Bu yazı, bu coğrafyanın histerisine, bu zamanın ateşli sayıklamalarına bir yanıt sağlar. Bununla kalmaz, çok yakın gelecekte karşımıza “Kuran yorumu” olarak çıkacak ve etyemezliği övecek olan yıkıcı yayınlardaki boş iddiaların büyük bir bölümünü çürütür.
Gerçeğinkitabı’nda pek çok yazıya, bu yazıya tükettiğimden kat kat fazla emek harcamışımdır. Bu yazı uzun süren bir birikimin sonucu değil. Görece kısa süren bir çalışmanın ürünü. Konuyu bütün alt başlıklarıyla kapsama ve yan konularla birlikte ele alma gibi bir amacım olmadı. Bunun yerine konunun ortasına, kökenindeki güdülenmeye yoğunlaştım.
Not: Olası düzelti ve güncellemeleri yalnızca pdf dosyasına işleyeceğim.
Konuyu Neresinden Tutalım?
Etyemezlik konusunda doğru bir yargıya varmak için etyemezlik davranışının altındaki güdülenmeyi anlamamız gerekir. Bu güdülenme büyük ölçüde duygusaldır. Duygusal olarak verdiğimiz kararlara, karar vermenin ardından akılcı açıklamalar aramamız doğaldır. Bunu sağlıklı düşünebilen insanlar da yaparlar. İnsanda vicdan, gönül ve benzer adlar verdiğimiz itkiler var. Kararlarımızın çoğunu bu itkilere boyun eğerek veririz. Bu itkilere karşı gelmek olanaklıdır ancak bu bilinçli bir çaba göstermeyi, eleştirel düşünebilmeyi ve görece güçlü bir istence (iradeye) sahip olmayı gerektirir.
Bir etyemez, ahlaki anlamda et yememe kararını bilinçli veya bilinçsiz olarak verdiğinde bu kararı yorucu bir eleştirel düşünme sürecinin sonunda vermemiş olabilir. Basitçe, et yememenin kendini daha mutlu edeceğini düşünmüş olabilir. Daha sonra verdiği kararı akılcı bir tabana oturtmaya çalışmış olabilir. Önce ahlaki /vicdani bir karar verip sonra kararı akılcılaştırmaya çalışmak normaldir. Nedeni, vicdan benzeri adlarla andığımız ve kaynağını hemen söyleyemediğimiz içsel itkilerdir.[1]
Bu nedenle konuyu etyemezlik akımını yaratan güdülenmeyi inceleyerek tartışmak gerekir. O güdülenme, hayvan hakları fikridir. Konuyu beslenme sağlığına veya küresel ısınmaya getirenler kesinlikle takıye yapıyor ve zihin bulandırıyorlar. Etyemezlerin bu konularda öne sürdüklerinin doğruluğunu tartışmayacağım. Dersinizi çalışmanızı ve kendi yargınızı vermenizi öneririm.
“Hayvan Hakları”
Hayvan hakları konusunda tutarlı bir yargıya varmadan önce genel olarak hak kavramı üzerinde düşünmemiz gerekir. Hiçbir hayvan hakları savunusunda hak kavramının üzerinde durulduğunu, eleştirel olarak çözümlendiğini, yararının sorgulandığını göremeyiz. Sözgelimi Jonathan Safran Foer’in ülkemizde de çok okunan ve etkili olan Hayvan Yemek kitabında “hayvan hakları” tamlaması defalarca geçmesine karşın kitapta “hak”, “insan hakları”, “hayvan hakları” kavramlarının ve hatta “hayvan”ın tanımına bile rastlamıyoruz. Avustralyalı Yahudi felsefeci Peter Singer’in hayvan haklarının kutsal kitabı veya öncü kitabı sayılabilecek Hayvan Özgürleşmesi kitabında ne insan haklarının tanımı sorgulanıyor, ne de hakkın veya hayvanın tanımı yapılıyor. Hayvan haklarını hukuk fakültesinde ders olarak vermek gibi bir işe ilk kalkışan kişi olan Gary L. Francione’nin ülkemizde çok satılan ve Türk hayvanseverleri ciddi ölçüde etkilediğini kestirdiğim İnsan Neden Vegan Olur kitabında da hakkın tanımı yer almıyor. Ülkemizde yayınlanmamış olan Cultural Encyclopedia of Vegetarianism[2] – Kültürel Vejetaryenlik Ansiklopedisi’nde insan hakları veya hak maddelerini bulamıyoruz. Tersine, hayvan haklarının belli bir tanımı olmadığı[3], bunun bir inanç olduğu[4] gibi bilgiler buluyoruz. Etyemezliğin ve hayvanseverliğin seküler bir din olduğu da sıkça bildiriliyor.[5] Ünlü “Hayvanları Özgürleştirme Bildirgesi”nde de hak veya insan hakları tanımlanmamıştır.
Hayvan haklarını anlamaya hak kavramından başlamamız gerekiyor. Bunun için Batı Aydınlanması’nın ve onun getirdiği modernizmin tarihsel gelişimin özünü bilmemiz gerekiyor. Modern zamanların “din savaşı” olmadığı söylenen İkinci Dünya Savaşı’na da uğramamız gerekiyor, çünkü insan haklarının zorunlu uluslararası hukuk olarak dayatılması, bu savaş sonrasında gerçekleşiyor. Hayvan hakları kavramını, onu ortaya çıkaran bu tarihsel görüngeden incelememiz gerekiyor.
Hak sözcüğü Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Güncel Arapçada hak, gerçek, doğru anlamlarına geliyor.[6] “Bir şeyi hak etmekten” söz ederken sözcüğe yüklediğimiz anlam, sözcüğün “gerçek” anlamıyla aslında ilişkili. Bir işçi yaptığı işle bir ödemeyi hak ettiğinde, bu ödeme o işçinin “gerçeği” oluyor. Yani işveren ödediğinde gerçeği yerine getirmiş oluyor. Hak edileni ödemeyen kişi gerçeği gerçekleştirmemiş, yani üzerini örtmüş oluyor. Kuran’da gerçeği saymayanlara “örtücü” (kafir) denmesi rastlantı olmamalı. Kim bilir, belki eski Araplar hak sözcüğüne hak anlamı vermiyorlardı, belki bu anlam Fransızca droit ve İngilizce right karşılığı olarak sonradan yakıştırıldı.
Kökenbilim sözlüklerinden anlaşıldığı kadarıyla Fransızca droit, İngilizce right ve Almanca recht sözcükleri son birkaç yüzyıla dek dik, doğru, düzgün, adil anlamlarında kullanılmış. Fransızca droit, hukuk, yasa anlamında kullanılırken Aydınlanma sonrası dönemde kişinin seçme ve davranma olanağı anlamında kullanılmaya başladığı görülüyor. Yani “Bu iş hukuka uygun mudur, adil midir…” gibi kullanımların yerini “Benim buna hakkım var” benzeri kullanımlar almış. Ortaya /topluma /genele özgü ve kişilerden bağımsız olan adalet kavramının yerini kişilere özgü olan hak kavramı almış.
16. ve 17. yüzyıl Avrupası’nda gerçekleşen Kilise Reformu, Vatikan’a bağlı olmamak, onun otoritesini tanımamak konusunda uzlaşan çok sayıda mezhep ve çok sayıda Kitabı Mukaddes yorumu yarattı. Bu yorumların her biri, öbürlerini yanlış olmakla suçladı. Bir ortak payda aranmadı veya bulunamadı. Kitap’ı herkesin kendinegöre yorumlayabileceği algısı, Tanrı’yı herkesin kendine göre tanımlayabileceği kabulüne dönüştü. Reform hareketinde herkesin kendi tanrısını tanımlaması süreci, ardından gelen Aydınlanma hareketinde doğal olarak tanrıtanımazlığı (ateizmi) ortaya çıkardı. Ülkelerin yasasını Vatikan’dan bağımsız olarak kralların yapması gerektiği kabul edilmişti. Bu durum, Hristiyanlık kavramının ülkenin yasasıyla ilgili değil, inançla ve vicdanla ilgili bir şey olarak anlaşılması sonucunu doğurdu. Din Nedir yazımda da özetlediğim süreçle din kavramı türetildi ve kategorik olarak inançla özdeşleştirildi. Bu gelişme, bugün bireycilik dediğimiz şeyin ortaya çıkma sürecidir. Bireyci dünya görüşü, toplum yaşamından yalıtılmış bir “din” tanımlar. Ülkenin yasaları her türlü inancın üstünde olmalıdır. Buna da sekülerlik denir. Bu, Batı’nın Tanrı’yı, yani nesnel doğruların varsayılan kaynağını yitirme sürecidir.
Ne var ki insan neyin doğru neyin yanlış olduğuna bir şekilde karar vermeyi sürdürecektir. Bunun için de ülkenin insanlarının üzerinde uzlaşmaları gereken bir doğrular kümesinin olması gerekir. İşte insan hakları dediğimiz kavram, Batı’nın tanımaktan vazgeçtiği Tanrı otoritesinin yerine koyduğu temel doğrular kümesidir. Ancak sakattır, arızalıdır. Böyle olmak zorundadır çünkü seküler, bireyci, özgürlükçü, liberal dünya görüşü yasayı ve vicdanı, bir başka deyişle inancı ve bilgiyi birbirinden ayırmıştır. Birine toplum yaşamında ve fiziksel dünyada yer vermiştir. Ötekini de tapınağa veya kişinin hayal dünyasında tutsak etmiştir.
Bugün Aydınlanmayı ve ardından gelen sekülerliğin savunanların söylemlerinde adalet sözcüğünün yerine eşitlik, hukukun üstünlüğü sözcükleri yerine hak veya insan hakları sözcükleri kullanılıyor. Çünkü bireyci düşünce, toplum için, herkes için doğru olanın yerine kişi için doğru olanı koymaya çalışıyor. Toplumun ne halde olduğunu ve olacağını umursamayanlar bireyciliğe tutunuyorlar. Bu, kökenlerini Kilise Reformu’nda ve ardından gelen Batı Aydınlanmasında bulduğumuz bir düşünme alışkanlığı.
Bireycilik fikrinin böyle ortaya çıkmasının ardından koloniciliğin ve endüstri devriminin yarattığı zengin (burjuva) sınıf, toplumsal sorumluluklardan olabildiğince sıyrılmaya çalıştı. Krallıklar döneminde gözlenmemiş olan bir olguyu, yani ne soylu, ne de köylü olan yeni bir güçlü insan sınıfını yeni “özgür” Pretestan tanrıbilim gözüyle açıklamaya çalıştılar. Bu açıklamaların bir cümlelik özeti veya benimsenen biçimi, “Tanrı’nın sevdiği kulunu zengin yapması” idi. Bu, zenginlerin topluma olan borçlarını /sorumluluklarını inkar etmelerine kaldıraç oldu. Bu sorumluluğu inkar etme davranışı, fosil yakıtların yarattığı bolluğun ve zenginliğin taba yayılması ise her yurttaşı içine aldı. Bireycilik egemen ideoloji oldu. Bu dünya görüşünde bireyin topluma olan sorumluluğu değil, toplumun bireye olan borcu vurgulandı. İşte hak kavramı budur; toplumun bireye ödemekle borçlu olduğu varsayılan şeydir.
Eskinin adaleti gitti, yerine Fransız devriminin sahte sloganı olan “eşitlik” geldi. Toplumsal ahlaki uzlaşma, işbölümü ve adalet gitti, yerine kişi hakları geldi. Adil bir ortam ile kişi haklarını gözeten ortamın farkını somutlayarak şöyle anlatabiliriz: Adil bir ortamda kişinin toplumdan aldığı ile topluma verdiği dengeli, ölçülü olur. Kişi haklarını gözeten ortamda denge ve ölçü aranmaz. Sözgelimi “çalışmama hakkı” insan haklarından biri olarak tanımlandı ve kişiye tanındı ise kişinin toplumla olan alışverişinde denklik, denge, ölçü, adalet aranmaz. Toplum kişiye “hakkını” öder, yani onu sırtında taşır. Sözgelimi ABD anayasasına göre kişilerin konuşma hakkı vardır, ABD Anayasa Mahkemesi’ne göre porno üretimi de bu hakkın icrasıdır. Kişinin porno üretip dağıtması iyi sonuç vermeyebilir, isteğe bağlı bir alışveriş olmasına rağmen adil olmayabilir ama kişi hakları gözetildiği için izin verilir.[7]
Böylelikle hak kavramını bugün verildiği anlam ile, bireyin toplumdan talep ettiği olarak tanımlayabiliriz. Böyle tanımlanmadıkça taşlar yerine oturmayacaktır. Her ayrıcalık isteyen, azgın taleplerine “hak” etiketi yapıştıracak ve çoğulcu liberal demokratik ortamda politika yoluyla koparabildiğini koparma yarışına girecektir. Liberalizm “hak” der, “sorumluluk” demez. İnsanlara alacaklı olmayı öğretir; özgeciliğin tersidir. Ahlak ise özgeciliktir, toplum çıkarını birey çıkarının önüne koymaktır. Adalete değil, sabit bir haklar tarifesine yoğunlaşıldığı için kimse sorumluluktan söz etmiyor. Herkes hak adı altında kendine ayrıcalık istiyor. Hak, toplumdan alınacak olandır. Sorumluluk ise topluma verilecek olandır. Yani borçtur. Daha genel tanımıyla yükümlülüktür. Arapçası da dindir. Kuran’ın “dini yalanlamak” dediği şey işte tam olarak budur, sorumluluğu yalanlamaktır.
Bugünün aşırı nüfuslu, ekolojisi çökmekte olan dünyasında doğuştan tanımlanan sabit bir haklar listesi olamayacağı kolayca göze görünmektedir. Ünlü yazar Isaac Asimov’dan yapılan bir röportajdan kısa bir alıntı bunu anlatmaya yetiyor:
“Bu nüfus artışı bugünkü hızıyla sürerse insan türünün haysiyet fikrine ne olacak?
Asimov: Bütünüyle yok olacak. Tuvalet mecazı dediğim benzetmeyi kullanayım: Bir dairede iki kişi yaşıyorsa ve iki tuvalet varsa ikisinin de tuvalet özgürlüğü vardır. Dilediğiniz zaman tuvalete gidebilirsiniz, dilediğiniz kadar kalabilirsiniz, dilediğiniz işi yapabilirsiniz. Ve herkes tuvalet özgürlüğüne inanır, anayasada bulunur bu. Ama dairede yirmi kişiyseniz ve yine iki tuvalet varsa herkes tuvalet özgürlüğüne ne kadar inanırsa inansın böyle bir şey yoktur. Her kişi için zamanlama yaparsınız, kapıya vurur ve çıksın diye bağırırsınız, vesaire.”[8]
Ortakların Trajedisi denemesiyle bilinen ekoloji profesörü Garrett Hardin, Limited World, Limited Rights makalesinde konuyu özetliyor:
“Bir kişi, insan olmayan evrenden hak talep ettiğinde herhangi bir tartışma yaşanmaz. Robinson Crusoe yiyecek hakkı olduğunu düşünüyorsa gitsin yiyecek bulsun. Ya başaracak ve sağ kalacaktır ya da başaramayacak ve ölecektir; iki durumda da tartışma doğmaz. Ama bir kişi kendisinden başka dört milyar kişiyle dolmuş bir yeryüzünde hak iddia ettiğinde, türdeşlerin üzerinde bir hak iddia etmektedir, bu iddia kendisinin topluma olan değerini kanıtlamaksızın kabul edilemez.”[9]
Tuvalet hakkını evdeki tuvalet sayısını ve nüfustaki değişimi dikkat almadan tanımlamanın hiçbir geçerliliği ve işlevi yoktur. Sekiz milyar insanın “doğal haklarını” sağlama güvencesini birbirinden tek yönlü olarak talep etmesinin olumlu bir sonucu yoktur. Varsayılan veya zihinde kurgulanan veya hiçbir nesnel dayanağı olmaksızın gönülden geçirilen rastgele talepler, fiziksel gerçeklerin üzerine egemen olamaz.
OHAL veya sıkıyönetim koşulları da ekolojik krizlere benzer bir hakların askıya alınması durumudur. Bu olağanüstü koşullarda kamu görevlilerinin yurttaşa “senin hakkın var ama şu anda gözetmiyoruz” demesinin pek bir anlamı yoktur. “Normalde hakkın var ama şu anda yok” denmesiyle aynıdır. “Normali” nasıl tanımladığımıza göre hakların sınırı ve dolayısıyla tanımı da değişecektir. Normal olmayan durumun geçiciliğini de bir kural olarak koyamayız. Örneğin Avrupa’daki veba salgınları on yıllar sürmüştür. Irak’ta “anormal” koşullar 1990’da başlamış ve yirmi yıldan uzun sürmüştür. Üçüncü dünya savaşının kaç yıl süreceğini bilmiyoruz.
Toplum yüz birim yarar üretiyorsa ve on üye bu yararı eşit olarak edinecek iş yaptıysa her üyenin hakkı onar birimdir. Üretilen yarar elliye düştüğünde kişinin hakkı beş birime düşer. Üye sayısı yirmi olduğunda kişinin hakkı beş birime düşer. Hak, bir sabit değildir. “Anasından doğan herkesin barınma hakkı vardır” dediğimizde, bunu bir sabit saymış ve gerçeğe aykırı bir söz söylemiş oluruz. Toplumun on üyeye birer barınak sağlama gücü varsa böyle bir hakkın varlığından söz edilebilir ancak. Hayvan hakları savunucuları hakların geri alınamayacağını, pazarlığının yapılamayacağını öne sürerler.[10] Toplumun sekiz barınak sağlayabilecek doğal kaynağı varsa kendimizi parçalamamız, mahkemeye gitmemiz, kavga çıkarmamız sonucu değiştirmeyecektir. Fizikten, kimyadan, ekolojiden kopuk hayal ürünü standartlar üretmek yerine hak kavramını kişinin topluma sağladığı katkı ile ilişkilendirmemiz gerekir. Bunu yapmak için hak kavramına da gerek yoktur aslında, adaletten söz etmek yeterlidir.
Pek çok ülkenin anayasası aynı hatayı yapar ve sabit haklar tanımlar. Böylece başta hukukçular olmak üzere toplum, yeryüzünün somut gerçeklerinden ayrı bir yaşam kurgulamış olur. İktisat “biliminin” ekolojiden kopuk oluşu gibi, hukuk da ekolojiden kopar. İktisadın ekolojiden habersiz oluşu ekolojiyi çökertecek sonuçlar doğurmuştur.[11] Hukuk felsefesinin insanın sağkalım koşullarını dayatan ve egemen olan ekolojiden çok Aydınlanma döneminin idealleri üzerinde durması, benzer bir sonuç doğurur. Yasama ve yargı organlarının hayvan hakları konusunda verdikleri yargılar bunun kanıtıdır.
Kölelik konusunda Kuran’a yapılan saldırılarda da aynı körlüğü görmekteyiz. Modernistler, Kuran’ın köleliği kategorik olarak, koşullardan bağımsız olarak yasaklamasını talep ederler. ABD devlet başkanı Abraham Lincoln köleliği yasayla kaldırdığında Amerikalı kölelerin çoğu sahibinin yanında kaldı. Çünkü gidecek yerleri ve sahiplerinden bağımsız bir geçimleri yoktu. Ücretli köleler olarak yaşamlarına devam etmek zorunda kaldılar. Modern kuşaklar kategorik, toptancı, sabit hak tarifeleri yazmanın işe yaramadığını, adaletsizliği gidermediğini çoktan anlamış olmalıydı. Anlamadığı için Kuran’da “Kölelik yasaklanmıştır” ayetini arıyor. Kağıtlara yazı yazmak veya kuralları yoktan var etmek sorunları çözmüyor. Sorunları ortaya çıkaran gerçekleri görmek ve bu gerçeklere göre çözüm aramak gerekiyor.
Kişilerin haklarını konuşacak isek toplumun dirliğine, sağkalımına, üretilen yarara katılımı ölçü almak zorundayız. Evcil hayvanlar toplumun sağkalımına katkıda bulunmakla birlikte toplumun parçası değildir. Fiziksel olarak yan yana bulunması, toplumun parçası olduğu anlamına gelmez. Makineler ve gereçler de insanın yanı başında doğar, var olur ve yok olurlar ama toplumun parçası değildir. İnsan toplumunun durumu böyle değildir. Canlıların kimi yalnız yaşar, kimi topluluk olarak. İnsan ancak topluluk olarak sağ kalabilen bir canlıdır. Ahlak dediğimiz şey toplu kalabilmeyi sağlamak için vardır. Çünkü insan ancak böyle sağ kalabilir. Evcil hayvanın sağ kalabilmesi için kendisine bir insanmış gibi davranılması gerekmez. Evcil hayvan sömürüldüğü halde varlığını sürdürür. Evcil ve yaban tekhücreliler, evcil ve yaban bitkiler, taş, toprak da “sömürüldüğü” halde varlığını sürdürür. İnsanı sürekli ve sistemli olarak sömürmek olanaklı değildir. Sürdürülen haksızlık er ya da geç topluma sağladığı yarardan çok daha büyük bir zararla sonuçlanır. Bu zarar çoğu kez toplumun yok olmasıdır. Bu çoğu zaman bir kuşaktan uzun sürdüğü için bilgelikten yoksun kişiler tarafından algılanamaz.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi adında, iyi niyetliymiş gibi türetilen ve fakat sonradan Batılı yaşam biçimini benimsemeyen toplumların sırtında kırbaca dönüşen metne karşılık İnsan Sorumlulukları Evrensel Bildirgesi yok. Çünkü iyilik ve adalet kavramlarının kaynağı olan Tanrı’yı terk eden Batı, özgeciliğin yerine bireysel talepleri, bireyin önceliğini koymuştur. İyiyle kötüyü ayıran ve bütün yeryüzüne sopayla dayatılacak olan ahlak cetveli bundan dolayı sorumluluk kavramı üzerinden değil, hak kavramı üzerinden inşa edilmiştir.
Sizden herhangi birine öyle bir insan örneği verebilirim ki, onun bütün insan haklarını elinden almaya hevesli olur. Kiminize Abdullah Öcalan’ın yaşama hakkı olup olmadığını sorsam olmadığını söyler. Kiminiz beş çocuğun ırzına geçmiş bir kişinin veya başarısız olmuş bir intihar bombacısının yaşama hakkı olmadığını söyler. Kiminiz, bazı kişilerin anayurdunda barınma hakkı olmadığını düşünür. Kiminiz hayvanseverdir, yavru kediyi yakarak öldüren çocuğun en iyi olasılıkla özgürce dolaşma hakkı olmadığını düşünür; ıslahevine kapatılmalıdır. Kiminiz bebeğini çöpe atan kadının üreme hakkının olmadığını düşünür; yasayla rahminin alınmasını önerir. Kiminiz karısını dövenlerin evlenme hakkı olmadığını düşünür. Kiminiz feministtir, tecavüzcü erkeklerin “vücut bütünlüğü” veya “vücut dokunulmazlığı” veya cinsel organa sahip olma hakkı olmadığını düşünür. Nüremberg Askeri Mahkemesi’nde yargılanan Nazi subaylarının insanca muamele edilme hakkı olmadığını düşünen ve bu yüzden kendilerine yapılan işkenceyi umursamayan milyonlarca insan vardır. Barınma hakkı, karnını doyurma hakkı… Aklımıza gelebilecek her hak için “geri alınamaz ve pazarlık edilemez” kuralını bir çırpıda çiğneyebileceğimiz örnekleri verebiliriz. Öyleyse insan hakları veya genel olarak hak kavramı koşullu, geniş istisnaları olan bir şey demektir. Hem de çok, çok geniş istisnaları… Yani insan hakları kavramının iyi veya doğru veya yararlı bir şey olduğunu savunan herkes, nesnel doğrulara veya kendi öznel ahlak ölçütüne uymayan birilerinin elinden bu hakları bir bir almaya hazırdır. Bu davranışlarıyla insan haklarını kendileri yalanlamış olurlar; kendileriyle çelişmiş olurlar. Bir kişi ne yaparsa yapsın, her durumda varlığını koruyan bir asgari haktan söz etmek olanaklı değildir.
Çoğu kez hak yerine kullanılan özgürlük sözcüğünde de aynı durum gözlenir. Modern anayasaların inanç özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, konuşma özgürlüğü vb. sınıflandırmaları işlevsel ve anlamlı değildir. Çünkü her birinin çok geniş istisnaları vardır. Doğuştan gelen ve korunması güvence altına alınmış hiçbir özgürlüğümüz yoktur. Dün de yoktu, yarın da olmayacak.
Kimisi mantıksal veya felsefi bir kara delikte bulunduğunu bilinçsiz de olsa sezer ve doğuştan gelen haklarını veya özgürlüklerini almak istediği bu kişilerin “insan olmadıklarını” söyleyerek kaçak güreşir. İşte bu, saçmalığın doruğudur. Abdullah Öcalan’ın veya Yozef Stalin’in veya benzer kişilerin insan doğup insan öldüklerini hepimiz biliyoruz. Günümüz insanı, Kitabı Mukaddes’in mecazlarının mecaz olduğunu, Eski Yunan mitolojisindeki öykülerin mecazi öyküler olduğunu anlamadığı gibi, “insan değilsin” ifadesinin bir mecaz olduğunu da unutmaya başlamıştır. Güneş balçıkla sıvanmaz. Ne denli büyük suç işlemiş olursa olsun veya ondan ne denli nefret ederlerse etsinler, o hala insandır ama bunu yüzlerine vuran kimse kalmadığı için “O bir insan değil” biçiminde hayali istisnalar türetmeye ve beğenmedikleri kişileri insan hakları kapsamından keyfi olarak çıkarmaya başladılar. İnsan hakları kavramının gerçekdışılığını bu yolla örtemezler.
İtiraf etmeleri gereken gerçek şudur: İnsanın hakları yoktur. Bu kavram yararlı değildir. Doğruyu yanlıştan ayırmamızı ve doğru iletişim kurmamızı sağlayacak bir sözcük öbeği değildir. Hak diye bir kavram türetecek ve kullanacaksak, ancak sorumluluklarla eşleştirerek yapabiliriz. Haklar ve sorumluluklar birbirine yapışık ve ancak karşılığı ile var olabilen şeylerdir. Sağ kalma hakkını ancak haksız yere birini öldürmeyerek veya büyük suçlar işlemeyerek satın alabiliriz. Reşit ve uzun süredir işsiz olan oğlunu sofradan kovan baba, aslında ona bunu anlatmaya çalışır: “Bu evde barınma ve karnını doyurma hakkını eve ekmek getirerek kazanmalısın.”
Hak kavramı adalet kavramından bağımsız olarak tanımlanamaz. Adalet de iyilikten bağımsız tanımlanamaz. Bu zincir önünde sonunda Tanrı’ya çıkmak zorundadır. Tanrı, bütün ahlaki kavramları yerinde tutan sabit bir çıpa veya bütün ölçümlerin oradan başladığı bir nirengi noktasıdır.
Acı Çekme Kapasitesinin Hakla İlgisi
Acı çekme kapasitesini hak sahibi olmakla denk tutmaya çalışmak başarısız bir deneme olmuştur. Bazı hayvanların acı çekebiliyor olması onları sağ tutan mekanizmaların zorunlu sonucudur. Bitkiler duyusuz yaratıklar değildir. Bağırma, çırpınma vb. tepkiler vermiyor görünmeleri yalnızca sahip oldukları mekanizmaların yavaş çalışıyor olmasından ötürüdür. Bakterinin de, bitkinin de, hayvanın da bütün sistemleri aynı amaca yöneliktir: Sağkalım. İnsan ahlaksızlık yaptığında onu ilk cezalandıran mekanizma vicdandır. Vicdanın varlığını anlaşılmaz veya mistik dogmalarla açıklamaya gerek yoktur. Vicdan kişiyi başkalarına iyi davranmaya iter. Özgeci davranan bireylerin oluşturduğu insan topluluğu sağ kalabilmesi için gerekli işbirliğini yapabilir. Ahlakın acıyla ilgisi yoktur, sağkalımla ilgisi vardır.
Ülkemizde Hayvan Hakları adlı kitabı yayınlanan Amerikalı yazar David DeGrazia, Taking Animals Seriously kitabında bitkilerin hakları olmadığını gülünç bir uslamlamayla öne sürer. Ona göre “parkta koşarken ezilen çimin zarar görmesinden kaygılanmak nevrotiktir”. DeGrazia çimle birlikte belki onlarca böceğin, böcek yumurtasının ve pupasının ezildiğini bilmezden gelerek sorunu çözüveriyor![12]
Francione ise kavramları zorlayarak sorunu çözmeyi deniyor. Bitkilerin istek, arzu ve tercihinin olmadığını öne sürüyor.[13] Bitkilerin yere, zamana ve koşula göre değiştiği bilinen tomurcuklanma, sürgün verme, çiçeklenme, çiçek dökme, meyve verme, güneşe dönme, suya yönelme, yerçekimine yönelme, dokunmaya tepki verme[14], öbür bireylerle iletişim kurma[15], öğrenme[16] gibi, üstelik kimisi çözülememiş davranışlarını gönlündeki “istek” ve “tercih” kategorisine sokmuyor veya okuyucusunu aptal yerine koyuyor. Bitkilerin sinir hücreleri olmamakla birlikte dış uyaranlara tepki olarak elektrik sinyali ürettikleri ve tıpkı hayvanlar gibi bununla hormon düzeylerini ayarladıkları biliniyor.[17] Sinir sisteminin varlığı ile yokluğu arasında bir ayrım yapmak sanıldığı kadar kolay değil. Acıyı veya duyuyu veya duyguyu hayvanlara özgülemek bu denli zorken ahlak için ölçüt yapmaya çalışmak kesinlikle çıkmaz yol.
Evren, anlaşılabilir ve açıklanabilir yasalarla yürüyen dev bir makinedir. Yasa diye bir şeyin var olması, gözlediğimiz her oluşun bir nedensellik zincirinin bir parçası olarak var olduğu anlamına gelir. Ahlak da, ahlakla ilintili olan iyilik ve kötülük kavramları da bu nedenselliğin içindedir. İnsanların birbirlerine karşı sorumlulukları vardır çünkü sağ kalmaları bu sorumlulukları karşılıklı olarak yerine getirmelerine bağlıdır. İnsanın hayvanla ilişkisinde böyle bir karşılıklılık yoktur. Hayvan topluluklarının veya türlerinin sağ kalabilmesi için, sahip olduğu varsayılan “hakların” gözetilmesi gerekmez. Akılcı olarak açıklanamayan, bir başka deyişle insanın sağkalımına olumlu bir etki yapmayan inançlar ahlakın parçası yapılamaz. Hayvan hakkı böyle bir inançtır. Akılla, nedensellikle açıklanamaz. Açıklanamıyor olmakla birlikte yeryüzünün kültürlerinin hemen hepsinde gözlenen evrensel bir görüngü de değildir. Bundan dolayı bir dogmadır; hurafedir; boş inançtır.[18] İnsanın ve hayvanın farklı varlık kategorileri oluşu ise hem gözlenebilen, hem de Tanrı’nın elçilerinin onayladığı bir gerçektir.
Hak ve Sorumluluk Dengesi
Canlılardan kimi tek başına, kimi ancak koloni, sürü gibi bir topluluğun parçası olarak sağ kalabilir. İnsan tek başına sağ kalabilenlerden değildir. İnsan topluluğu olan toplum, ahlak ile birlikte var olabilir. Ahlak, en basit tanımıyla neyin iyi neyin kötü olduğu bilgisidir. Sağ kalmak iyidir. Öyleyse kişi sağ kalmak için çalışmalıdır. Kişi tek başına sağ kalamayacağı için toplumun öbür bireyleriyle bir biçimde işbirliği yapabilmeyi başarmak zorundadır. Bu işbirliği, verilen sözlerle, onaylanan bağlılıklarla, sık sık anımsatılan sözleşmelerle ayakta kalabilir. “Bana buğday ver, sana ekmek vereyim.” “Ekmek alabilmen için (hak) bana buğday vermen gerekir (sorumluluk).” “Seni değirmenimde çalıştırayım (sorumluluk), karşılığında sana buğday vereyim (hak) ama hile yapmamalı ve beni aldatmamalısın (sorumluluk).” Yani hak diye bir kavram var ise ancak bir sorumluluğa karşılık olarak vardır. Bu, ancak birarada sağ kalabilen bir canlı olan insanı, hayvan sürülerinden ayıran şeydir. Adalet, ahlak, iyi, güzel, doğru kavramları canlılardan yalnızca insana özgüdür. Sorumluluk yalnızca insana özgüdür.
Sorumluluktan muaf olan insanlar çocuklar ve aklı yetmeyenlerdir. Yalnızca bunların sorumluluk karşılığı olmaksızın hakları olabilir. Bunların topluma karşı sorumlulukları, haklarını dengelemek zorunda değildir. Belli yaşa dek çocukların sorumlulukları sıfırdır. Bebeğin yalnızca hakları vardır diyebiliriz. Aklı ermeye başlar başlamaz iyiyi ve kötüyü öğrenir, cezayı hak etmeye başlar. Yani sorumluluk edinmeye başlar. Yetişkinliğe erdiğinde ise hakları ve sorumlulukları denklenir. Çocuklar ve deliler bile belli ölçüde katlanılır olmak zorundadırlar. Büyük külfet olan deliler toplumdan uzaklaştırılır. Hep başkaldıran çocuklara öteki çocuklara davranıldığı gibi davranılmaz. Çocuklarda bile hak ve sorumluluk arasında bir ölçü gözetilir.
Bu karşılıklılık bugün unutulduğu için sözgelimi nüfus artışını önlemek için devletin çocuk sayısına sınırlama getirip getiremeyeceği tartışmaları alabildiğine dogmatik, duygusal ve kısırdır. Kimse şu basit bağlantıyı kuramamaktadır: Çocuk yapmak, karşılığında bir sorumluluk getirmeyen bir hak değildir. Çocuk yapan aile eğer çocuğun doğurulması, aşılanması, sigortalanması, okutulması, geçindirilmesi vb. hizmetleri toplumdan talep ediyorsa (hak), buna karşılık topluma karşı bir sorumluluğu da olmalıdır. Toplumun gücü aileye bu hizmetleri vermeye yetmiyorsa aile, üzerine düşen sorumluluğunu yerine getirmeli ve daha fazla çocuk yapmamalıdır. Çünkü yaşamın daha önce benzeri görülmemiş düzeyde paylaşıldığı modern dünyada aile, yalnızca ve yalnızca sağlıklı ve ahlaklı çocuk yetiştirmek için elinden geleni yapmalıdır. Çocuk sahibi bir ailenin pek çok gereksiniminin karşılanmasının güvenceye alınması, ailenin topluma karşı ödevini de güvenceye almasını gerektirir. Örneğin genç yaşında toplumun sırtına yük olmuş, topluma karşı suç işlemiş veya yararlı olabilecekken ülkeyi terk etmiş bir çocuğun ailesinden topluma olan borcunu ödemesini kimse talep etmiyor. Böyle bir fikir zihinlerimize uğramıyor bile; bu düşünceler dokunulmaz alana giren, kutsalları çiğneyen bir sapkınlık sayılıyor. Çünkü sorumluluktan kopuk bir hak kavramı ile düşünmeye alışmışız. Eski kutsallarımızın yerine koyduğumuz yeni dokunulmazlarımızı karşılığı olmayan bir hak kavramı üzerine oturtmuşuz. “Ülkeyi terk etme hakkı” diye bir hak uydurmuşuz. Adil bir alışveriş midir, sağlanması gereken koşullar nedir, iltica hakkıyla birleşince nasıl sonuçlar doğurur, hiç tartışmamışız. Bu örnek özelinde bunun bedelini müthiş bir beyin göçüyle ödüyoruz. Böyle davrandığımız için Marslılar yeryüzünde zeki yaşam bulunduğundan hala emin olamıyorlar.
Modern insan kuşakları olarak haklarla sorumlulukları eşitlemeyi bir sabit edinmemiş olmamız, şirket ve hükümet yönetimlerinde de kendini gösteriyor. Yetkinin kötüye kullanılmasını önleyecek sistemler geliştirmekte başarısız olduğumuzu kabullenmek yerine, gücü kötüye kullanmayı insanın doğal bir niteliği sayma küstahlığını yapıyoruz. Böylece insanın özünde kötü olduğuna, dolayısıyla insanın varlığının anlamsız olduğuna inanmamızı isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz. Uygarlığı oluşturan sistemleri onarıp iyileştirmek yerine bütün uygarlığı sabote edip sona erdirmeyi amaçlayan ideolojilerin gelişmesi için çok bitek bir ortam bu.
Parçanın bütünden aldıkları ile bütünün parçadan aldıkları arasındaki nedensellik bağını yitirmişiz; her geçen gün daha da yitiriyoruz. Bu saptamayı yapmaksızın yalnızca hayvanseverlik konusunda değil, hemen hiçbir modernist fikir akımı (eşitlikçilik, politik doğruculuk, sekülerlik, hümanizm, çoğulculuk, görececilik, liberalizm, ilerlemecilik, bireycilik, özgürlükçülük, çokkültürcülük, ırkçılık karşıtlığı, anti-militarizm, feminizm…) konusunda doğru yargıya varamayacağımızı düşünüyorum. Kimi kültürde (“kimi yaşam koşulunda” olarak anlayınız) erkeğe bazı konularda öncelik (hak) tanınması, onun sorumluluğunun fazlalığındandır.
Bu basit dengeyi anlamaktan aciz olanlar feminist olurlar ve Kuran’a “kadın haklarını”, tecavüzün cezasını sorarlar, onun “cinsiyetçi” ayetleriyle kavga ederler.
Bu basit dengeyi anlamaktan aciz olanlar anti-militarist (sözde barışsever) ve özgürlükçü olurlar ve Kuran’ın savaş ayetleriyle kavga ederler.
Bu basit dengeyi anlamaktan aciz olanlar eşitlikçi veya ırkçılık karşıtı veya çokkültürcü olurlar ve Kuran’da eşitliği arar, onun “ırkçı” ayetleriyle kavga ederler.
Ve bu basit dengeyi anlamaktan aciz olanlar hayvansever olurlar ve Kuran’ın “türcü” ayetleriyle kavga ederler.
Çünkü insan hakları kavramının anlamsızlığını ve sorumluluklarla eşlenmediğinde nasıl yıkıcı olduğunu anlamamışlardır.
Hayvanların Sorumlulukları
Hakları ve sorumlulukları birlikte düşünmeyi bırakmış olmamız, mağdurun haklı olduğu ezberini türetti. Bu ezberin türlü örneklerini gözlüyoruz:
“Kadın kimi zaman ve yerde mağdur olmuştur, öyleyse öbürlerinden daha haklı olmalıdır. Kadınlara indirimler, krediler, ticari teşvikler verelim.” Bu yeni ezber “bir de kadınlara soralım”, “bu işe kadın eli değsin”, “kadın yöneticinin olumlu etkisi” gibi gündelik yaşamda giderek daha sık görmeye başladığımız hurafeler yaratmaktadır. Zamanla kadının üstünlüğü mitine dönüşecektir.
“Filanca azınlık ülkemizde bir zamanlar mağdur edilmişti, şimdi bunu düzeltelim ve onlara çoğunluğa tanımadığımız anayasal ayrıcalıkları tanıyalım.” Bu ezberin en berrak ve yoğun örneğini İkinci Dünya Savaşı sonrası Batıda Yahudilere tanınan ve her geçen gün belirginleşen üstü örtülü ayrıcalıklarda görüyoruz. “Anti-semitizmi önleme” adıyla açıkça anayasaların eşitlik ilkesine aykırı yasalar çıkarıldığı gibi, adları anılmamakla birlikte yalnızca Yahudileri korumak amacıyla çıkan ve işletilen “nefret suçu” yasalarını örnek gösterebiliriz. Bir Hristiyan mezarlığına zarar verildiğinde adi suç, bir Yahudi mezarlığına zarar verildiğinde nefret suçu kapsamına sokulması da bu işin yargılama ayağıdır.
“Bedensel özürlü kişi birçok alanda, özellikle sokakta mağdurdur, öyleyse daha haklı olmalıdır. Bedensel özürlülerin atletizm yarışmalarında, sağlamların atletizm yarışmalarında verilen ödüllerin aynısı verilsin.” Vesaire…
Bu örneklerde hakların ve sorumlulukların kopuk düşünülmesinin sonuçlarını görüyoruz. Mazlumu zalim koltuğuna oturtacak olan bu şablonu hayvanseverler insan dışı varlıklara uygulamaya çalışırlar. “Besi hayvanı endüstriyel besicilik biçimlerinde mağdurdur, öyleyse haklı olmalıdır.” Kendisini sömüren patrondan ve tüketiciden daha haklı hayvanı sendikalı yapamayacağımıza, erken emekli edemeyeceğimize veya ona insanlardan intikam alma olanağı sunamayacağımıza göre, hayvansever mitolojiye göre yapılacak şey onu azat etmektir.
Belki hayvanseverlerin hepsinin değilse de çoğunun ev hayvanlarını ayrı değerlendirmesinin püf noktası da buradadır: Hayvanseverlik dinine göre “haklarına saygı gösterilen” kedi veya it, zaten sahibini sömürmektedir. Yani sahibindeki insan nefretini perdelemek veya kısmen sönümlemek dışında hiçbir gerçek işlev görmemekte, parazit yaşamı sürmektedir. Bu hukuka göre, azat edilmiş olan besi veya iş hayvanının evde veya sokakta dokunulmazlık hakkı verilmiş olan kediye ve ite denk olacağı düşünülebilir.
Toplumsal sözleşmede veya basitçe ahlak dediğimiz kurumda insan dışı varlıkların yeri yoktur. Anayasada “Bu anayasa bu ülkede yaşayan insanlarla ilgilidir, öbür canlıları kapsamaz” gibi bir ifadeye rastlamayız. Buna gerek yoktur çünkü yasa, hukuk, adalet, düzen kavramlarının yalnızca insan için geçerli olduğu üzerinde zaten uzlaşılmıştır. Bu tartışmaya açık bir şey değildir. Taşın, otun, itin hakkı yoktur çünkü bunların sorumlulukları yoktur. Bunlar yanılabilen, hata yapabilen, haksızlık edebilen canlıların oluşturduğu topluluğun bir parçası değildir.
Çobanlıkla geçinen ve kişi sayısından çok daha fazla hayvan besleyen toplumlar var. Bunlar sürdürülebilir bir yaşam süren, yani çoğunlukla tektanrıcı toplumlardır.[19] Bu toplumlarda hiç bir sözleşme, hiç bir ahlak kuralı hayvanların haklarından söz etmez. Çünkü onlar tıpkı bıçak gibi, yay gibi, post gibi birer maldır. Sorumlulukları olmadığı için hakları da olmaz. Hayvanların sağlığına kendi sağlığından çok önem veren göçebelerin örnekleri verilmiştir. Bu duygusal değil, bütünüyle akılcı bir davranıştır çünkü bu toplumlarda ailenin sağ kalması için gereken her şeyi hayvan sağlar. Hayvanların ölümü insanın ölümüne neredeyse denktir. Bu davranış yanlış olsa idi evrimsel süreç onları dezavantajlı yapar, doğal seçilim onların soylarını tüketirdi.
Bu toplumlar da tıpkı uygar toplumlar gibi sağ kalmayı iyi, hastalığı, ölümü ve yok olmayı kötü sayıyorlar. Besledikleri hayvanlara hiç bir hak tanımayıp onların yününden, sütünden, etinden, derisinden, emeğinden yararlanan, onları resmen kemiklerine, iliklerine kadar “sömüren” çoban toplumlar bu yolla binlerce yıldır sağ kalabiliyorlar. Hem kendileri sağ kalıyor, hem de sömürdükleri hayvanları sağ tutuyorlar. Sağ kalmak iyidir. Öyleyse bu toplumların kötücül, ahlaksız toplumlar olduğunu neye dayanarak öne sürebiliriz? Binlerce yıldır hayvanları sömürüyorlar diye bu toplumların ahlaksız olabileceklerini öne sürenler, kendi mutsuz ve uyumsuz yaşamlarının sorumluluğunu bütün bir insan türüne yüklemeye çalışanlardır.
İnsanlar tarafından sömürülen hayvanların durumunun kötü olduğunu da öne süremeyiz. Çünkü bu hayvanlar doğarlar, belli bir süre insanlar tarafından beslenir, sağlıklı olarak yaşatılır ve bir süre sonra öldürülürler. Bu hayvanları kullanmak veya öldürmek kötülük olsaydı, onları yaşatmak onlara yapılmış bir iyilik olmalı idi. Bu hayvanlara kötülük yapılmadığı gibi iyilik de edilmiş olmaz.
Hayvanseverler evcil veya yabanıl hayvanlardan yararlanmanın kötülük olduğunu öne sürüyorlarsa, on binlerce yıldır beslediğimiz hayvanların bize olan “iyilik borçlarını” nasıl ödeyeceklerini açıklasınlar. Ödeme yetileri olmadığını söylemekten başka seçenekleri yoktur. Yani kendilerini çürütürler. İyiliği geri ödeme yetisi olmayan canlı, sorumsuzdur. Sorumsuz ise hak sahibi de değildir. İki kere iki beş etmez.
Doğal nedenlerle yaralanmış bir yaban hayvanına rastlayan bir gezgin o hayvanı iyileştirdiğinde o hayvana iyilik etmiş olmaz. İyilik hayvana edilmez, edilemez. Bu ahlaki bilmecede öncelikli sıkıntı, doğal nedenlerle yaralanmış hayvanın kurtarılması gerekip gerekmediğidir. Yaşama az çok nesnel gözle bakmayı becerebilen, bir başka deyişle Tanrı bilincine ermiş kişi için bu bir bilmece değildir. Çünkü insan etkisi dışındaki doğada kusur yoktur, onarılacak bir şey yoktur. Ancak hayvan insan etkisiyle yaralanmışsa, sözgelimi ayağı çite takılmışsa kurtarılması gerektiği düşünülebilir. Buna rağmen hayvanı kurtaran gezgin hayvana değil, yalnızca insanlara iyilik etmiş olur. İnsan yaşamını sürdüren biyosferin küçük bir parçasını onarmış, böylelikle o biyosferden yararlanan insanlara ve onlardan biri olduğu için kendine iyilik etmiş olur.
İyiyi ve kötüyü bilemeyen şeylere, taşa, ota, ite iyilik edilemez. Tersini öne sürebilmek için iyi kavramını unutmuş veya çarpıtıyor olmak gerekir ki bunun için nesnel olarak bilinebilen Tanrı fikrini çöpe atmak gerekir. Nitekim hayvanseverlerin hemen hiçbirinin Allah’ın elçileriyle barışık olmadığını görmemiz rastlantı değildir. Allah’ın elçilerinin mesajıyla kavgası olmayan kişi, iyinin ancak Tanrı ile tanımlanabilen, Tanrı’nın ancak iyi ile tanımlanabilen şeyler olduğunu anlamış demektir. Yani iyinin göreli olduğunu öne sürmez. Hayvanlara iyilik edilebileceğini öne sürmek için iyinin göreli olduğunu kabul etmemiz gerekir. İyinin göreli olduğunu kabul eden felsefe, hiç bitmeyecek olan çatışmaların anasıdır; anlamın sonudur.
Sokak Hayvanlarını Besleyelim Mi?
Dilerseniz bu soruyu insanlar üzerinden yanıtlamayı deneyelim. Başaramayabiliriz ama ufkumuz genişler.
Başka ABD ve AB olmak üzere Batı ülkeleri nüfusunun büyük bölümü açlık sınırında olan yoksul ülkelere 1970’lerden beri gıda yardımı yapıyor. Bu sürede bu ülkelerde açlık azalmadı, çoğaldı. Çünkü bu yardım günü kurtarmaya yönelik. Soruna eğilmiyor, sorunu ortaya çıkaran nedeni ortadan kaldırmaya çalışmıyor. Bu yardım bir iyilik değil. Tersine, bir taşla birkaç kuşu vuran şeytani bir davranış. Birincisi, Batılı vergi mükellefinin parasını yiyecek tüccarlarına pompalıyor. İkincisi, yoksul ülkeleri hazıra alıştırıyor. Üçüncüsü, yoksul ülkelerin nüfusunun artmasına yardımcı olarak çözülmemiş sorunu büyütüyor. Yapılması gereken, doğrudan gıda yardımıyla birlikte veya gıda yardımı olmadan, açlığı ortaya çıkaran nedenleri bu ülkelerin kalıcı olarak gidereceği sistemleri geliştirmesine yardımcı olmaktır. Kurumsal yardım yapılmalıdır. Bu toplumlara, en azından yardımcı toplumlar kadar kendi ayakları üzerinde durma yeteneği kazandıracak işler yapılmalıdır. Ama bu zor ve sabır isteyen yoldur (Kuran’da ara: sabr, ahira, baka[20]). Bu, Allah’ın sevdiği yoldur. Bu yapılmadığı zaman doğrudan yardıma olan gereksinim kasıtlı olarak arttırılmış oluyor. Bu da Allah’ın cezası oluyor.
Süpermen’in yapacağı gibi, uçaklar ve gemiler dolusu gıda ve aşı paketlerini onların üstüne boca etmek daha havalıdır. Güzel görüntüler yaratır. Yüz kırk harflik cümlelerle, üç dakikalık videolarla anlatılacak kadar basit ve yüzeyseldir. Zalimlerin bir çırpıda vicdan aklamasına yardımcı olur (Kuran’da ara: dunya, acel[21]). Bu, Allah’ın cezalandıracağı yoldur.
Nitekim Allah’ın cezasının geldiği yollardan biri, yardımların bu toplumlarda yoksulluğu ve açlığı daha da artırmasıdır. İnsanlar ivedi ve bayağı olanı çağırmışlar (Kuran’da ara: dua[22]), Allah da bu isteğe karşılık vermiştir (17:18, 2:186…[23]).
Bu ilkeyi sokak hayvanlarına uyguladığımızda ortaya çıkacak sonuç tartışılır. Zaten bu alt başlığı açmanın nedeni bunu tartışmamız gerektiğini iletmekti. Yoksa sokak hayvanlarının sayısını artırmak elbette kötüdür. Pek yakında Türkiye, sokaklarında yürünemeyen, bit, pire, kuduz vb. salgınların sıradan olay olduğu, halk sağlığı standartlarının Hindistan düzeyinde olduğu bir ülke olacaktır.
Sokak hayvanları insanın hiç bir işine yaramaz ve yaban yaşamında bir işlevleri yoktur. Sokak hayvanlarına, Batının aç ülkelere yaptığı gibi yiyecek vermekle yetinerek “yardım” ettiğimizde, sayılarını artırarak sorunu büyütmekten başka bir sonuç yaratmayız. Giderek daha fazla emeği ve yaşam enerjimizi boş yere tüketmek zorunda kalırız. Ne zamana dek? Bunlardan türeyen bir salgın bizi kırana dek. Veya kaçınılmaz fosil yakıt kıtlığı, çalışmadan ve üretmeden yaşama davranışımızı ortadan kaldırana dek. “Sıkıya gelince” insan gerçeğin değerini daha iyi anlar. Unuttuğu, hatta aşağıladığı gerçeğin duvarına toslayan insan, onunla pazarlık yapılamayacağını canı yanarak hatırlar (6:42, 7:94, 23:75-77, 31:32, 32:21, 72:17…[24]).
Doğru davranış seçeneklerimizden biri, bu hayvanları beslemeyi ancak sahiplenme yoluyla yapmayı zorunlu tutmaktır. Böylelikle mülteci konusunda ikiyüzlülük yapanlar gibi, hayvanseverlerin de ikiyüzlü olanları ayıklanacak, kuru gürültü sona erecek ve sokak hayvanlarının nüfusu sahiplenerek ve doğal yolla ölerek sıfırlanacak; sorun çözülecektir.
Bir başka seçenek bu hayvanlara kendi ayakları üzerinde durabilecekleri bir yaşam kazandırmak olabilir. Yalnızca evcil olarak var olan ve insanla birlikte yaşayabilen bu hayvanlara bu yetiyi kazandırabilecek olan varsa tartışılsın…
Sokak hayvanlarının durumu, etyemezlik konusunda vereceğimiz ahlaki yargıyı ilgilendirir. Çünkü bunların “haklarının” savunusu, etyemezliğin de türediği mitolojiden beslenmektedir.
Mültecilere Kapılarımızı Açalım Mı?
Liberalizmin ikiyüzlülüğünü pek çok konuda görebiliyoruz. Konu mültecilere geldiğinde gazetede, televizyonda kerameti kendinden menkul muhteremler parmaklarını sallaya sallaya, bizi azarlaya azarlaya mültecileri koşulsuz kabul etmemiz ve onların bütün gereksinimlerini eksiksiz gidermemiz gerektiğini söylerler. Üniversite raporları, STK’lar, sonu gelmeyen bir mağdur edebiyatı da buna eklenir. Ne var ki bize öğüt verip azarlayan bu kişiler kendi evlerine bir mülteci almazlar, bir öksüz mülteci çocuğu evlat edinmezler. Kuran’da eleştirilen Yahudiler gibi davranırlar (2:44[25]).
Yani kabaca “Bu yükü toplum üstlensin, bana ne” derler. Hani sefil haliyle sekiz, on çocuk doğurup sokağa salan kadının “Devlet bakmak zorunda, bana ne” deyişi ünlüdür ya… Hayvanseverlerin sokak hayvanlarına dokunmamızı yasaklamaları da buna benziyor. Kimsenin hiç bir işine yaramayan hayvanın önüne yiyecek atarak, yarasını iyileştirerek, onun da parasını sağdan soldan dilenerek yeryüzünün en soylu insanları olduklarını öne sürüyorlar. Ama iş hayvanı sahiplenmeye, evine almaya, sorumluluğunu üstlenmeye gelince kaçıyorlar. Tıpkı mülteciler konusunda bize parmak sallayan ikiyüzlüler gibi. Tıpkı sınırsız sayıda doğurduğu çocuğun sorumluluğunu üstlenmekten kaçan aile gibi. “Ben keyfimce yaşayayım, külfetine toplum katlansın.” Anahtar sözcük: Sorumluluk.
İnsan sorumlulukları evrensel bildirgesi diye bir şey yok çünkü sekülerlik ahlaksızlığa giden süreçtir. İnsan hakları kavramı ahlakı, yani kişinin topluma olan yükümlülüğünü reddeder; insanı ahlaksızlaştırır. Kuran insanı yükümlülüğe, yani Arapçası ile dine çağırır; paşa gönlüne uymaya ve bir asalak gibi toplumun sırtına yük olmaya değil. Modernizmin tanrıları ise bize mağdurluk ve kurbanlık taslamamızı öğütlerler hiç durmadan.
“Hakkımızı isteyelim yalnızca. Versinler, yeni haklar tanımlayalım, onları da isteyelim. Olabildiğince kendimizi bir şeylerin mağduru olarak gösterelim. Azınlık olmayı, yoksul olmayı mağdur olmaya denkleyelim. Müslümanların ülkesinde Hristiyan, Hristiyanların ülkesinde Müslüman olmayı peşinen mağdur olmak sayalım. Kadınsak erkek egemen kültürün kurbanı olduğumuzu söyleyelim. Durmadan yakınalım, ağlayalım, kendimize acındıralım. Kendimiz veya kayrılmasını istediklerimizi mağdur göstererek gücümüz yettiğince ayrıcalıklar koparalım…” Zamanın ruhu budur.
Hayvanseverler aslında kendi haklarını, daha doğru ifadeyle kendi ayrıcalıklarını savunuyorlar. Sokak itini besleyerek onu üretmek, onu var etmek, ama savunmasız kişilere saldırdığında, hastalık yaydığında sorumluluk üstlenmemek. Aynı şeyi insanlara yaptığınızda, yani rastgele insanlara saldıran, hastalık bulaştıran çeteleri beslediğinizde, çoğalmalarına yardımcı olduğunuzda suça yardım ve yataklık etme suçlamasıyla savcı ve yargıç karşısına çıkarılırsınız. Olması gereken budur, normali budur. Çünkü haklar sorumluluklara karşılıktır. Besleyip var ediyorsanız, bunun gerektirdiği sorumluluğu alırsınız. Bisikletinizin lastiğini sokak iti ısırmadı, o iti besleyen ısırdı. Çocuğunuza ne yaptığını bilmeyen o sokak iti saldırmadı, o iti var eden hayvansever saldırdı.
Hayvansever, kendine ait olması gereken sorumluluğu toplumun sırtına yüklemeyi seküler yaşamın başsız ahlaki öğretilerinin bir araya gelerek oluşturduğu liberalizm çerçevesinde öğrenmiştir. Ateşten duman çıktığı gibi liberalizmden sorumsuzluk türer. Özgürlükçü /liberal anlayışı temsil eden slogan ahlakın yani sorumluluğun reddidir: “Kimse nasıl yaşayacağıma karışamaz.” Bu ve benzer ifadelerde açıkça görünen çelişkiyi ne yazık ki yeni kuşaklar anlamıyorlar. Bu slogan topluma özgürlükçü kişiye karışmamasını söyleyerek, ona nasıl yaşaması gerektiğini bildirme iddiasında. Yani kendisiyle çelişiyor. Topluma sorumluluk biçiyor, ama bireyi bu sorumluluktan muaf tutmak istiyor. Bu, muaf olan bireyi toplumun sırtına parazit yapar. İnsan dışı canlılarda, tür içi parazitlik türlü mekanizmalarla önlenmiştir. Bulduğu meyveyi grupla paylaşmayan maymun ağır yaptırıma uğrar.
Ahlak dediğimiz olgu insana özgü bir mekanizmadır ve özünde aynı işlevi görür. Topluluğun bütün bireyleri kaynaklarını toplulukla paylaşmak üzere sözleşme imzalamış, ant içmiş veya sözsüz taahhütte bulunmuştur. Topluluğu sağ tutan işbölümü ancak böyle kurulur. İşbölümüne katılmayan birey tıpkı bir kanser hücresi gibi toplumun kaynaklarını tüketeceği için sağkalımı güçleştirir. Toplumsal bağışıklık mekanizmalarının bu davranışı engellemesi gerekir. Kutsallık dediğimiz ve kimi zaman gizemli bir sis perdesi arkasında gibi görünen dokunulmazlar bu işleve hizmet eder. Toplumun dokunulmazları daha ahlaklı olmaları yönünde bireyleri zorlamıyorsa, onun sağ kalma yeteneğini artırmıyorsa veya azaltıyorsa düşüş başlamış, toplumun yeryüzündeki zamanı doluyor demektir (7:34, 10:49…[26]).
Hayvansever, kanıtlanabilir hiçbir gerekçeye dayanmadan, gönlüne göre belirlediği bir takım ayrıcalıklı hayvanı dokunulmaz kılarak aslında kendisini dokunulmaz kılmaya çalışır. Bunu var etmek ve sayısını artırmak istediği hayvanın sorumluluğunu almayarak yapar. Gönlüne göre davranma hakkını kendine biçer, davranışlarının sonuçlarına katlanma sorumluluğunu da topluma biçer. Topluma “Bana dokunamazsın” der, ama öbür yandan sokakta güvenle yürümek ve çocuğunu mikroptan korumak isteyen kentliye dokunur ve onu hapiste görmek ister. Bu davranışı kurumsallaştırdığı ve kabul ettirdiği ölçüde toplumun sağkalım yeteneğini azaltan bir hazır yiyicidir.
Hayvansever mitoloji, yanlış sözcükler kullanarak, “hayvanlar” adıyla bir takım hayvanları dokunulmaz yapmaya çalışmaktadır. Bu yeni dokunulmazlar toplumların sağkalımını artırmadığı gibi azaltacaktır. Liberalizmin her şubesinde olduğu gibi, hayvanseverliği benimseyen toplumlar üzerinde ağırlaşan bir doğal seçilim baskısı olacaktır. Kendine yarar sağlayan hayvanları besleyip zararlı hayvanlardan arınan toplumlar ise sağkalım yeteneğini artıracaktır. Bu demektir ki hayvanseverlik dinini benimseyen toplumların yeryüzünden silinmesi kaçınılmazdır; evrenin /doğanın yasasıdır.
Eskiden Sokak Hayvanları Yok Muydu?
İtler yalnızca koruma, tehlikeyi haber verme, avlanma gibi işlerde çalışmak koşuluyla var olagelmişlerdir. Geleneksel köyde serbest gezen ve kimsenin sahiplenmediği ama acıdığı, beslediği itlere asgari bazı görevleri yaptıkları için katlanılır. Yabancının varlığını haber vermek, kurt gibi tehlikeli hayvanlara karşı caydırıcı olmak gibi. Kırsalda kediler de aynı biçimde, fare nüfusunu denetim altında tutacakları beklentisiyle beslenir. Can sıkıldığında mıncıklamak, oynamak gibi işlevler asla bu hayvanların evcilleştirilmeleri, yani var olmaları için birincil gerekçeler olmadı. Bunlar yalnızca evcilleştirilmiş olmalarının ikramiyesidir, ikincil nimetlerdir.
Hayvanseverlik Her İnsanda Yok Mudur?
Sevgi dolu olmak veya barışçı olmak bunları açıkça söylemeyi, yazmayı, reklam etmeyi gerektirmez. Barışçıl olmak veya mutlu olmak da sorulması veya söylenmesi gereken bir şey değildir. Modern Batılılar mutlu olsalardı ikişer çocuk yaparlardı. Ama yapmıyorlar, yapsalar da ana-baba birlikte büyütmüyorlar ve nüfusları azalıyor. Batı’da intihar oranı yükseliyor. “Ortaçağ barbarlığından” kurtulmuş olmak onları mutlu etseydi, üç yüz yılın ardından yaşam biçimlerini hala değiştirmeye çalışmazlardı. Mutlu insan değişiklik yapmak istemez. Mutluluğun ölçütü “ben mutluyum” demek değildir. Mutluluğu arıyor olmanın ölçütü de aradığını söylemek veya bunu anayasaya yazmak değildir. Amerikan filmlerinde herkes birbirine “Seni seviyorum” der ama Amerikan halkının nefret dolu olduğunu Marslılar hariç herkes biliyor. Eski Türklerde “Seni seviyorum” cümlesi yoktu, çok enderdi ama eski Türkler birbirlerini seviyorlardı. Yeni Türkler Amerikan filmlerinden öğrendikleri bu cümleyi birbirlerine söylemeye başladılar. Ama yeni Türkler birbirlerini (en azından eskisi kadar) sevmiyorlar. Bu cümleyi hiç söylememiş olan evli çiftler ayrılmazlarken bunu selam verir gibi yineleyen çiftler ilk zorlukta birbirlerinin kıçına tekmeyi vurmaya çalışıyorlar. Sevginin, nefretin, barışçıllığın ve mutluluğun adı, tabelası, gösterisi olmak zorunda değildir. Bu bildirimlerin varlığı veya yokluğu hiç bir şeyin kanıtı değildir. Hatta görünüşe bakacak olursak bildirimin vurgulanması, duygunun yokluğunu işaret ediyor diye bile düşünülebilir. Sonuçta içinde bulunduğumuz coğrafya, en büyük ihaneti “Ben Müslümanım” diyenden görmüştür. Kısacası özbildirime kanmak en yüzeysel, en sığ beyinlerin işidir.
Bir insan, varsayılan olarak “insansever”dir. Bir insana insanları sevip sevmediği sorulmaz. Normali, doğalı, sevmesidir. Sağlıklı bir insan hayvanları, hayvanları sevmesi gerektiği kadar sever. Bu durumların sözlerle ifade edilmesi gerekmez. İfade edilmiyor olması da bunların yokluğunu göstermez. İnsanın insanı sevmemesi veya “nötr” olması anormal, beklenmeyen, doğal olmayan bir arıza durumudur. Durum böyleyken kişinin kendini hayvansever olarak adlandırması, sevginin varlığını değil, ancak yokluğunu gösterir. İnsanın belleğinin, dikkatinin veya düşünme kapasitesinin sınırlı bir kaynak olduğu gibi, sevgisi ve ilgisi de sınırlı bir kapasitedir. Bu kapasiteyi insan sevgisiyle dolduramayan kişi başka şeylere yönelir. Kimi nesneye yönelir, kimi bitkiye, kimi hayvana. Parayı hastalık derecesinde çok seven biri veya otomobilleri hastalık derecesinde seven biri kendine “insansevmez” adı vermez. Olumsuzdan değil, olumludan ad üretilir. Dolayısıyla kendine hayvanseverlik yakıştıran kişi aslında insan sevmekteki başarısızlığını tersinden bildirmiş olur. Hayvansever, seküler liberalizmi benimsemiş her düşünce kampı gibi sözcüklerle oynamayı iyi bilir. Canlı türlerinden bir bölümünü kalanına üstün tutmak anlamında, aşağılama amaçlı olarak kullandığı “türcülük” sözcüğünü türetmesinden bellidir. Eşitlikçi düşünce kampının yüz yıl önce uydurmuş olduğu “ırkçılık” sözcüğüne öykünülmüştür.
Batının sekülerleşme sürecinin ahlaksızlaşma süreci olduğunu önceki yazılarımda anlatmaya çalışmıştım. Modern yaşam biçimi insanı insandan gerçek anlamda soğutan, bezdiren, nefret ettiren gergin bir yaşam biçimidir. Kaynağı Batı’dır. Hayvanseverliğin kaynağı Batı’dır. Bunun kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur. Yeni Türkiye’de ev hayvanı satan dükkanların adlarının pet shop, ev hayvanlarının adının pet olması yeterli kanıttır.
İnsan içine doğduğu ulusu, kültürü, coğrafyayı, tarihi seçemiyor. Kişinin doğduğu kültürel koşulları benimsemesi kendi yararınadır. Çünkü gelenekler, öğrenilmiş biçimler, öğrenilmiş kavramlar ve kısmen öğrenilmiş doğrular zorunludur. Bunlar toplumun içinde bulunduğu fiziksel koşullara uyum sağlamasını kolaylaştıran ve doğuşta hazır gelen şeylerdir. Türkler kimliklerini, yani yer ve zamandaki konumlarını unuttular. Yalnızca Türkler değil, Batılı olanlar dahil pek çok uygar toplum aynı düşüşü yaşadı, yaşamayı sürdürecek ve yok olacak veya başka toplumlara dönüşecek. Türkler her geçen gün Batının doğrularına, yani Batının ahlakına teslim olmakta, Batının dinini benimsemektedir. Kuran’da Kitaplıların, yani Batının Kuran muhataplarını kendilerine benzetmeye çalışacaklarıyla ilgili çok sık uyarı yapılmıştır (2:105,109,120,135, 3:69,72,100, 4:44,160, 5:64[27]).
Ama Türkler ellerinin altında bulunan Kuran’ı çöpe attıkları için onun uyarılarından yarar sağlayamadılar. Tanrı’nın, elçilerine karşı gelenlere verdiği ceza, gökten yağması beklenen efsanevi taş değildir. Evrimsel ve doğal süreçlerle toplumun kendini yok etmesidir. Bu süreç gerçekleşmektedir.
Türkler Kuran’ı muhatap almayıp bin yıl önceki ahlaki öğretilerini sürdürselerdi yine hayvansever olmayacaklardı. Çünkü bugünkünden çok daha dengeli ve ahlaklı bir yaşam sürüyorlardı.
Hayvanseverlik her insanda yoktu ve yoktur. Batıdan ithal yeni bir ideolojidir. Batıdan ithal olduğu için öncelikle kedi ve it yeni kutsallarımız olmuştur. Hindistan’dan ithal edilseydi sığır yeni kutsalımız olacaktı.
İnsanın varlığının özünün acılı, kederli bir trajedi olduğu mitolojisi Batılı kültürün derinine işlemiştir. Tevrat’ta insanın bu gezegendeki varlığının kendisinin bir ceza olduğu yazılıdır.[28] Hem Yahudiliğe hem Hristiyanlığa göre suçlu doğuyor ve ilk günahın cezasını çekiyoruz.[29]
Modern Batı, Tanrı’nın elçilerini kategorik olarak reddetmiştir. Bunun cezasını kapitalizm, feminizm, hayvanseverlik, eşcinsellik övücülüğü, eşitlikçilik, politik doğruculuk gibi ikiyüzlü ideolojilerin ayağına dolanmasıyla ödemeye başlamıştır. Bunların her biri, gemiye yeni delikler açar, açılan delikleri büyütür. Modernizm gemisi battığında, gemiye sonradan atlayanlar da yok olacaktır. Bu süreç hem Tanrı’nın açık mesajıyla, hem de bu mesaja başvurmaksızın gözlenebilen olgulara dayanarak açıklanabilir.[30] Yeryüzü, batmayacağı belli olana sarılanlara kalacaktır.[31]
Hayvanseverlik Batı’nın konforla şımarmış ve doğanın bilgisini unutmuş kuşaklarının türetmesidir. Fosil yakıtın ve bu sayede her türlü doğal kaynağın ölçüsüz ve bedelsiz kullanımıyla gelen şımarıklık, yaşamın “normalinin” bu olduğu yanılsamasını yaratır. Oysa insanın “normali”, fosil yakıt kullanmayanıdır.
Hayvanlar Kutsal Olabilir Mi?
Kutsal kavramı çoğu kez dokunulmazlıkla birlikte anılıyor. Tabu da dokunulmaz olan, kutsal olan üzerinden tanımlanıyor. Tabu olan bir şeye el sürmek, ona saygısızlık etmek davranışlarının, gizemli nedenlerden ötürü lanetle cezalandırılacağına inanılır. Bu durumda Yeni Türkiye’de sokak hayvanları önde gelen kutsal nesneler oluyor çünkü onlara dokunanlar, insanlara haksızlık edenlerden daha şiddetli tepki görüyorlar.
Gerçekte, sürdürülebilir yaşamda, insanın değişmeyen ahlakında yalnızca Tanrı kutsaldır. Dolayısıyla toplumun yalnızca Tanrı’nın buyurduğu gibi davranmasını sağlayacak olan sözler, elçiler ve ikincil olarak bunların simgeleri kutsal veya dokunulmaz olabilir. Hayvanın dokunulmazlığı, o toplumun ahlaki çöküntüsünü çabucak belli eden bir turnusol kağıdıdır. Popüler kaynaklarda öne sürüldüğünün tersine, Eski Mısır’da kediler kutsal filan değildi. Değerli tahıl silolarını korudukları için gerekli, sevilen ve değer verilen hayvanlardı yalnızca. Yani onlara verilen değer, yalnızca yaptıkları hizmete karşılıktı. Kent itleri ve kedilerinin işlevleri sıfırdır, kimi zaman zararsızdırlar, çoğu kez zarar verirler. Yani biyolojik anlamda parazit yaşamı sürerler. Kimimizin kirpiklerinin dibinde yaşayan Demodex akarı veya midesinde yaşayan Helicobacter Pylori bakterisi ne kadar kutsal veya dokunulmaz olabilirse, onlar da o kadar kutsal veya dokunulmaz olabilirler.
Saygı sözcüğü, liberal dünyada içi boşaltıldığı ve haksızlık edenlerin kendilerini savunmak can simidi gibi sarıldıkları için çekinerek kullandığım bir sözcük. Liberal dünyada özgürlük, kalkınma, büyüme, sevgi, paylaşma, entegrasyon, ilerleme gibi retorik tuzak olarak kullanılan sözcüklerden biridir. Sizin beslenme tercihinize izin vererek saygı duyabilirim. Öykünerek, üstün bir beslenme biçimi olduğunu söyleyerek de saygı duyabilirim. Sözcük engellememe davranışı ile yüceltme, secde etme davranışı arasında geniş bir yelpaze çiziyor. Başlangıçta asgari saygı ile yetinen liberal bir kesim, “haklarını” aldıkça saygının yelpazenin aşırı olan tarafına doğru kaymasını isteyebiliyor. Yirminci yüzyılda gördüğümüz ve hala süren cinsel devrim, eşcinselliğin patlaması gibi olaylarda bu çok net gözlenebilir. Nitekim hayvanlara göstermemiz gereken saygının dozu hiç durmadan artmaktadır. Yolda yürüyen adamın yolunu kesip onu ısıran ite “saygı” gösterilmesini bekleyen, adamı suçlu çıkaran hayvansever bunun en tipik örneğidir. Hayvanseverlerin hayvanlara (ve onların üzerinden kendilerine) talep ettikleri saygı, dokunulmazlık düzeyine erişmiştir. Hayvansever, insana yakıştıramadığı kutsallığı hayvana yakıştırır. Sekülerlik eski kutsalları çiğnerken kendi kutsallarını, dokunulmazlarını ve buna paralel olarak kendi ruhbanını ve engizisyonunu yaratmıştır; yaratmayı sürdürmektedir.
Avcı-toplayıcıların[32] veya çobanların hayvanlara veya doğal yaşama saygı gösterdikleri söylemi pek yaygındır. Yanlış da değildir. Ancak o saygı, bizim bugün “inanca saygı”, “düşünceye saygı” gibi bağlamlarda kullandığımız ve ne anlama geldiğini kimsenin bilmediği, gücü yetenin istediği yere çekip kendi çıkarına kullandığı anlamda ikiyüzlü bir sözcük değildir. Bu insanlar bitkilerin ve hayvanların kendilerini sağ tutan nimetler olduklarının bilincindeler ve bunlara gösterdikleri saygı, bu bilincin gerektirdiği davranış kipi olmaktan fazlası değildir. Bitkiyi öldürür ve kullanır. Hayvanı öldürür ve kullanır. Doğadaki her canlının yaptığı gibi. Bu sömürüye bir ölçü koymaları, gereğinden fazla bitki yolmayıp gereğinden fazla avlanmamaları ölçüsüzlüğün kendilerine zarar vereceğini bildiklerindendir.
Devam edecek.
[1] http://infogalactic.com/info/Trolley_problem Türkçe kaynaklarda tren ikilemi veya tren problemi olarak da geçer.
[2] Margaret Puskar-Pasewicz, Greenwood, ABD, 2010.
[3] Puskar-Pasewicz, s. 31-32, 69.
[4] Puskar-Pasewicz, s.32.
[5] Puskar-Pasewicz, s.3, 7, 99, 108
[6] Hans Wehr, A Dictionary of Modern Written Arabic.
Kuran’ın “gerçekle yarattık” (ör: 39:5, 46:3), “boşuna yaratmadık” (ör: 23:115, 38:27) ve “oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık” (ör: 21:16) ayetleri karşılaştırmalı okunduğunda “bi hakkın” ifadesinin “amaca yönelik” anlamına da geldiği görülür.
[7] Kuran alışverişin isteğe bağlı bile olsa adil olması gerektiğini söyler. Bu ilkeyi anlamayanları veya anlamazdan gelenleri “Faizi almak haram, vermek serbest” gibi çelişkili içtihatları ele verir. Bu yorumcular genelde 4:29 ayetini “karşılıklı rızayı gözetin” biçiminde çevirme eğiliminde olurlar. Oysa 2:188’le çelişmemesi için doğru anlamın “rıza ile bile olsa” olması gerekir. Ayrıca 5:2, 2:279 ayetlerini inceleyiniz.
[8] Bill Moyers, A World of Ideas, Doubleday, 1989’dan akt. https://cokus.wordpress.com/2018/05/22/kimse-sucu-asiri-nufusa-yuklemiyor/
[9] Türkçe çeviri: https://cokus.wordpress.com/2018/05/22/kimse-sucu-asiri-nufusa-yuklemiyor/
[10] Gary L. Francione, Rain Without Thunder: The Ideology of Animal Rights Movement, Temple University Press, 1996, s.26.
[11] https://www.peakprosperity.com/crashcourse
[12] Andrew F. Smith, A Critique of the Moral Vegetarianism, Palgrave McMillan, 2016, s.16.
[13] “If plants are not sentient—if they have no subjective awareness—then they have no interests. That is, they cannot desire, or want, or prefer anything. There is simply no reason to believe that plants have any level of perceptual awareness or any sort of mind that prefers, wants, or desires anything.” http://www.cupblog.org/2013/03/06/michael-marder-and-gary-francione-debate-plant-ethics/
[14] http://infogalactic.com/info/Plant_perception_(physiology)
[15] https://edition.cnn.com/2017/02/07/world/secret-life-of-trees/index.html; Babikova, Underground signals carried through common mycelial networks warn neighbouring plants of aphid attack, Ecology Letters (2013) 16: 835–843, https://onlinelibrary.wiley.com/doi/abs/10.1111/ele.12115
[16] https://link.springer.com/article/10.1007%2Fs00442-013-2873-7, http://www.sci-news.com/biology/science-mimosa-plants-memory-01695.html
[17] Barlow, P. W., “Reflections on ‘Plant Neurobiology,’” BioSystems 92 (2008): 132– 47. http://www.esalq.usp.br/lepse/imgs/paginas_thumb/Reflections-on-plant-neurobiology.pdf Ayrıca bitkilerin zekasıyla ilgili çok sayıda bilimsel makale ve kitap var.
[18] Modern zamanlarda türemiş tek hurafe bu değildir. Endişeli Muhafazakarlar Çağı kitabını değerlendirdiğim yazımda başka örnekler de verdim.
[19] Antropoloji veya toplumbilim kaynaklarında, “tanrı” olarak adlandırılan bir sürü görünmeyen öznenin varlığına inandıkları yazılı olabilir. Beş duyuyla algılanamadığı halde varlığına inanılan her türlü mitolojik varlığın tanrılar olarak adlandırılması ezberini sıkıntılı buluyorum. Çünkü bu halkların sahip oldukları ahlak sistemi, birden fazla doğrunun aynı anda yan yana bulunmasına izin vermez. Bu zaten tektanrıcılığın tanımıdır.
[20] http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=Sbr; http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=Axr; http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=bqy
[21] http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=dnw; http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=Ejl
[22] http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=dEw
[23] Kim ivedi olarak isterse dilediğimiz kimseye dilediğimiz ölçüde ivedi olarak veririz. Sonra ona cehennemi veririz. Gözden düşmüştür; kovulmuş olarak oraya girer. 17:18
Kullarım beni sana sorduğunda, kuşkusuz, Yakınım. Bana yakarışlarda bulunduğunda yakarış yapanın yakarışlarına yanıt veririm… 2:186
[24] Gerçek şu ki, senden önce de topluluklara gönderdik. Onları, yoksulluklara ve zorluklara uğrattık; belki yalvararak yakarışlarda bulunurlar diye. 6:42
Peygamber göndermiş olduğumuz hiçbir kent yoktur ki, halkını, yoksulluklara ve zorluklara uğratmış olmayalım; belki yalvararak yakarışlarda bulunurlar diye. 7:94
Onlara merhamet eder ve sıkıntılarını giderirsek, yine de azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. Gerçek şu ki, onları cezayla da yakaladık. Yine de efendilerine boyun eğmediler ve yakarışlarda bulunmadılar. Sonunda, yaman bir cezanın kapısını onların üzerine açtığımızda; işte o zaman tüm umutlarını yitirecekler. 23:75-77
Karanlık gölgelere benzeyen dalgalar, karabasan gibi onların üzerine çöktüğünde, dini yalnızca Allah’a özgüleyerek, O’na yakarışlarda bulunurlar. Onları kurtarıp karaya çıkardığımız zaman, onlardan bir bölümü orta yolu tutar. Zaten alçaklık yapan nankörlerden başkası ayetlerimizi inkar etmez. 31:32
Büyük cezadan önce, yakın cezayı kesinlikle tattıracağız; belki dönerler diye. 32:21
…Zaten Efendisinin Öğretisinden kim yüz çevirirse, onu, gittikçe artan bir cezaya uğratacaktır. 72:17
[25] İnsanlara erdemli olmaları öğüdünü verirken, kendinizi unutuyor musunuz?… 2:44
[26] Her toplum için bir süre belirlenmiştir. Sonunda süreleri dolduğunda ne bir saat ertelenirler ne de öne alınırlar. 7:34
De ki: “Allah dilemedikçe kendime bile ne bir yitim ne de bir yarar verme gücüm yok. Her toplum için bir süre belirlenmiştir. Süreleri dolduğunda artık ne bir saat ertelenirler ne de öne alınırlar!” 10:49
[27] Ehlikitap’ın küfre sapanlarıyla müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Bakara 2:105
Kitap halkının çoğu kendilerine gerçek açıkça belli olduktan sonra içlerindeki kıskançlık yüzünden, inancınızdan sonra sizi nankörlük etmeye döndürmek ister… 2:109
Onların dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ne de Nasraniler, senden asla hoşnut olmazlar… 2:120
Dediler ki: “Yahudi veya Nasrani gibi olun ki, doğru yola erişebilesiniz!”… 2:135
Kitap halkından bir küme, sizi saptırmak istiyor… 3:69
Kitap halkından bir küme şöyle dedi: “İnananlara indirilene gün başında inanın; gün sonunda inkar edin. Böylece belki dönerler!” 3:72
Ey inanca çağırılanlar! Kitap verilenler arasından bir kümeyi izlerseniz, inancınızdan sonra, sizi nankörlük etmeye döndürürler. 3:100
Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Sapkınlığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar. 4:44
Yahudilerin yaptıkları haksızlıklar ve birçok kişiyi Allah’ın yolundan alıkoymaları yüzünden, helal olan temiz şeyleri onlara yasaklamıştık. 4:160
Yahudiler, şöyle dediler: “Allah’ın eli sıkıdır!” Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır! O’nun, iki eli de açıktır; dilediği gibi yardım eder. Efendinden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını ve nankörlüğünü artırır… 5:64
[28] Eski Ahit, Yaratılış 2. ve 3. bölümler. Ayrıca;
Eski Ahit, Yaratılış 8:21 Çünkü insan yüreğindeki eğilimler çocukluğundan beri kötüdür.
Eski Ahit, Mezmurlar 51:5 Nitekim suç içinde doğdum ben, Günah içinde annem bana hamile kaldı.
Eski Ahit, Mezmurlar 53:2 Tanrı göklerden bakar oldu insanlara, Akıllı, Tanrı’ya yönelen biri var mı diye. 3 Hepsi saptı, Tümü yozlaştı, İyilik eden yok, Bir kişi bile!
Eski Ahit, Mezmurlar 58:3 Kötüler daha ana rahmindeyken yoldan çıkar, Doğdu doğalı yalan söyleyerek sapar.
Eski Ahit, Yeşaya 48:8 Doğuştan isyankâr olduğunuz biliniyor.
Yeni Ahit, Romalılar 3:20 Bu nedenle Yasa’nın gereklerini yapmakla hiç kimse Tanrı katında aklanmayacaktır. Çünkü Yasa sayesinde günahın bilincine varılır.
Yeni Ahit, Romalılar 5:12 Günah bir insan aracılığıyla, ölüm de günah aracılığıyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi.
[29] http://christianity.wikia.com/wiki/Original_sin
[30] De ki: “Pis şeylerin çok olması seni şaşırtıyor olsa da pis ile temiz bir değildir. 5:100
Gerçek şu ki, senden önce de topluluklara gönderdik. Onları, yoksulluklara ve zorluklara uğrattık; belki yalvararak yakarışlarda bulunurlar diye. Onlara yoksulluk geldiğinde, yakarışlarda bulunsalar olmaz mıydı? Tam tersine, yürekleri katılaştı; şeytan da yaptıklarını kendilerine çekici gösterdi. Öğretiyi unuttuklarında, verilenlerle sevinip şımarıncaya değin, her şeyin kapılarını onların üzerine açtık. Onları ansızın yakaladığımızda artık tüm umutlarını yitirdiler. 6:42-44
Derler ki: “Sen, tüm yakıştırmalardan ayrıksın. Senden başka dostlar edinmek bize yakışmaz. Fakat onları ve atalarını öylesine geçindir-din ki, öğretiyi unuttular ve yıkıma uğrayacak bir toplum oldular!” 25:18
Sizin nankörlük edenleriniz, onlardan daha mı iyi? Yoksa sizin için, kitaplarda dokunulmazlık mı var? Yoksa şöyle mi diyorlar: “Biz, yardımlaşan bir cemaatiz!” 54:43-44
[31] Gece bastırınca, bir gezegen gördü; “Benim efendim, işte bu!” dedi. Fakat görünmez olunca şöyle dedi: “Yitip gidenleri sevmem!” Ay doğarken gördüğünde “Benim efendim, işte bu!” dedi. Fakat görünmez olunca şöyle dedi: “Efendim beni doğru yola yönlendirmezse kesinlikle sapkınlar toplumundan olurum!” Güneş doğarken gördüğünde “Benim efendim işte bu; en büyüğü bu!” dedi. Fakat görünmez olunca şöyle dedi: “Ey toplumum! Kuşkusuz ben ortaklar koştuklarınızdan uzağım!” 6:76-78
[32] Yaban bitkilerini toplayarak, yaban hayvanlarını avlayarak yaşamını sürdüren insan topluluğu. Biriktirme ekonomisinin olmaması ve doğal çevreyi değiştirme gereksinimi duymaması ile kısmen çoban toplumdan, fakat özellikle tarım yapan (uygar) toplumdan ayrılır.
“Mültecilere Kapılarımızı Açalım Mı?” bölümünde küçük bir anlatım bozukluğu yakaladım. “Kimse bana nasıl yaşayacağıma karışamaz.” Birkaç tane daha yakaladım ama onları not etmeyi savsakladım, yazıya evde çalıştığım zaman yazacağım inşallah.
Kaldığım evin yakınlarında boş bir arazi var, burada son birkaç aydır 7-8 tane köpek yer edindi. Birkaç defa da kovaladılar beni. Mahalledeki bazı insanlar da sürekli buraya evdeki atık yiyecekleri bırakıyor. Geçenlerde bir tanesini yemek bırakırken yakalayıp bu bıraktıkları yemekler yüzünden köpeklerin buradan gitmediğini, ürediğini, gece ve gündüz bizler için tehlike oluşturduğunu söyledim. Daha lafım bitmeden anında hayvan düşmanı ve duygusuz olmakla suçlandım. Birkaç saniye azar yedikten sonra bana kendimi o köpeklerin yerine koymamı, aç ve susuz kaldığımı düşünmemi öğütleyip gitti. O sırada ben kendimi köpeklerin yerine nasıl koyabilirim bulamadım. Yazı bu olayın üzerine gelince kafama dank etti, ben insanım o ise hayvan. Ben iyilik ve kötülük düşünüyorum, ama bildiğim kadarıyla hayvan bunu yapamıyor. Kendimi onun yerine koymamın elle tutulur bir tarafı yok sanırım.
Ufkumu genişlettiğiniz ve emeğiniz için Allah razı olsun.
Telefonunuzu çıkarıp yüzünü videoya çekin. Sonra da deyin ki, “bunlar bir gün birini ısırırlarsa sizin köpeklerin sahibi olduğunuzu savcıya bildireceğim.” Bunu destekleyen bir yasa maddesi veya bir mahkeme içtihadı mutlaka vardır. Ona atıfta bulunun, ciddi olduğunuzu anlasın. Yapmak lazım. Bu ülkenin avukatlarına da yazıklar olsun. Belediyeler yasal yetkilerini kullanmıyorlar ve hayvanları toplamıyorlar. Bir avukat da belediyeye dava açmıyor. Bu ülkede kaldırımda yürürken pantolonu çamur oldu diye belediyeye dava açıp kazanan avukat var…