Dil Derneği sözlüğü “din”i insanların anlayamadıkları, karşısında güçsüz kaldıkları doğa ve toplum olaylarını, gizemsel nitelikteki güçlerle açıklamaya yönelmeleri olgusu olarak tanımlıyor. TDK sözlüğünün tanımı şu: Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum. Kuran ise din sözcüğünü kişinin yaşamına verdiği anlam yerine kullanıyor.
Artık, gerçeğe aykırı şeylerden uzaklaşarak, yüzünü dine çevir. Allah’ın, insanların yaratılışına işlediğine yaraşan biçimde davran. Allah’ın yaratışında değişiklik olmaz. Dinin kaynağı ve dayanağı, işte budur. Fakat insanların çoğu bilmez. 30:30
…“Kuşkusuz, Efendim, beni dosdoğru yola eriştirmiştir. Her zaman ayakta olan bir dine; gerçeğe aykırı şeylerden uzak olan İbrahim’in dinine. … Kuşkusuz, benim namazım, yakarışlarım, yaşamım ve ölümüm, evrenlerin efendisi Allah içindir!” 6:161-162
Aşağıdaki ayette Yahudilerin, Nasranilerin, Sabiilerin ayrı dinler olarak sayılmadığına dikkat edin:
Kuşkusuz, inanca çağırılanlar, Yahudiler, Nasraniler ve Sabiilerden, Allah’a ve Sonsuz Yaşam Günü’ne kim inanır ve erdemli edimler yaparsa, onların ödülleri, efendilerinin katındadır. Üstelik onlara korku yoktur ve onlar üzülmezler. 2:62
Yani din, sabah yataktan doğrulma nedeni. O gün ve ölene dek bütün günlerde kovalanacak en sonuncu amaç, var olma, hayatta kalmayı sürdürme nedeni. Bizim yüzeysel olarak düşündüğümüz anlamıyla Hristiyanlık, Müslümanlık, Budizm gibi kültürel kamplara aitlik anlamında değil. Bu etiketler özellikle bugün gelinen durumda büyük ölçüde kültürel veya ulusal bağlılık öğesi oldu. Yaşamınızın en yüce amacı bu saymaca etiketlerden görece bağımsız olarak biçimlenebilir. (burada amaç saymaca etiketleri kötülemek değil elbette, bunların olumlu işlevleri vardır) Üzerinde düşünmüş olsun veya olmasın, kişinin bir amacı vardır. Eğer buna kafa yormadıysa bu sakat bir durumdur çünkü ömrünü hangi amaç için tükettiğinin ayırdında olmayabilir.
Dolayısıyla dinin kendisi veya simgesel yanı yaşamın vazgeçilebilecek bir bileşeni değildir. Bilinmeyenin varlığına olan inançtan beslenen duygusal ve düşünsel alan boş bırakılabilecek bir alan değildir. Dinin gelişmeye engel olduğu ve ilerlemek için, esenliğe erişmek için, cehaletten ve hurafelerden kurtulmak için dinden kurtulunması gerektiğini düşünen aydının anlamadığı şey bu. Cehaletten ve boş inançlardan kurtulunması gerektiği doğru. Ancak bu, din alanını boş bırakarak değil yerini sağlam ve sarsılmaz bir bileşenle doldurarak başarılabilir. Boş inançları sildiğinizde yerini bir şeyle doldurmak zorundasınız. Bilinmeyenin varlığına güvenme gereksinimini ortadan kaldıramazsınız. Barajda bir çatlak bulur ve oradan sızar.
20. yy’da Türklerin yaşamında çok şey değişti. Boş inançlar yok olmasa da büyük darbe aldı. Kutsal sanılan bir çok değerin saçma, gereksiz ve hatta zararlı boyunduruklar olduğu anlaşıldı. Bunların arasında gerçek anlamda birer boyunduruk olan padişahlık, halifelik gibi kurumlar da var. Bu kurumların kutsallığının boş inanç olduğu büyük ölçüde anlaşıldı. İnsanların dinlerinin görece küçük bir parçası olan yedisi, kırkı, yılı gibi anmalar da büyük ölçüde terk edildi. Tarikat, tekke gibi boş inanç üreteci olan cehalet odakları hükümet eliyle yok edilince toplumun düşünce ve inanç dünyası önemli ölçüde temizlendi.
Bu boş kalan alanların bilimsel düşünceyle doldurulması önerildi. Umulan şey bir ölçüde gerçekleşti de. Ne var ki bilimsel düşünce insanların din gereksinimini veya en azından dinin biçimsel olarak temsil edilmesi gereksinimini karşılamıyor. Bilgi ve bilim “nasıl”ı yanıtlıyor ama iş “neden”i yanıtlamaya geldiğinde bu tek başına yetmiyor. Sezgi veya Kuran’ın gayb dediği bilinmeyenin varlığına olan güven de gerekiyor. İşte burası boş bırakılamayan bir alan.
A: Neden işe gidiyorsun?
B: Kendimi geçindirebilmek için, el açıp küçük düşmemek için.
A: Neden küçük düşmek istemiyorsun?
B: Gururuma dokunur.
A: Neden gururun var?
B: … Bilmiyorum. Bir güç beni bunu hissetmeye zorluyor olmalı.
A: Çocuklarını neden eğitiyorsun?
B: İyi insan olmaları için.
A: Neden iyi insan olmak istiyorsun?
B: İyi olunca mutlu oluyorum.
A: Neden?
B: … Bilmiyorum. Bir güç beni iyi ve mutlu olmaya itiyor olmalı.
Bütün nedensellik zincirlerinin dönüp dolaşıp geldiği son soru neden var olunduğu sorusudur. Bu soruya bilgiyle yanıt verilemez. Bilinenin dışındakiler sezilmek ve akıl yürütülmek zorundadır. Ve bu son sorunun yanıtıyla ilgili akıl yürütmenin çıktılarını sınayıp doğrulayacak bir deney bilmiyoruz, bilimsel yöntemi işletemiyoruz. Bilişsel erişimimizin çaresizliğini kabullenmek ve bilinemeyenin varlığını saymak zorundayız.
Kimisi saf, kimisi zehirli zihinlerle donanmış bir takım aydın, Türklerin bir adım daha boşalmış olan din dünyasının milliyetçilikle doldurulabileceğini öne sürdü. Bugün hemen hiç kimsenin katılmadığı bu görüşün belki bir izini törensel Anıtkabir ziyaretinde görüyoruz. Topluma olağanüstü hizmet etmiş kişilerin saygı duruşu, yıllık anma, heykel dikme gibi yollarla anılmasında bir sakınca yok. Tersine, bu davranış ulus ve tarih bilincini pekiştirir ve yurttaşlık bağlarını güçlendirir. Ama kimimiz üstün hizmet vermiş kişileri ve şehitleri anmayla türbe ziyareti yapma arasındaki çizgiyi geçmiş durumda. Defterden söz ediyorum. Anıtkabir defterine Mustafa Kemal’e seslenerek bir şeyler yazılmasının türbede falanca evliyaya dua etmekten çok farkı yok. Bugünlerde düş kırıklığı ve güçsüzlükle sınanan yurtseverlerin yakın gelecekte Anıtkabir’i gerçek anlamda bir türbeye dönüştürdüklerine tanık olabiliriz. İnsan güçsüz kalınca yüce ve aşkın güçlere başvurur.
Batı aydınlanmasının izini süren ve aklını gelenekten özgürleştiren bir kesim sol hareketin maddeciliğini (materyalizmini) benimsedi. Bunun bir din olduğunu düşünmediler. Oysa tutkuyla karşı geldikleri kapitalizm, yine maddeciliğin çocuğu olan hazcılık (hedonizm) sayesinde olgunlaştı. Bugün Batı’ya egemen olan maddeci ve hazcı dünya görüşünün –ki basbayağı dindir– karşısına yine maddeci bir seçenek koyma yanılgısına düştüler. İnsanın tinsel yanının nasıl doyurulacağıyla ilgili bir fikirleri olmadı. Uyuşturucu saydığınız dini söküp atmaya girişirken yerini neyle dolduracağınızı iyi düşünmelisiniz.
Yaşı yetenler anımsar. 90’larda gazete ve dergi ilanlarıyla mıknatıslı bir bileklik satılıyordu. Bu zımbırtının bilmem kaç hastalığa iyi geldiği söylendi. Ama tıbbi bir aygıt gibi değildi, reklamın bir de inançsal yanı vardı. Pek çok kişi buna kandı, bu aptal şeyi bileğine taktı. Sonra Re yüzüğü yine gazete ve dergi ilanlarıyla satılmaya başlandı. Re yüzüğünde sağlık vaatleri yok gibiydi, neredeyse yalnızca şans ve ruhsal rahatlama getirdiği söylendi. Bunun başarısını yinelemek isteyen bir başka uyanık Yüz Bir Dilek Yoncası adlı kolyeyi pazarladı. Yalnızca ve yalnızca şans getirme vaadiyle. Bunlar ve bir kaç taklit piyasayı doyurunca bu küçük toplumsal hurafe nöbeti bitti.
Nöbet bitti ama yalnızca biçim değiştirdi. Son yıllarda “fal bakılır” kafeteryalarının sayısındaki artış dikkatinizi çekti mi? Ben geçmişte kahve falının bu denli yaygın ve üstelik ticari olduğunu anımsamıyorum, okumadım da. Yine 90’larda nöbet geçirme biçiminde ortaya çıkan astroloji dergilerinden bugün geriye pek bir şey kalmadı. Ancak gazete ve dergi okurluğunun hızla düştüğünü ve hemen hiç bir bağımsız derginin tutunamadığını unutmayalım. Astrolojiye olan ilgiyi bugünlerde internet siteleri ve televizyon falcıları doyuruyor. Astrolojinin doyuramadığı gençleri uğurlu nesneler ve totemler doyurmaya çalışıyor.
80’lerde değişik bir şey olmuştu. Önceleri yalnızca yüksek sosyete züppeliği olan yılbaşı kutlamaları halka indi. Önceleri bir kaç seçkin lokantada, gece kulübünde düzenlenen yılbaşı geceleri bir takım karanlık adamların ve masonların elinde olan TRT’nin de itelemesiyle 2000’lere gelindiğinde sıradanlaştı. Buna bir de Noel Baba rezilliği eklendi. Yılbaşıyla hiç ilgisi olmayan, ABD’de ve onu taklit eden Avrupa’da yalnızca 25 Aralık gecesinin simgesi olan Aziz Klaus dünyanın pek az yerinde görülen bir cahillikle yılbaşı kutlamasının görüntüsü oldu. Yılbaşı demişken 2000’in yılbaşının daha bir hırsla kutlanmasını da unutmamalı. Yeni binyılın 2001’de başlamasına karşın tam bir yıl öncesinden kutlanması nasıl akıl dışı bir davranışla karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeter.
Yılbaşıyla başlayan Batı’nın hurafelerini ve geleneklerini taklit etme eğilimi artarak sürüyor. 2000’lerde kimi Hristiyan mezhebin Aziz Valentin’i andığı gün sevgililer günü biçiminde kutlanmaya başlandı. Bu dönüşüm çok önceden ABD toplumunda tamamlanmıştı, beri yana aktarıldı. Sevgililik öncelerde Türklerin yaşamında yoktu. Bugün var. Sevgi üzerine kurulmuş olan değil, yolunacak ve birbirini yolan kazlar birlikteliğini gerçekleştiren bir kurum olarak var. Yaşamlarında kutsadıkları yüce değerlerin kalmadığının ayırdına varamayan kentli sevgililer bu gereksinimlerini birbirlerini kutsayarak doyurmaya çalışıyorlar. Bu kutsama gerçekçi temellere dayanmadığı için büyük oranda düş kırıklığıyla sonuçlanıyor. Yaşamlarına anlam vermekte bocalayan insanlar aradıkları anlamı sevgililerinde bulacakları yalanına kanmaya her zamankinden daha yakınlar.
Anlam dünyası boş kalmış insanlar televizyonda, sinemada, romanlarda, internette gördükleri yaşamdan etkilenmeye hazırdırlar. Bu naylon yaşamları taklit ediş yılbaşı (Noel) ve sevgililer günüyle başladı ama durmadı. Küçük bir azınlık cadılar bayramını (Halloween /All Hollows Day) kutlamaya başladı. Yaygınlaşacaktır. Sıra paskalyaya da gelecektir.
Bir Birleşmiş Milletler üretimi olan Anneler Günü de köylüsüne varana dek Türklerin yaşamına iteleyerek sokulmuş durumda. İşlem dünya çapında başarıyla tamamlanınca bir dünya dini yaratmayı deneyen BM, Emekçi Kadınların Sorunlarını Anma Günü’nü “Kadınlar Günü”ne çevirip yeni bir gaz verdi ve olan oldu. Dinini, yönünü, törenini, töresini yitirmiş Türkler kadınların gününü annelerin gününü kutlar gibi “kutlamaya” başladılar. Anlamsal arka planı olmayan, törensel yararlardan da yoksun naylon bir kutlama. Oysa kutlama kavramının dayanması gereken değerler var. Sözcüğün kökeninde gizli.
Son dönemde Asya dinleri kentli bir azınlıkça bilinir ve tutulur oldu. Bunlar her zaman din olarak gelmiyor. Kimileri yoga gibi işlevsel bir uygulamaya çok derin tinsel anlam yüklemeye çalışıyor. Kimisi kitaplar okuyor ve tümtanrıcılığa (panteizme) yakın görüşler ediniyor, “evrene” veya “doğaya” dua etmeye başlıyor. Hristiyanların “Tanrı” diyemeyip İsa’da ısrar ettikleri gibi, Tanrı’nın yerini vekil sözcüklerle dolduruyorlar. Çünkü “din bir ayak bağı ve insanca yaşamak için dinden kurtulmalıyız”. Vicdanlı ve iyi eğitimli olanları bir de vegan oluyorlar. Bu bir beslenme seçimi değil, yaşama verilen anlamın bir sonucu. Hayvanların insanlara eşit olduğunu öne sürmeye başladığınızda yeni bir din edinmeye çok yakınsınızdır. Çünkü sizin için yaşamın anlamı değişmiştir.
Yine 2000’lerde Türk kentlerinde önemli bir değişiklik oldu. Alışveriş merkezlerinin sayısı patlayarak arttı. Camiler her zamankinden çok sayıda. Ama sanki camilerin Cuma günleri doyuramadıkları bir şeyler var ki kalabalıklar Cumartesi ve Pazar günleri AVM’leri tavaf ediyorlar. Aç ruhlarını nesneler edinerek doyurmaya çalışıyorlar.
Haftalık cami töreni cemaati ruhsal olarak kesmiyor. Çünkü imam yavan bir Ulusa Sesleniş konuşması yapıyor, ardından yabancı dilde bir şey mırıldanıyor ve dağılıyorlar. Ne var ki aradığı anlamı camide bulamayan insanlar yukarıda saydığım tuzaklardan birine düşmedilerse bir başka tuzağa düşüyorlar. Gelenek çorbası haline gelmiş dinlerine daha sıkı sarılmaya çalışıyorlar. Yemeğe salça katar gibi yaşamlarına daha fazla din katmaya çalışıyorlar. Kendileri gitmemişse bile çocuklarını “Kuran kursu” dedikleri mahalle mekteplerine (Osm. sübyan mektebi) gönderiyorlar. Zerdüştlerin çocuklarını Avesta kurslarına gönderdikleri gibi. Yetmiyor, İmam Hatip Lisesi’ne gönderiyorlar. Daha fazla din… Kadınları başlarını Şule Yüksel örtüsüyle örtüyor. Yetmiyor, peygamberlerinin doğumunu kutlamaya başlıyorlar. Kimine bunlar da yetmiyor, tarikatlara, tekkelere, yanlış bir adlandırmayla cemaat dediğimiz suç örgütlerine giriyorlar. Daha fazla, daha fazla, daha fazla din katmanın sonu yok. Çünkü büyüttükleri boş inanç dini, yaşamlarındaki anlam boşluğunu doldurmuyor. Tıpkı alışveriş gibi, eğlence sektörü gibi, Re yüzüğü gibi, astroloji gibi, Hristiyan gelenekleri gibi, doğacılık gibi, militan hayvanseverlik gibi…
Hurafenin yerini hurafe dolduruyor. Çağdaş hurafeler de, gelenek dini de bugünün insanının tinsel gereksinimlerini doyurmuyor, eylemlerinin her birine anlam kazandırmıyor. Bugünün insanı hiç olmadığı kadar yüklü bilgiyle ve çok yönlü yeteneklerle donanmış durumda. Kavram dünyası hiç olmadığı kadar zengin, zengin olduğu kadar kırılgan. Bugünün zihinlerine ve vicdanlarına yukarıda saydıklarımın birini önermek haksızlıktır.
Yüreğindeki boşluğu doldurmaya çalışanların içinde çok ama çok küçük bir azınlık var ki onmayı Kuran’da arıyor. Bunlar en şanslı öbek gibi görünüyorlar. Önlerindeki en büyük engel yine aynı: Gelenek dininin çekim alanından kurtulmaları ama modern dinlerin çekim alanına da kapılmamaları gerekiyor. Gezegenlerin hiç birine düşmeden kendine bağımsız bir yörünge çizmeye çalışan bir göktaşı gibi. Hepsini gözlemleyecek, hepsini tanıyacak ve hiçbirine düşmeyecek. Bu bilince ererse Tek Dünya Devleti projesinin bir bileşeni olarak sunulan ve çekim alanı güçlenen Tek Dünya Dini’ne düşmemeyi de başarabilir. Kuran öğrencilerinin gelecek kuşaklar için bir umut olması buna bağlı.
***
Aşağıda güncel bir toplu konut projesinin broşüründen sayfalar görüyorsunuz. Dikkatle inceleyin. Yazıda anlatmaya çalıştığım şeyi somut, elle tutulur olarak gözleyebilirsiniz.
Çoğu toplu konut projesinde olduğu gibi bunda da konut tüketiciye yalnızca kuru bir bina değil, “yaşam alanı”, hatta “yaşam biçimi” olarak sunuluyor. Şirketin iddiası o ki, akşamları gelip gecenin geçirileceği kuru bir yapı değil, içinde yaşanabilecek ve çoğu gereksinimin giderilebileceği bir mahalle tasarlamış. Eskiden herkes tasarlanmamış köyler, mahalleler ve kasabalarda yaşardı. Konut alanlarında giderilen gereksinimlerin içinde mescit veya daha genel adıyla tapınaklar bulunurdu. Bu toplu konut projesinde gördüğünüz gibi cami veya tapınak adıyla anılan herhangi bir yapı veya alan bulunmuyor. Ancak dikkatli baktığımızda Mistik Meydan ve 1001 Dilek Meydanı adı verilen alanların birer mescit veya tapınak olduğunu görebiliriz. Mistik Meydan’da mahalle sakinleri yoga, meditasyon yapacak, yani günlük harala güreleden kısa bir süre kaçıp kaygılı düşüncelerini dindirecek, varoluşlarını düşünecekler, özlerini veya Tanrı’larını anımsayacaklar. 1001 Dilek Meydanı’nda ise Hinduların, Yahudilerin veya Orta Asya Türkleri’nin yaptıkları gibi ağaca çaput bağlayarak veya Şinto’ların yaptıkları gibi dileklerini yazdıkları kağıtları yapıştırarak Tanrı’ya dua edecekler. Bunları yaparken Tanrı’yı evren veya enerji veya hangi abuk adla çağıracakları sonucu değiştirmiyor. Bu alanlar birer tapınaktır. Son Elçi’nin yaptığı çağrının öğretileceği ve seslendirileceği doğru düzgün mescitlerimiz olmadığı, olanların da alabildiğine kötüye kullanıma açık duruma geldiği veya yalnızca tuzak kuranlar “novus ordo seclorum”u kurmakta epeyi yol aldıkları için, Allah’ın gerçek dininden boşaltılan yer böyle derme-çatma hurafelerle, kişisel gelişim zırvalarıyla ve New Age /spiritüalizm diniyle dolduruluyor.
Kuran’ın anlaşılmasına ve anlatılmasına çalışmadan geçirdiğimiz her saniye, tek ve gerçek Tanrı’ya kulluk öğretisi olan tek ve gerçek dinden boşaltılan yerin çöplükle dolmasıyla sonuçlanıyor. Müslümanlık iddiasında bulunan hiç kimse bunu aklından çıkarmasın.
Beğendim. Çağdaş hurafelerin yaygınlaşmasının ne gibi bir zararı olabilir sorusuna yeterince cevap göremedim. Tek dünya dininin oluşmasına nasıl bir katkısı olacağını da irdelemek yararlı olurdu.
Konuya döneceğim. Takipte kalın. Tek Dünya Dini’yle ilgili şimdilik şunu önereyim: http://michaelsikkofield.blogspot.com.tr/2015/04/tasavvuf-ve-tarikatlardan-tek-dunya.html
[…] etkisinin iki cümleye sıkıştırabildiğim özeti bu. Bu konuda daha fazla tartışma için Dinden Boşalan Yeri Din Doldurur, Dinle İlgilenmiyorum ve Hobi Olarak… yazılarıma bakın. Şimdilik bu derin konuyu […]