanıyor. Arapça ahira sözcüğü sonra, sonuç anlamlarına gelir. “Bayağı ve yakın yaşam için değil, sonraki yaşam için veya sonuç için varsınız” deniyor. Örnekleyecek olursak “yiyip içmek, çalışmak, dinlenmek, çocuk yapıp emekli olmak için değil; bunları yaparken iyileştirici olmak için, yaşamı güzelleştirmek için, bunları doğrulukla yapmak için varsınız” diyor. Yiyip içip sağ kalmak bakterinin, otun, itin de yapabildiği bayağı şeylerdir. İnsanın bir farkı olmalı ki varlığa getirilmiş olsun. Çocuk doğur(t)mak dunya işidir, o çocuğu ahlaklı ve erdemli bir kişi olarak yetiştirmek ise yeryüzünü daha güzel bir yer yapmaya yönelik bir çaba olduğu için ahira çabasıdır (31:13-19). Karın doyururken salt lezzet aramak dunya işidir (29:66, 43:83…), lezzeti unutmadan sağlık aramak ise ahira çabasıdır (5:88, 28:77…). Toplamda “dunyaya takılıp ot, it düzeyine inmeyin; ahiraya yönelip Allah’a yaklaşın” (7:40,176, 96:19…) deniyor. Ahira sözcüğünün ne anlattığını daha iyi anlamak için (ki aslında bilmediğimiz ve anadilimizin sözcükleriyle anlatamayacağımız bir şey kesinlikle değil) Kuran’da akıbet, sabr ve varasa sözcüklerinin izini sürün. Geleneksel, yoz halk dininde “ahiret” diye bilinen şey ahiranın, yani sonranın ve sonucun yalnızca bir parçasıdır. Doğal bir parçasıdır. Çünkü ölüm sonrası da gelecektir ve bir sonuçtur. Ama ikinci sonuçtur. İlk sonuç kesinlikle yaşamdadır (2:58,201, 3:148,165, 5:18, 7:96,156, 9:74, 11:52, 14:27…).
Sonuç olarak bayağı yaşam önemsiz. Ama yaşam, demek ki bu yaşamı anlamlı kılan şeyler ölümcül düzeyde önemli. Ayetler işte tam olarak bu yüzden bayağılığa dalıp gitmememizi ve yaşamı anlamlı kılan şeyleri kovalamamızı söylüyor. 20.11.2021
***
Cinler /UFO’lar /biyoenerji gerçek mi? Cinlerin /UFO’ların /biyoenerjinin varlığına inanıyor musun?
Bunlar yanlış sorulara harika örnekler. Bu sorulara muhatap olduğumda zor durumda kalıyorum, itiraf edeyim. Çünkü ezici çoğunluğun normal saydığı ve bilmeden, düşünmeden yanıtlamaya alıştığı bir sorunun yanlışlığını anlatmak gerekiyor. Yanlışlık sorunun yanıtlanamayacak kadar belirsiz olmasındadır. Cinin tanımı belli değildir. Soranın cini tanımlaması gerekir ki yanıtlanabilsin. Tanımlayamadığında ise bir olasılık sinirlenecek ve sizi soruyu yanıtlamaktan kaçınmakla suçlayacaktır. Ne olduğunu bilmediğiniz şey hakkında karşıdakinin fikrini soramazsınız. Mavi elmaların varlığına inanıp inanmadığınızı veya bunların gerçek olup olmadığını size sorabilmem için elmanın ve mavinin ne olduğu konusunda ikimizin de çoğunlukla aynı bilgiye sahip olması gerekir.
Cin, UFO, biyoenerji, çakra, keramet, bereket vb. kişiye göre değişen kavramlardır. Hele bir de kültürlerin birbirine girdiği, internetten iki günde yeni bir şey öğrenebildiğini sanan, kendi insanlarını yabancı gözlüklerle tanıyıp yabancı sözcüklerle nitelemeye çalışan insanların zamanında bu gibi sözcükler bütünüyle anlamsızlaşmıştır. İngilizce gibi soysuz ve karma bir dilde cine karşılık gelebilecek demon, ghost, geist, elf, goblin, gremlin, gnome, genie gibi bir sürü karşılık vardır. Hepsi de yakın şeyleri anlatır, arada küçük incelikler vardır. Ve bu sözcüklerin her birini yukarıdaki kalıpta bir soruya malzeme yapabilirsiniz. Ama tanımını yapmadığınız sürece bir bilgi alışverişi, bir iletişim gerçekleşmeyecektir. Sözgelimi cinleri sorduğumda yukarıdaki İngilizce karşılıklardan hangisini sorduğum anlaşılmayacaktır. Onun için bu soruların “hebelüpler gerçek mi” sorusundan hiçbir farkı yoktur. Kendi uydurduğunuz hebelüpü düzgünce tanımladığınızda ise bu yanıtlanabilir bir soru olacaktır.
“Falanca kişi dindardır” veya “toplumun muhafazakâr kesimi” gibi ifadeler veya insan hakları, demokrasi gibi sözcükler de yine aynı nedenden dolayı belirsizdir. Anlamı iyice aşınmış, bulanıklaşmış, çatallaşmış bu sözcüklerle neyin kast edildiğinin anlaşılması için sözün genişçe bir bağlamı olması veya sözü söyleyenin veya soruyu soranın iyi tanınması gerekir.
Tanımsız veya anlamsız sözcüklerle konuşmanın acı sonuçlarını her yerde yaşıyoruz. İngilizcede cinsiyet anlamına gelen iki sözcük vardır; sex ve gender. Çoğunun anadili İngilizce olan feminist fikir önderleri bir gün ‘gender’a ‘sex’ten farklı anlam yüklemeye karar verdiler. Bu davranışın kabul görüp yaygınlaşmasından sonra insanlar birbirini “ben ‘sex’ten değil, ‘gender’dan söz ediyorum” gibisinden düzeltmeye başladılar. Durum ilerledi ve ‘gender’ adında ‘sex’ten bütünüyle farklı bir olgu varmış gibi algılanmaya başlandı. Bu türetilmiş gender kavramını Türkçeye “toplumsal cinsiyet” diye çevirdiler. Başına getirilen “toplumsal” belirteci de ayrı bir isabetsizdir ama şimdi onu tartışmayacağım. Sonuç şu ki, doğada iki cinsiyet olduğunu söylediğinizde sınırsız sayıda toplumsal cinsiyet olduğunu söyleyerek itiraz edebiliyorlar. Oysa sözünü ettikleri şey cinsiyet değil, apayrı bir şeydir. Yani apayrı bir şeyi aynı sözcükle anlatmayı, böylece iletişimi güçleştirmeyi ve kafa karışıklığı yaratmayı seçmişlerdir.
Kuran neden başka sözcük değil de cin kullanıyor? Yoksa o cin bildiğimiz lamba cini gibi, madde evreninin yasalarından muaf tutulmuş özgür iradeli bir varlık mıdır? Bu soruların yanıtından bağımsız olarak şunu fark etmemiz gerekir: Cinsiyette olduğu gibi cin sözcüğüne farklı anlam yüklemeyi seçmiş kişiler vardır. Aynı şekilde UFO kısaltmasını doğrudan uzaylı anlamında kullanmayı seçenler vardır. Biyoenerji veya enerji sözcüklerini bildiğimiz okuyup üfleme anlamında kullananlar vardır. Bu durumda bu soruların yanıtlanabilmesi, hatta bu sözcüklerin geçtiği bir diyalogun gerçekleşebilmesi için tanımlara gerek duyulacaktır. Değilse birbirimizin enerjisine, zamanına, beyin hücrelerine kıyarız. 13.04.2022
***
Bilim varken insanlar nasıl hala doğaüstü şeylerin varlığına inanırlar?
Dört dörtlük bir yanlış soru örneği. Bilim doğayla ilgilenir. Doğaüstü, tanım olarak bilimin çalışma alanı değildir. Bilimsel yöntem, doğaüstü şeylerle ilgili bilgi üretmez; o konuda bir fikir vermez. Bilim oturma odasını açıklar. Sen “Nasıl hala balkona çamaşır serebilirler?” diye soruyorsun. Ayrıca her kim olursan ol doğaüstünün varlığına emin ol sen de inanıyorsun. İyiliğin, adaletin, sevginin, zevkin, acının, sanatın, benliğin varlığına nasıl “hâlâ” inanıyorsun? Hepsi fizikötesidir, kimi bunu “doğaüstü” olarak da tanımlar yani deneysel olarak gösterilemez, sayısal olarak ölçülemez. Demek ki ahlak bilimin konusu değildir. Karpuzun lezzetini tartıyla ölçmeye çalışma.
Tanınmış biyolog ve bilimsel yönteme tam olarak inanmış bir ateist olan Jacques Monod, Olasılık ve Gereklilik kitabında şöyle der: “Bilimsel yöntemin köşe taşı, doğanın nesnel olmasıdır. Bir başka deyişle, ‘doğru’ bilginin bilinmeyenleri ‘amaçlara’ göre açıklanabileceğinin sistemli inkarıdır.” Amaç yoksa, amaçlılık yoksa ahlak da yoktur çünkü istisnasız hepimizi kötüden uzaklaştırıp iyiye yönelten şey yaşamımıza biçtiğimiz amaçtır. Amaçlar türlü olabilir ama kovaladığımız iyileri hep onlar belirler.
***
Önce soruyu alt kümelerine ayrıştıralım: Bir olasılık, kısa süre içinde endüstri uygarlığının sonunun gelmesidir. Bu aslında bir olasılık değil, kesinliktir. Bilmediğimiz tek şey süredir. İkinci bir olasılık ise endüstri uygarlığının endüstrileşmemiş, hatta uygarlaşmamış ilkel toplumları da kendi çukuruna çekip yok etmesidir, yani soyun tükenmesidir. Her iki olasılık da bugünkü varoluşumuzu eskisinden daha anlamsız, daha değersiz veya daha katlanılmaz yapmaz. Şöyle düşünün: Bu evrende insan yokken, yani konuşulacak bir şey yokken milyarlarca yıl geçti. İnsan, uzun metrajlı bir filmin son saniyesinde görünen bir oyuncu gibi zaten. Şimdi, insandan önceki milyarlarca yıl anlamsız değil idiyse insanın son yüz yılı neden anlamsız olsun? Veya şöyle düşünün: İnsanın varlığına anlam katan şeyin onun uzunluğu olmadığını zaten biliyoruz. Bunu toplumlardan değilse bile kişilerden biliyoruz. Gencecik yaşta ölmüş nice kişi saygı ve hayranlık uyandırmış ve yaşlıların alamadığı duaları almıştır. Bu, kişi ömrün değerini onun uzunluğunun belirlemediğini gösterir. Ölümcül hastalığa yakalananların varoluşlarının bir anda anlamsızlaştığını düşünmüyoruz zaten. Nitekim deneyim denen şey bir işte geçirilen zamanın uzunluğuyla değil, niteliğiyle ölçülür. Meslek erbaplarına sorun, subaylara sorun, genç bilimadamlarına ve mucitlere sorun, anlatsınlar ve göstersinler.
Benzer biçimde toplumun varlığını anlamlı yapan şey o toplumun yozlaşmadan veya yok olmadan önce geçirdiği sürenin uzunluğu değildir. Eğer öyle olsaydı bize toplam en çok yüz yıl sürmüş olabilecek olan Davut ve Süleyman örnekleri, yine en çok bir iki yüz yıl sürmüş olabilecek olan Yunus’un toplumu örneği, en saf haliyle bir kuşak sürmüş olan Muhammed’in toplumu örneği Kuran’da verilmezdi. Otuz yıl sonra her şeyin biteceğini bilsek bile yaşam anlamsız veya katlanılmaz olmazdı. Müminler için, teslim olmuş olanlar için, elçiye kulak verenler için bu böyledir. Çünkü zaten düşünürseniz bütün güzellikler onlar içindir. Allah’ı birlemeyen insanlarla dolu bir dünyada, tıpkı insandan önceki milyar yıllardaki gibi, konuşulacak bir şey olmazdı.
Evet, petrol tükenecektir ve bu bizim ahlakımızdan bağımsız bir gerçektir. Ama Allah’ın petrolün yerini başka bir nimetle doldurmayacağını varsaymak ona güvenmemeye denktir. “Size ne oluyor da Allah’ın büyüklüğünü kabul etmiyorsunuz?” (71:13) Yani Allah’ın nimetini ve yardımını tükeneceğini bildiğimiz bir şeyle sınırlandıramayız. Çünkü bu Allah’ı görünenle (zahir) sınırlandırmak olurdu (31:20, 57:3). Tövbekar bir toplum (cemaat, tarikat, ulus, devlet, köy, oba, her neyse) ortaya çıktığında Allah onu fosil yakıt çöküşünden koruyacaktır, zararlarını telafi edecek olanakları karşılarına çıkaracaktır. Bu olanakları arayabilir, ellerimizle oluşturmaya çalışabiliriz ama nasıl ve nereden geleceğini kesin olarak bilemeyiz. Bilebiliyor olsaydık güvenimizin sınanmasından söz edemezdik. Bu yaşamdaki vaade güvenmiyorsan ölüm ötesindeki hesaba da güvenmiyorsun demektir, anafikir bu. Sağkalımımızın görünürde petrole bağlı olduğu fiziksel gerçekliği görüyoruz ve buna rağmen petrolsüz bir yaşamın olanaklı olduğuna, demek ki Allah’ın gücünün ve hazinelerinin sınırsız olduğuna güvenmekle sınanıyoruz. Eğer “biz”den kastınız hem ahlaklı toplumun hem ahlaksız toplumun içinde olduğu kalabalık ise hayır, ekolojik sermayenin tükenmesi “hepimizin” sonu olmayacak. Olsaydı bu, Kuran’da vaat edilen ahlaki doğal seçilim sözüne, yani kötülerin sürekli olarak temizlenip yeryüzünün iyilere bırakıldığı bildirimine aykırı olurdu.
Bu yanıt bir kaç yüzyıl içinde türümüzün yok olacağı varsayımıyla verildi. Eğer Müslümansak, yani Kuran’ın vaadine biraz olsun güvenmişsek bunun yalnızca bir varsayım olduğunu ve kanıtlanmış bir gerçek olmadığını, yaşanmamış şeyin kesinliğinden söz edemeyeceğimizi biliriz. Her şeyimiz fosil yakıtla çalışan ve çökmek üzere olan karmaşık sistemlere bağlı olabilir. Ama Allah’ın hazineleri sınırsızdır. Bu demektir ki tövbe eden bir toplum, sistem çökse bile sağ kalacaktır. Kuran’ın diliyle yeryüzü ona miras kalacaktır. Petrol biter, başka bir kaynak bulunur. Yer altı suyu biter, başka bir su kaynağı bulunur. Allah’a güvenmek demek, bize yardımın henüz bilmediğimiz, demek ki düşleyemediğimiz, öngöremediğimiz yollarla ulaşabileceğini bilmek demektir. Firavun’un adamlarıyla deniz arasına sıkışan Musa yoldaşlarının denizi yarıp geçmeleri örneği, Allah’ın yolunda olanlar için umudun hiç bir zaman tükenmediğini anlatır (3:124-125, 4:104, 6:59, 16:8, 31:20, 32:17, 36:41-42, 39:63, 56:61, 63:7, ayrıca bkz: El Gani). Yazılarımda uygarlığın çökmekte olmasına yaptığım vurgu batacağı belli olan gemiye çıkmamak, kaybedeceği belli olan orduya girmemek anlamında bir uyarıdır.
Bu gibi soruları soranların insanlığın bütünü anlamına gelen «biz» paradigmasını bırakamadığı seziliyor. Elçiye teslim olmuş olanlar bu paradigmayı bırakıp «biz iman edenler» (veya biz tektanrıcılar veya biz teslim olmuşlar) paradigmasına geçmeliler. Yani düşüncelerimizin, kurgularımızın, düşlerimizin, kavgalarımızın «biz ve onlar» ayrımını değiştirmeliler. Bu sorudaki “hepimiz” her insan değildir, insan soyu değildir, yalnızca modern kültürdür. Modernizmin tükendiği yerde insanlığın da tükenmesi gerekmiyor. Modernizmden ve/veya Tağut’tan sakınmış olan toplumlar yeryüzünde kalacaklar. Bu sakınma ahlaki bir tutumdur. Sık sık okuma tavsiyesi olarak verdiğim Büyük Çöküş sitesi ahlak değişkenini dikkate almadan yazılmıştır. Orada bildirilenler doğrudur ama toplumların ahlaksız olarak kalacakları varsayımıyla. Daha doğrusu, ahlaklı bir azınlık topluluğunun (ben cemaat diyorum) oluşma olasılığını göz önüne almadan, endüstri uygarlığını temsil eden çoğunluk için genellemeler yapılarak yazılmıştır. Allah her türlü fiziksel ve lojistik olumsuzluğa rağmen kendi hizbini açıkça kayıracaktır, Kuran’da örnek almamız için anlatılan küçük toplulukların kayırıldıkları gibi. 29.07.2024
***
Genelde önceki soruda sözü edilen kaynakları okuduktan sonra gelen bu soru yanlış değil ama okurlar tarafından sorulduğu için buraya aldım. Uygarlık ve uygarlaşma Kuran’da kötü olarak gösterilmiyor (8:60, 16:75, 43:32, 96:4…). Demek ki insanın uygarlaşmasını ve bununla birlikte gelen sorunları onun bozulması olarak anlamak yanlış olur. Çoğunluk elbette ahlaksızlaşıyor. Çoğunluk elbette Allah’ın elçilerini dinlemedi ve dinlemeyecek. Ama bunu insanın bozulması olarak düşünmek yanlış olur. Her şeye rağmen bozulmayan, bozulmaya direnen güzel insanlar görüyor musunuz? İşte onlar her şeyin kötüye gittiği izlenimini çürütüyorlar. Bu kadar kötülük bu güzel insanlar için var. Tersinden söylersek, bu güzel insanları ortaya çıkarmak için ortam bozuluyor. Bunu çiçeğin gübrenin içinden çıkmasına benzetebilirsiniz. Güzellikleri görmekte zorlanıyorsanız şu kadarını söyleyebilirim: Siz, aslında 2:30’daki soruyu soruyorsunuz. Kitap’ın hemen başlarında yer alan bu soruya yanıt verilmediğine dikkat edin: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” Güven zaten bilginin olmadığı yerde olur. Teslim olanlar, Allah’ın en güzel senaryoyu yazdığına güvenirler. Felaket üstüne felaket olarak gördüğünüz olaylar, yazılabilecek en güzel senaryodur. Dirildiğimiz gün, yani filmin sonunu gördüğümüz gün istisnasız hepimizi hayran bırakacak olan bu görkemli senaryoda iyi karakterleri oynamak istiyor musunuz, istemiyor musunuz? Mesele budur. Koşullar gittikçe zorlaşıyor görünüyorsa iyi olmayı seçenler gittikçe daha seçkin, daha üstün insanlar olacaklar demektir. 29.07.2024
***
Tanrı, İbrahim’e neden oğlunu öldürmesini buyurarak onu acımasızca sınadı? Bu nasıl acıyıcı Tanrı?
Soruda iki yanlış var.
Tanrı’nın öyle bir şey buyurduğu Tevrat’ın bilgisidir, Kuran’ın değil. İbrahim rüyasında kendisine bunun buyurulduğunu sanıyor. Bu kendi düşüncesi. İbrahim’in yanılgısı onun sınavı oluyor. Anımsayın, Kuran’da rüyaları doğru yorumlama yeteneği verilen kişilerin örneği var ve İbrahim bunlardan biri değil. Eğer Allah gerçekten oğlunu öldürmesini buyurmuş olsaydı İbrahim’i kararından vazgeçmiş olacaktı. Verdiği karardan vazgeçmek, sözünden dönmek, fikir değiştirmek, koşullar değişince kuralı değiştirmek zayıflıktır ve bunları ancak insan yapar. Kuran, Allah’ın kusursuzluğunu yüzlerce kez yineliyor. Tevrat’ta tanrıya zayıflık yakıştırılan bölümler vardır (Yaratılış 2/2, 18/21-33, 19/2-4,15,29, 32/24-30; Çıkış 4/23-26, 20/11, 31/17, 32/9; Çölde Sayım 14/11-20, 16/19-31,42-48; Yasanın Tekrarı 9/25-29, 10/1-10,17, 32/26-27; daha fazlası için Uzak Tanrı yazımı okuyun).
İnsanın yanılgısı nasıl bir sınav olabilir derseniz, bununla ilgili bir ipucu Kuran’ın Hristiyan rahiplerle ilgili söylediklerinde bulunabilir (57:27). Onlara ne manastır yaşamı ne de din adamlığı buyuruldu. Manastır yaşamı ve din adamlığı yoluyla Allah’a daha iyi hizmet edilebileceği düşüncesi Hristiyanların yanılgısıdır. Ve buna rağmen Kuran bir açık kapı bırakıyor ve “keşke üstlendikleri bu görevlerin hakkını verselerdi, keşke bunun olumlu bir sonucu olsaydı” demeye getiriyor. Yanılgılar bağışlanabilir (4:17,31,43, 9:43, 33:37…).
Sorudaki ikinci yanlış bu sınamanın “acımasız” sayılması. İbrahim’in bu sınamayı geçmesi demek onun Allah rızası için oğlundan vazgeçme olgunluğuna ve adanmışlığına çoktan ermiş olması demek. İbrahim, aldığını sandığı bu buyruk karşısında tir tir titreseydi, bunalıma girseydi ortada bir acımasızlık olduğundan belki söz edebilirdik. Oysa anlıyoruz ki kendisi de oğlu da buna hazır. Eğer okursanız Tevrat’taki İbrahim oğluna fikrini sormaz, ona baskın yapar. Oysa Kuran’da ortak karar alıyorlar. Hiç kimse bir boksörü veya karateciyi rakibine vurduğu için acımasızlıkla suçlamaz. Çünkü darbeyi beklerler ve onu kaldıracak yapıdadırlar. Kolay kolay yıkılmazlar.
Bu öykünün anlattığı şey İbrahim’in oğlunu Allah’ın yoluna adamaya hazır olmasıdır. Oğlunu öldürmeye karar verebilmesi, onun çok istediği ve çok geç yaşta edinebildiği oğlundan hiçbir kişisel çıkar beklentisi olmadığını gösterir. Eğer araştırırsanız geç yaşta ve/veya güçlükle (yapay döllenme vb. zorlama yollarla) çocuk sahibi olmuş ailelerin çocuklarına aşırı düşkün olduklarını, hatta kimi zaman onları tanrı edindiklerini görürsünüz. İbrahim oğlunu Ocak’ı (Ar. beyt) inşa etmeye ve Allah’ın dinini öğretip yayma ülküsüne bütünüyle adamıştır (2:127-128, 14:35-40). Oğlunu göreve adamıştır ve bütün çıkarlarından vazgeçmiştir. Oğlunu da aynı görev bilinciyle yetiştirebilmiş olmalı ki oğlu da babasının kararına hiç direnmeden razı oluyor. Eğer ikisinden birinde azıcık bir duraksama olsaydı bu bize kesinlikle aktarılırdı. Karşılaştırmak gerekirse İbrahim’in Lut’un halkıyla ilgili (11:74-77) ve öldükten sonra dirilişle ilgili (2:260) kararsızlıkları bize aktarılıyor. 11:77’de Lut’un “göğsünün daraldığı” bilgisine dikkat edin. Lut isyan etmiyor, sınamaya ve buyruğa direnmiyor ama hissettiği ağırlık bize aktarılıyor.
Kuran Allah’ın İbrahim’e oğlunu öldürmesini buyurduğu bilgisi Kuran’da yok. Bu bilgi Tevrat’tan ve onu gönüllerince yorumlayan hahamlardan geçmiş. Pek çok geleneksel Kuran yorumu Yahudilikten geçmiştir. Kuran’la Tevrat arasındaki uyumsuzluklar incelendiğinde bu yorumların aslında Tevrat metnine dayandığı teker teker ortaya çıkarılabilir, bunu yapmak her Kuran öğrencisine düşen bir görevdir. Benim şimdilik keşfetiğim daha fazla örnek için “Hadislerin Yahudi Kökeni” ve “Yahudi ve Hristiyan Kültürü” yazılarımı inceleyebilirsiniz. 31.08.2024