Birinci bölümden devam…
Not: Olası düzelti ve güncellemeleri yalnızca pdf dosyasına işleyeceğim.
Hayvan Hakları Fikri Nereden Türedi?
İnsanın tarihinde ilk kez, milyonlarca kişiden oluşan toplumlar bitki ve hayvan türleriyle yakın, bilinçli ve gündelik ilişkinin dışında, kentlerde yaşıyorlar. Son otuz yılda Türkiye’nin kırsal nüfusu yüzde elli dolayından yüzde yirmi dolayına düştü. Kent insanının hayvanla olan ilişkisi çoğunlukla evin içinde beslenen hayvanlarla, paketlenmiş etle ve haşereyle sınırlıdır. Çok değil, elli, yüz öncesine dek bu kentlerde yaşayan kişiler araba çeken, küfe taşıyan yük hayvanlarıyla, eceline ermeden öldürülmek ve yenmek üzere arka bahçede yetiştirilen tavukları ve küçükbaşları yaşamın olağan bir parçası olarak kanıksamıştı.
Bu kanıksama kuru bir bilgi veya fen bilgisi kitabında okudukları satırlardan değil, deneyimden gelen ve içselleştirilen bir bilinç idi. Hayvanseverlerin sömürü dedikleri bu ilişki ve karşılıklı yararlanma biçimleri, insanların sağ kalabilmek için gerçekleştirdikleri bütün etkinliklerde hayvanların yeri doldurulmaz payı olduğu bilgisini insanların sözlerine değil ama bilinçlerinin en derinine kazıdı.
Sonra kömür, sonra petrol ve sonra doğalgaz geldi. Tarım, zanaat, madencilik, ulaşım, taşıma, aklınıza gelebilecek her etkinlik hayvan emeği yerine fosil yakıt emeğiyle yapılmaya başlandı. Et için beslenen hayvanlar yüksek düzeyde örgütlenmiş toplumun ağırlaşan yasaları ve endüstriyel üretimin yine fosil yakıt sayesinde ucuzlaması nedeniyle arka bahçelerden kayboldu, çiftliklerle sınırlı kaldı.
Artık hayvanların yaşamın içinde tuttukları yer, insanın zihninin en derinine kazınmıyor. Hayvanlarla büyük ölçüde eskisi gibi ilişki kuran kırsal nüfusun sürekli azalması, modern insanın hayvanla olan ilişkisini unutması demektir. Göz önünde boğazlanan hayvanlar, yarı diri olarak kaynar suya atılan ıstakozlar, kamçılanarak çalıştırılan, ender durumlarda dövülen hayvanlar artık yaşamın olağan ve sorun oluşturmayan bir parçası olmaktan çıktı. İş hayvanları gözden kayboldu. Et hayvanları dört duvar arasına, mezbahaya, kombinaya girdi. Evdeki musluktan akan suyun, akaryakıt istasyonundaki pompadan akan yakıtın, duvar saati gibi sessizce sayacı döndüren doğalgazın hangi koşullarda çıkarılıp ev halkına secde ettirildiğini bilmeyen, görmeyen, unutan, umursamayan kent insanı, hayvanların yalnızca insanlara secde etmek için var olduklarını da görmez oldu; unuttu.
Bugün liberallerin “şiddet” diye tanımladıkları ve ittire ittire haksızlık kavramının yerine koymaya çalıştıkları olgu, insanla hayvanın ilişkisinin doğal ve olağan bir parçasıydı. Kamçılamazsanız iş hayvanı çalışmaz. Et hayvanları sizin ricanızla intihar etmezler, zorla öldürürsünüz. Bunlar günümüz kent çocuğuna buz kestiren acıtıcı ifadeler midir? Eskiden bunlar güneşin doğudan doğacağını söylemeye eşdeğerdi. Bu ilişki unutulduğu içindir ki bugün yiyeceği işlenmiş ve paketlenmiş olarak alan, emeği, enerjiyi ve bütün gereksinimleri bir yerlerden satın alan, hayatında odun kırmamış, taş taşımamış, ot yolmamış olan, yaşamın bedenselliğini unutmuş olan çocuklar, insanın hayvanla olan doğal ilişkisini duygusal olarak kabul edilemez bulabiliyorlar. Soylent Green filminde hükümetin halka dağıttığı bisküviyi sorgulamadan yiyen, ama bisküvinin nasıl üretildiğini öğrenince dehşete düşüp sarsıntı geçiren dünyadan habersiz serfler gibiler.
Uygar yaşam veya daha doğru ifadesiyle kent yaşamı, insanı neyin hayatta tuttuğunu unutturur. Zenginlerin çoğu kenttedir. Varsıllık kişiyi Allah’ın yasasından uzaklaştırır.[1] Kentleri kuranlar egemenlerdir. Kentte nereye baksanız insan yapısıdır. Kimisi Allah’a başkaldırının simgesi olan anıtlar ve mitolojik simgeler de kenttedir. Camdan dışarı baksanız, kendi halinde bırakılmış olarak gördüğünüz tek şey ağaçtır, varsa. Çoğunlukla üst katta ve bahçesiz konuttasınızdır, yere hiç basmazsınız. Duyduğunuz sesler makine sesidir. Makine sesinden kaçar, müzik dinlersiniz, o da insan yapısıdır. Çöp, parfüm, egzoz, plastik vb. aldığınız kokular insan yapısıdır. Yediğiniz şeyler işlenmiş, paketlenmiştir. Çoğunlukla insan aklının ve emeğinin ürünüdür. Köyde camdan dışarı baktığınızda kırı, ağacı, hayvanları görürsünüz. İnsan yapısı biçimler ve malzemeler, size nasıl yaşamanız gerektiğini öğütleyen reklamlar çevrenizi kuşatmamıştır. Allah’ın adını aklınıza getirmeye daha yakınsınızdır. Duyduğunuz sesler hayvan sesleridir. Aldığınız kokular tezek, toz, ter gibi doğaldır. Yediğiniz şeyler “orijinal” tasarımına daha yakındır, gıda mühendisinin elinden geçmemiştir. Yaşamın çok az bileşeni denetim altındadır. Yaşama düzensizlik egemendir. Çiftçi iseniz hava durumu kazancınızı belirler. Çobansanız otun gür olduğu yer sürekli değişir. Hali vakti yerinde bir kentli olarak aynaya baksanız saçınız işlenmiştir, kolunuzda saat, cebinizde telefon, dişinizde dolgu, gözünüzde lens vardır. Görece yapay bir bedeniniz vardır. Kentte yaşamın daha çok bileşeni denetim altındadır. Doğal biçimlere, malzemelere, olaylara görece uzaksınızdır. Köyde düşünecek zamanınız vardır. Yürürsünüz, aceleniz yoktur. Kentte düşünecek zaman yoktur. Sesler iç sesinizi bastırır. Ola ki boş zamanınız oldu, tatil, hafta sonu etkinliği, gece hayatı gibi adlar altında eğlenceyle doldurmak üzere koşullandırılırsınız. Onun için köylüler, kentlilerin delirdiğini anlamaya daha yakındırlar.
Kent yaşamı kişiyi ahmaklaştırır. Burada mecaz veya abartı kullanmıyorum. Öyle ki, fabrikalar, işçiler, tarlalar, yağmur, güneş; hepsi yerlerinde dururken ve bize gerekenden fazlasını verebilecek durumdayken üretim yapılamaz, karınlar doyurulamaz hale geliyor. Ve hatta bu durum savaş gerekçesi olabiliyor. Ama bu aptalca duruma “ekonomik kriz” adı konulunca o çok bilimsel, çok rasyonel kentli gözlere perde iniyor ve sistemin saçmalığını göremiyorlar.
Bütün bunlar kentli olmanın kişiyi Allah’ı anmaktan uzaklaştırdığı anlamına gelir. Aynı zamanda, insanı sağ tutan şeyin ne olduğunu unutturduğu anlamına gelir. Aslında bu ikisi neredeyse aynı şeydir. Çünkü Allah’ın ahlak yasası ve fizik yasası bir bütündür. Ahlak dediğimiz sistem, insanı sağ tutmak için yaşamsallığı bakımından sindirim sisteminden veya bağışıklık sisteminden farksızdır.
İşte bu yüzden doğal bir insan durumu olan vurmak, güç kullanmak, zorla almak veya bunları yapabileceğini ima ederek insanları ikna etmek eylemlerinin kabul edilemez olduğu, şiddetin kategorik olarak kötü olduğu yanılsaması ortaya çıkar. Bunların insanı sağ tutan edimlerin birer uzantısı olduğu unutulmuştur. Aydınlanma paradigmasının türettiği ilerleme mitolojisi, “ilkel” sözcüğüne olumsuz bir anlam iliştirmiştir. Eski yaşam biçimlerini aşağılık sayar. Fosil yakıtın sağladığı nimetleri yalnızca bilim ve teknolojinin, yani kendi alın terinin eseri sayarak kendine pay çıkarır, boş yere gururlanır ve bu aptalca gurur bu durumun geçici olduğunu görmesine engel olur. Oysa o bilim ve teknolojinin var olmasını fosil yakıtlar ile gelen artık değere borçludur; görmezden gelir.
Modern kent yaşamında şiddetsizlik yoktur. İnsan yaşamı şiddetsiz olmamıştır. Kelimeleri yerlerinden kaydıran ve şiddet sözcüğüne olumsuz bir anlam yüklemeye çalışan liberaller (hayvanseverler, feministler, anti-miltaristler, kültürel Marksistler, ilericiler, bilimciler vb. bunun içine giriyor), fosil yakıt bolluğu üzerine kurulu konforlu günümüz yaşamında şiddetin olmadığını, olmaması gerektiğini öne sürerler. Oysa hukukun üstünlüğü dediğimiz şey ancak bedensel güç kullanma olanağının varlığında geçerlidir. Yasayı çiğneyenler üzerinde güç kullanamayan toplum yaptırım aygıtlarından yoksundur; ahlaka sahip olamaz ve çöker. Sokakta çocuğunu tokatlayan, atını kamçılayan, kuzusunu kesenleri, küfe taşımaktan omuzları nasır olmuş hamalları görmüyor olmamız yaşamın bedenselliğinin sona erdiği anlamına gelmez. Şiddet kullanma yetkisi örgütlere devredilmiştir yalnızca. Yargıçların ellerindeki tek güç kurumsallaşmış şiddet uygulama olanağıdır. Şiddet tehdidi olmaksızın kimse duruşmaya gidip laf anlatmaya çalışmaz, meclise girip yasa çıkarmaya çalışmazdı. Cezaevlerinin duvarları yüksektir, komşu bile olsanız içini görmezsiniz. Ceza yaptırımı biçiminde gelmeyen şiddet ise gözden ırağa, petrol kuyularına, enerji santrallerine, et kombinalarına, vesaireye taşınmıştır.
Bu yalıtılmışlık durumu, sekülerleşme ile gelen başıboşluğa eklendiğinde, günümüz insanının kafasındaki iyi ve kötü kavramları yerinden oynadı. Artık görselliği olmayan haksızlık biçimleri, yani şiddet içermeyen haksızlık biçimleri insanlarda tepki uyandırmıyor. Bu çarpık algı ve bilinç her yerimize etki etmiştir. Bu satırların yazarı da otuzlu yaşlarında duruma uyanana dek etki altındaydı.
Televizyonda gösterilmesine izin verilen şeyler için belirlenen sınırlar bize bu çarpık algıyı apaçık gösterir. Televizyon, yığınların düşünme alışkanlıklarını ve davranışlarını belirleyen, yöneten ve yönlendiren bir güç çarpanıdır. Bu ülkenin Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, televizyonda gösterilmesini sınırlandırdığı şiddeti şöyle tanımlıyor:
“1. Kaba kuvvet kullanımı, 2. İşkence, 3. Ateşli, kesici silahlar ya da darp aletleriyle uygulanan şiddet, 4. Savaş sahnesi, 5. Duygusal şiddet (mahrum bırakma, sevdikleriyle görüştürmeme, hapsetme, şantaj vb.)”[2]
Beşinci maddede tanımlanan eylem Türkçede şiddetin, İngilizcede ve Fransızcada “violence”in karşılığı değildir! Türkiye’nin en seküler, en liberal hükümeti olan, hayvan haklarını ilk kez yasanın konusu yapan AKP hükümetinin televizyon yönetimi, aslında haksızlığı tanımlayıp adını şiddet koyuyor. Böylece haksızlığı, ayıbı, günahı, yasak davranışları yeniden belirlemenin, eski ahlakın yerine yenisini koymanın bir kanalı daha açılıyor.
Bununla da kalmıyor. RTÜK, hayvanın beden bütünlüğünün bozulduğu veya hayvanın darp edildiği görüntüleri “şiddet içerir” kapsamına alıyor. Yani bu görüntüleri yasaklama sınırında sayıyor. Doz artınca herhangi bir sınıflamaya gerek duymadan görüntüyü yayınlamayı yasaklıyor. Yukarıda aslında şiddetin değil haksızlığın tanımının yeniden yapılmaya çalışıldığı açıktır. Yalnızca kanı kızıl akan, büyük, sıcakkanlı hayvanların beden bütünlüğünün bozulmasının şiddet sayılması, aslında bu eylemi nedenine bakmaksızın haksızlık olarak sınıflandırmak demektir. Yani hayvanlara haksızlık edilebileceği varsayımı dolaylı olarak RTÜK’te kabul görmüştür.[3]
RTÜK, insana yapılan ruhsal işkenceyi gösteren görüntüler için aynı dikkatin onda birini harcamıyor. Fiziksel olmadığı sürece iç kıyıcı, mide bulandırıcı yoğunluktaki kötülüğün gösterilmesine izin veriyor. Beş maddenin kapsamına girmeyen, yani görselliği olmayan kötülüğün gösterilmesini koşula bağlamıyor, sınırlandırmıyor. Sözgelimi ülkesine ihanet eden politikacılar göstermek serbesttir. Bir bankanın borçluları hapse attıran kredi yöneticisini öven bir dizi yapabilirsiniz. Kredi yöneticisi borçluları kendi bodrumuna kapatmadığı sürece ahlaklıdır (!). Hiroşima’da, Nagazaki’de veya Dresden’de yapılan soykırımı savunan bir filmi, uyarı işaretleri olmadan gösterebilirsiniz. Aile büyüklerine saygı göstermeyen, Tanrı’ya ve elçilerine söven gençlerin “iyi çocuklar” olduğu bir diziyi “kötü örnek oluşturan davranışlar” uyarı işareti olmadan gösterebilirsiniz. Karısına vuran bir erkek görüntüsü “şiddet içerir” etiketini gerektirir veya doğrudan yasaklanır. Dırdırıyla kocasını intihar ettirecek kadar bunaltan veya onu aldatan bir kadının görüntüsü için hiçbir işaret gerekmez. Çünkü bunlar yukarıdaki beş maddenin kapsamına girmez. İşte bu, günümüz liberal uygarlığının içinde bulunduğu zeka gerilemesinin teşhisidir.
Günümüzün liberal insanı, fiziksel olmayan haksızlığın haksızlık olmadığına inanmaya başlamıştır. Bu cümleyi unutmayın lütfen; bu yazıda çözümlediğimiz bütün gürültü bu yanılsamanın üzerinde yükseliyor. Örneğin erkeğin kadına vurmasını yasaklar günümüz insanı. Haksızlık etmek isteyen erkek, kadına kolayca vurabilir ama erkeğe haksızlık etmek isteyen kadın fiziksel olmayan yollara başvurmak zorundadır. Fiziksel olmayan, araçlı, dolambaçlı, kurgulanmış, tasarlanmış haksızlıkları teşhis etmek, kanıtlamak, önlemek zordur. Günümüz insanı giderek kolay ve somut olana yüklenmekte ve zor ve soyut olandan kaçmaktadır. Böylelikle soyutla baş edebilme yetisi azalmaktadır.
Pek çok batılı hükümet, çocuğuna vuran ailelerin elinden çocuklarını alıp yetimhaneye kapatır. Çocuğa vurmak kolayca görünen, videosu ve fotoğrafı çekilebilen, izi kalabilen bir iştir. Öte yandan çocuğunu gerçek bir ahlaksız olarak yetiştiren, kötülük öğreten, cinsel sapıklığa özendiren, şeytana tapmayı öğreten, onu bir toplum düşmanı yapan ailelere hükümetler karışmazlar. Çünkü bu fotoğrafı çekilebilen, kağıda basılabilen basit, bayağı ve küçük bir kötülük değildir. Zamana yayılı, anlamak için zihinsel çaba gerektiren, bedenselliği olmayan ve büyük bir kötülüktür.
Hepsi de Batı kaynaklı olan çizgi roman ve film kahramanları örgütlü, kurgulanmış, tasarlanmış, suçlarla uğraşmazlar. Çünkü bunlar görsel maceralara kaynaklık edecek somut malzemeyi sunmazlar. Süpermen bankacılık sistemiyle savaşmaz. Batman, Gotham’ın üçkağıtçı müteahhitleriyle, rüşvetçi politikacılarıyla uğraşmaz. Çünkü bunlarda görsellik, fiziksellik, bedensellik yoktur. Avukattan, yargıçtan, devlet adamından süper kahraman olmaz. Bunlar insanlığa en büyük hizmetleri etme potansiyeline sahip meslek grupları olabilirler ama bunu yaparken “havalı” görünmezler. Yani emekleri anında görülüp alkışlanabilecek, sahnede sergilenebilecek bir yüzeysellik içermez.
Modern kent insanı, fosil yakıtların getirdiği nimetlerle, konforla şımarmış ve fiziksel hoyratlıktan, kaba güç gereğinden kendini geçici olarak sıyırmıştır. Günümüz kentlerinde, özellikle de gelişmiş ülkelerin kentlerinde birbirine veya bir hayvana vuran, ağır işler yapan insanlara rastlamak zordur. İnşaat işçileri bile giderek daha az güç harcayarak çalışırlar. Fosil yakıtların sağladığı bu ortam, eski dünyada erkeklerin belirleyici işlevi olan fiziksel olarak zorlayıcı işleri yapma görevinin yer yer görünmez olmasına, yer yer ortadan kalkmasına neden oldu. Feminizmi ve kadının mağdurluğu efsanesini ortaya çıkaran nedenlerden biri erkeğin gücünün ve emeğinin yaşamsallığına doğrudan tanık olunamayan bu koşullardır. Erkek, bedensel gücüyle kadınları sağ tuttuğunu, yaşamı sürdürdüğünü gösteremiyor artık. Çünkü onun yapacağı her işi fosil yakıttan gelen enerji yapıyor; makineler aracılığıyla. Erkek kendi gücüne de bilinçaltı düzeyde tanık olamadığı için sakalını keserek kadınsılaşıyor. Kadın yüksek topuklu giyerek erkeğe denk olduğunu bilinçaltı düzeyde kendisine kanıtlamaya çalışıyor. Erkeğe artık birkaç santim aşağıdan bakmıyor. Kol gücüne dayalı veya tehlikeli işlerin kentin dışına kalması, onda erkeğe denk olabileceği algısı yaratıyor. Barajların çalışması, suyun, elektriğin, doğalgazın ve petrolün akması için, yani yaşamın sürmesi için “düğmeye basma” işi, bedensel emeğe oranla daha görünür oluyor. Kadının da erkek kadar mühendis olabilmesi, barajları yaratan işçi emeğini, yani erkeğin bedensel işlevini kısmen perdeler ve kadınların da baraj yapabildikleri yanılsamasını ortaya çıkarır. Bu durum kadının, erkeğin yapabildiği her şeyi yapabildiği algısını yaratır.
Bununla da kalmaz. Özellikle erkeğe özgü olan ter kokusu, fosil yakıtla çalışan endüstriyel kentten kovulmuştur. Eskiden olağan, insancıl ve çalışmayı anımsattığı için kimi zaman olumlu çağrışımlar yapan ter kokusu, bugün osuruk gibi bedenselliğin utanç verici bir yönü olmuş, kınanmıştır. Akşama kadar klimalı ofiste klavye şakırdatan saçı yapılı kadın, şantiyede gerçek emek tüketmiş olan ve aynı trenle eve dönmekte olan inşaat işçisinin ter kokusunun kendisine yapılmış haksızlık olduğunu düşünür. Biraz sonra evindeki bakımlı itiyle sarmaş dolaş olacak olan kadın, işçiye “Hayvan!” der içinden; “deodoranttan haberi yok”. Deodorant endüstrinin icadıdır çünkü. Öbür her şey gibi fosil yakıtın yavrusudur. Erkeksi olan her şey gibi ter de gözden düşmüştür. Olumlu bir anlam yüklü olan alın teri deyimini modern Türkler türetmezlerdi kuşkusuz.
Modern insan kendisini sağ tutan şeyin düğmeye basmak veya ofiste kağıtlara bir şeyler yazmak olduğunu sanır oldu. Hizmet sektörünün GSYH’deki payı hemen her ülkede artıyor. Bunun anlamı giderek azalan sayıda kişinin çiftçilik, madencilik ve fabrika işçiliği ile uğraşması, giderek artan sayıda kişinin ofiste cici giysiler içinde kağıt kalemle oynamasıdır. Ofiste değilse bir ya tezgahın arkasında çiftçinin, madencinin ve işçinin ürettiğini satıyordur ya da öbürleri işteyken onların çocuklarına bakıyordur. Yani bedensel emekle geçinen kişi sayısı giderek azalıyor. Çünkü bedensel emeğin yerini artan oranda fosil yakıt emeği alıyor. Bu da evrimsel olarak, fosil yakıtların olmadığı yüz binlerce yıl boyunca ağır bedensel hizmetleri üstlenmiş olan erkeğin emeğini görünürde değersiz kılıyor. Erkeğin toplumdaki işlevini gözüyle görüp takdir edemeyenler feminist veya kısaca erkek düşmanı oluyorlar. Fosil yakıtlar tükenince “erkek egemen” olarak aşağılanan düzen geri gelecek çünkü doğa /Tanrı insanı bu biçimde evrimleştirmiştir ve onunla pazarlık yapılmaz.
Hayvanseverlerin hemen hepsinin aynı zamanda feminist olması bir rastlantı değildir. Birbirinden bağımsızmış gibi görünen bu iki sonucu ortaya çıkaran temel etken fosil yakıtların beden gücünü işe yaramaz göstermesidir. Bedenselliğin göz önünden yitmesi geçici bir durumdur, çok kısa süre sonra eski dünya geri gelecektir.
Erkek hiçbir şeye tek başına egemen olmamıştır ama bilinç düzeyi göze görünenin, yüzeysel olanın, hızlı gerçekleşenin ötesine geçemeyen, örtülü veya soyut olana aklı erişemeyen modern insan erkeğin kadına egemen olduğunu sanır. Erkek kadına egemen olduğunda bu kolayca görülebilir, fotoğrafı çekilebilir, heykeli yapılabilir. Kadın erkeğe egemen olduğunda bunların hiçbiri yapılamaz. Sözcükler kullanarak uzun uzun anlatmak dışında bir yol yoktur. Çocuk zekalı modern insan bu yüzden erkeğin kadına mutlak egemen olduğunu sanarak erkeği ve öncelikle erkeğe özgü olanı şeytanlaştırır. Bu aslında fiziksel görüntüsü olmayan kötülükleri yüceltmeye eşdeğerdir. Dırdır ederek kocasını delirten veya zihinsel oyunlarla, hile ve düzenle erkeği kendine oyuncak eden kadının modern toplumda masum sayılması bunun sonucudur örneğin. Yaptığı işin kötülüğü toplumu sessizce kemiren ama “şiddetli” görüntüler ortaya çıkarmayan bir fahişe, feministe göre masumdur örneğin; hatta saygın bir iş yapmaktadır. Aynı çocuk zekası, kadına egemen olmakla suçladığı erkeğin hayvana egemen olmasını da kategorik kötü sepetine atmakta zorlanmayacaktır. Çünkü hayvanın boynundaki ip, çevresindeki çit, akan kan vb. görüntüler yüzeysel olduğu ve çocuk zekasıyla anlaşılabildiği için “şiddetlidir” ve “erkeksidir” bir anlamda.
Sorumluluğu unutup hak kavramıyla düşünmesi, modern insanın feminist hem hayvansever olmasıyla sonuçlanır. Hayvanın sorumluluğunun olmayışını hesaba katmamak ile yapılan hata, kadının hakkının sorumluluğundan fazla olacağını söylerken yapılan hata ile aynıdır. Erkeğin kimi konuda hakkı fazladır çünkü sorumluluğu fazladır.[4] Çocuğun pek çok şeye hakkı yoktur çünkü sorumluluğu yoktur. Yetki ile görev denktir; denk olmalıdır. Adaletin tanımı budur.
Feminizmin ve hayvanseverliğin görüp de söylemekten çekindiğimiz ortak yanı insan nefretidir. Batı’da Irak veya Filistin işgallerini, sivillerin bombalanmasını onayladığınızda güdük bir tepkiyle karşılanırsınız. Ama karınıza vurduysanız veya horoz dövüştürdüyseniz seküler toplumdan aforoz edilirsiniz. Nefret dışındaki hiçbir yanıt bu şekilde yaşanmış sayısız örneği açıklayamaz.
Feministler kadını zayıf yarattığını düşündükleri için Tanrı’yla kavgalıdırlar. Hayvansever de benzer biçimde Tanrı’yla kavgalıdır. Tasarladığı düzeni beğenmez. İnsanı hayvanları acı vererek öldürmek zorunda bıraktığı için Tanrı’nın kusurlu olduğuna inanmak ister. Hayvansever yayınların alt metninde bu sıkıntı okunabilir. Hayvanın acı çekebiliyor olmasını ahlakla bağdaştırmaya çalışır. Ona göre Tanrı’nın bildiğimiz bütün elçileri insanlara hayvanları sömürme, böylece ahlaksızca yaşama izni vermiştir. Buna karşılık bir kedi yemeyeceği halde fareyle oynayıp onu öldürdüğünde veya balıklar veya sürüngenler yanlışlıkla birbirlerinin yüzgecini, ayağını kopardıklarında sanki hiç acı üretilmemiş gibi yapmak zorunda kalır hayvansever. Veya Tanrı, hayvanları birbirine acı verecek biçimde tasarladığı için kusurlu olmak zorundadır.
Kısa bir mesafe yürüdüğümüzde onlarca böceği öldürdüğümüz, her öğünde milyonlarca bakteriyi yok ettiğimiz bir evrendeyiz. Bu evrenin tasarımındaki iradeyi ve amaçlılığı görmezden gelip Tanrı’yı denklemden çıkardığımızda, nasıl yaşamamız gerektiği konusunda yanlış çıkarımlar yapmamız kaçınılmazdır. Ahlakı acıyla eşleyen hayvansever bu yüzden Tanrı’yla barışık olamaz. Hayvan hakları savunucusu yayınlarda hayvanın, hakkın tanımını bulamadığımız gibi acının da tarifini bulamıyor olmamız şaşırtıcı değildir. Gönlüne göre bir hayvan kategorisi biçen hayvansever, gönlüne göre bir acı tanımı yapar ve sınırını yine gönlüne göre, hayvanlarla bitkilerin tam arasından geçirir.[5]
Feminizm gerçek bir çelişkiler yumağıdır. Bir yandan kadınla erkeğin eşit olduğunu öne sürer, sonra da bu eşitlerden birine türlü ayrıcalıklar ve kayırmacılık ister. Aynı çelişkinin karbon kopyasını hayvansever ideolojide buluyoruz. İnsanın hayvan, hayvanın insan olduğunu öne sürdükten sonra hayvanların insanlardan farklı olarak sorumlulukları olmayıp yalnızca hakları olduğunu söylerler. Feministler kadını yüceltme görüntüsü altında tam tersini yapar, kadını hiç kimsenin aşağılamadığı kadar aşağılarlar. Hayvanseverler insancıllık, sevgi gibi sözcükleri kullanarak tam tersini yapar, insanı aşağılarlar. İki ideoloji arasındaki paralellikler bununla bitmiyor ancak uzatmamak için yetiniyorum.
Hayvanseverliğin ve feminizmin söylemleri gibi, anti-militarizmin söylemleri de kolayca görünenin yüzeyselliğine dayanır. Dinlerini “barışseverlik” ve “şiddetsizlik” adı altında sunan bu kişiler için uğruna ölünecek hiçbir şey yoktur. Söylemlerine göre şiddetsiz ve sefil bir yaşam, onurlu bir ölümden daha iyidir. Aslında bu, yaşamı çekilmez acılarla doldurmaya gebe bir dünya görüşüdür çünkü çekilen acı ne denli büyük olursa olsun şiddetle karşılık verilmemelidir. Bugün yeryüzünde var olan toplumların hiçbiri de tarihin hiçbir döneminde böyle bir ahlakı benimsemiş değildir. Çünkü böyle bir ahlakı benimseyen toplum kendine yapılan haksızlıklara karşı koyacak güdülenmeyi bulamaz ve uzun vadede yok olur.
Bugün işlenen en büyük suçları sorsak, alacağımız yanıtların arasında bedensel etkinlik içermeyen, zihinsel emek içeren, tasarlanmış, örgütlü, yavaş ilerleyen suçlara rastlamayız. Sessiz, incelikli, kurumsal suçlar daha büyük olmalarına karşın göze görünmez. Büyük kötülükler sokakta, göz önünde gerçekleşmez; fotoğrafı çekilemez. Endüstri uygarlığının insanı basının, eğlence sektörünün ve politik ortamın da etkisiyle hemen görebildiği sonuçlara odaklanmış, süreçlere ilgi duymamıştır. Bu durum internette “sosyal medya” denen kanserin türemesiyle ağırlaşmıştır. Modern insanın “şiddet” içeren suçlara bu denli yoğun tepki verir duruma gelmiş olması, buna karşılık bankacılık gibi göze görünmeyen kaldıraçları kullanarak savaş çıkartan, müzmin yoksulluk ve sefalet yaratan, insanı insanlığından çıkaran suçlara akıl almaz bir duyarsızlık içinde bulunması bundandır. Basın, reklamcılık, halkla ilişkiler, endüstri ürünleri tasarımı, makyaj, plastik cerrahi gibi özünde yalan söyleme becerisi üzerine kurulu işkollarının varlığını kimse yadırgamaz. Çünkü yalanın ve sahteciliğin şiddetli bir görselliği yoktur, çizgi roman malzemesi olmaz. Günümüz insanına Özgecan olayının verdiği rahatsızlık, banka hortumlayanların veya Türk tarımını bitirenlerin veya sahte davalarla orduyu terhis edenlerin verdiği rahatsızlıktan fazladır.
Aynı zihinsel yetersizlik Yeni Türkiye’nin sözde darbe karşıtlığında gözlenebilir. Ordu darbesi, doğası gereği “şiddet” içerir. Kullanılmasa bile silahın yarattığı tehdit ve zorlama başroldedir. Öte yandan seçim hilesi, şiddet içeren yöntemlere hemen hiç başvurmadan darbeyle aynı sonucu verir. Ahlaki olarak darbeye denk veya daha da kötüdür. Bir gecede darbe karşıtı kesilen kalabalıkların yıllardır her türlüsü, örtülüsü ve açığı çatır çatır yapılan seçim hilelerine karşı tepkisizliği, bize bu insanların algılama ve bilgi işleme düzeyleri hakkında önemli bilgiler verir.
İnsancıl olanı şiddetsiz olana denk tutan anlayış, kötülüğü yalnızca gözle kolayca görünen, algılamak için sürüngen beyni düzeyinde bir kavrayış gücünün yeterli olduğu, fotoğrafının çekilebildiği şeylerle sınırlı tutar. Kötülüğü ve haksızlığı böylece yeniden tanımlar; adını da “şiddet” kor. Bu anlayışta olanların gözleri, milyarlarca insanın görünürde “şiddetsiz” ama kahır içinde yaşamasına neden olan bankacılık sistemi, Petro-dolar sömürüsü, marka ve patent hukuku, genetiği değiştirilmiş tarım benzeri şeytani sistemleri görmez. Çünkü bunlar gerçek anlamda akıllarını işleten, duygusallığın pençesinde anlık dürtülerin etkisiyle oradan oraya savrulmaktan kendini koruyabilen olgun insanların kavrayış kapasiteleriyle anlaşılabilecek kötülüklerdir. Bunlar Tanrı’nın toplumu yavaş yavaş, ağırlaşan bir cezayla yok ederek öcünü aldığı haksızlık düzenekleridir. Bunların kötülük olduğu, yani ahlaksızlık olduğu akılcı olarak açıklanabilir. Ancak Tanrı’nın elçilerinin bildirdiği gerçeklik (Kuran, kısmen Kitabı Mukaddes) ile gözlenen gerçekliğin (bilim vb.) arasını ayırmış olanlar, kalabalıkların hemen görünüverenin (Kuran’da ara: dunya[6]) ötesini (Kuran’da ara: ahira, baka[7]) algılayabilecek bilgeliği edinmekten alıkoyarlar.
İşte bu durum, yani gözle çabucak görülebilenin git gide egemen olduğu, zamana yayılan sonuçların ve tasarlanmış emeklerin dikkate değer bulunmadığı ortam hayvanseverliğin ortaya çıkışını hazırlıyor. Kedinin, itin ve onlara benzeyen sıcakkanlı, tüylü, yumuşak hayvanların görsel zenginliği ve sevimliliği, yüzeysel kişilerin görselliği görece zayıf olan şeyleri göz ardı etmesine yol açıyor. Sığırı markette görerek büyümüş olan, domatesin ağaçta bittiğini sanan günümüz kent kuşağı, mezbaha denen şeyin varlığına tanık olduğunda derin bir sarsıntı geçiriyor. Çünkü o çocuğun hayvan diye bildiği şey, ailesinin evinde beslediği, onlarla oynayarak büyüdüğü, çizgi filmlerde rol alan it ve kediydi. Tatilde tuttuğu balığın çırpınışı onu travmaya sokmaya yetmemiş olabilir çünkü balık pek çok yönden evdeki hayvanlara benzemiyor. Ancak evdeki sıcakkanlı, tüylü, sesli ve insana tepki veren hayvanlarla neredeyse aynı görünen davar ve sığırın beyaz seramikle çarpıcı bir karşıtlık oluşturan kızıl renk, ses ve hareket eşliğinde yere yıkılması kent çocuğu için travmatiktir. Bunun bir üretim hattında kesintisiz ve makineleşmiş olarak yapılması daha da travmatiktir. Yalnızca bugüne özgü olan ve genele mal edilemeyecek olan koşullarda, duygusuz makinelerin sonlandırdığı hayvan yaşamının kendisinin de sefil olduğunu görmek bir kez daha travmatiktir. Endüstriyel besiciliğin bugün geldiği biçim, bilgi ve deneyim eksiği bulunan zavallı çocuğu öyle bir vurur ki, kendini kent yaşamıyla birlikte bu yaşamın üzerine kurulduğu doğruları sorgularken bulur; onlara artık güvenemez. Besiciliğin veya kesimin tek biçiminin bu olmadığı bilgisi travmayı geri alamaz. Hayvanseverin yönelimi duygusal ve telaşlıdır, akılcı ve soğukkanlı değil.
Hayvansever yalnızca “insana benzeyen”, çabuk tepki veren, özellikle ses çıkaran canlılara yönelir ve bu birkaç tür üzerinden yola çıkarak “hayvan” diye bir kategori uydurur ve onu kutsar. Birkaç tür dışında kalan hayvanları, bitkileri, gözüne gözükmeyen trilyonlarca yaratığı umursamaz çünkü yönelimi duygusaldır; çabuk görüneni, beş duyuyla rahatça algılanabileni kapsar. DeGrazia, çimin altında ezdiği hayvancıkları umursamaz çünkü gözünün görmediği, gönlünü rahatsız etmemektedir.
İçine düştüğü boşluktan kurtulmak isteyen insan iki şeyi yapabilir. Bilgi eksiğini gidermeye çalışabilir, üzerindeki perdeleri kaldırarak nesnel gerçekliğe ulaşmaya çalışabilir. Bunun için yoğun emek tüketmesi, beden ve zihin olarak yorulması gerekebilir. Uykusu ve huzuru kaçabilir. Veya bu yol ona ağır geldiyse birilerinin önüne iliştiriverdiği hap kurtuluş reçetelerinden birine sarılabilir. Bu ikinci kolay yol, birincinin tersine, onları duygusal olarak zora sokmayarak, çabuk ama geçici bir zihinsel konfora ulaşmalarını sağlar. Etyemezlerin ezici çoğunluğunun bu ikinci yolu seçtiği, insanlar ve hayvanlar konusundaki bilgisizliklerinden bellidir. Sözgelimi açıp Freud okuduklarında, çocukların hayvanları kendileriyle bir tuttuğu, yani insandan ayırmadıkları gibi saçmalıklara maruz kalabilirler.[8] Oysa Freud bunu öne sürerken kediyi ve iti sivrisinekten, hamamböceğinden, bitten ayırmayarak yersiz bir genelleme ve geçersiz bir çıkarım yapmıştır. Türk Meclisleri ve hükümetleri Freud’un hatasını anlamamış olacaklar ki yalnızca evcil birkaç türü içermesi gereken mevzuatta ısrarla hayvan sözcüğünü kullanır ve tanımını yapmazlar. Yargıçları yasanın bağırsak parazitlerini ve ev sıçanlarını kapsayıp kapsamadığı konusunda kara kara düşünmek zorunda bırakırlar. Ama Freud’un devirdiği tek çam bu değildir. Tektanrıcılığın Musa ile başladığı, eşcinsel eğilimlerin herkeste var olduğu fikirleri size makul geliyorsa, küçük çocukların insanla hayvanı ayıramayacak kadar geri zekalı olduklarına da inanabilirsiniz.
Freud’un içine düştüğü yanılgının kökenini modern zamanların ikici (düalist) düşünme alışkanlığında aramayı öneriyorum. Doğal – yapay (Tanrı yapımı – insan yapımı), mantıklı – duygusal, eril – dişil, akıl – vahiy, eski – yeni gibi ikişer kutba sıkıştırılmış düşünme biçimleri birçok şeyi anlamamızı zorlaştırıyor. Hayvanların duygularının olup olmadığı sorusu, bizi iki yanlış yanıttan birini vermeye zorlar. Bu zorlama ikililere hayvanların veya genel olarak doğanın insanın düşmanı mı, dostu mu olduğu sorusunu da ekleyebiliriz. Birinci yanlış seçenekten kaçıp ikinci yanlış seçeneğe sığınanlar, önlerindeki ikilinin bir sınırlı seçenek safsatası oluşturduğunu göremiyorlar. Hayvan gerçekte insanın ne dostu, ne düşmanıdır. Tarihte hiçbir zaman hayvan kategorisi, insanın dostu veya düşmanı olarak görülmemiştir. Hayvanların dost olduğunu söylemek de, düşman olduğunu söylemek de yanlış soruya verilmiş yanlış birer yanıttır.
Benzer biçimde, bilim kavramının kullanılmasındaki yaygın özensizlik ve “popüler bilim” ambalajıyla gelen dezenformasyon, “bilimsel açıdan insanın bir hayvan olduğu” gibi sakat önermelerin ezberlenmesine yol açmıştır. Bu önerme, biyoloji bilimi ile sınırlıdır. Biyoloji, tanımı gereği insanın tinselliğiyle, yani maddesel olmayan yönüyle ilgilenmez. Aynı mantıkla fizik bilimi açısından insanın bir nesne olduğunu söylemek de doğrudur. Birinci önermeyi satın alıp ikincisini görmezden gelenler, bilimden ve tutarlılıktan ne anladıklarını ortaya koymaktadırlar.
Bugün yeryüzünde bulunan avcı-toplayıcı toplumların, Paleolitik olarak anılan tarım öncesi insanınkine yakın bir yaşam biçimi sürdükleri konusunda antropologlar uzlaşmış görünüyorlar. Bu toplumlardan biriyle ilgili olarak yazılmış en ünlü kitaplardan biri, Amerikalı-İngiliz antropolog Colin Turnbull’un Kongo Pigmeleriyle yaşadığı süre boyunca yaptığı gözlemlerini derlediği çalışmadır. Türkçeye çevirerek aktarıyorum:
“Pigmeleri, kuşları canlıyken yolarken anımsıyorum, daha yavaş öldüğünde etinin daha lezzetli olduğunu anlatıyorlardı. Ve av köpekleri, çok değerliydiler ama doğdukları günden öldükleri güne dek acımasızca itilip kakılıyorlardı. Av köpeği dışındaki hayvanların evcilleştirilmeye çalışıldığını görmedim. Hayvanlara davranışlarıyla ilgili Pigmelerle konuştuğumda bana güldüler ve ‘Orman bize yiyecek için hayvanları verdi. Bu armağanı reddedip aç mı kalalım?’ dediler.”[9]
Avcı-toplayıcılıktan sonraki aşama olarak değerlendirilen çoban toplumlarda bu bakış açısı ve tutum değişmemiştir. Kimi durumda devenin sağlığını kendi sağlığından önde tutan, çocuktan değerli sayan Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulu göçebe insanın gerek duyduğunda deveye acı çektirmekten çekinmediği bilinir. Bu örneklerden birinde, yirminci yüzyılın başlarında gümrükten uyuşturucu ot geçirebilmek için devenin derisine paketler yapıştırıp tüyle kamufle ettikleri, deveye zorla metal konserveler yutturup sınırı geçtikten sonra deveyi keserek kutuları midesinden aldıkları anlatılmıştır.[10]
Önemli bir bölümü ren geyiklerine dayalı göçebe bir yaşam süren Kuzey İskandinavya ve Rusya’nın yerli toplumu olan Samilerin geyiğe değil ama ayıya derin bir saygı duydukları rapor edilmiştir. Ancak bu saygı, modern insanın anladığı dokunulmazlık anlamında bir şey değildir çünkü ayıları da öbür hayvanlar gibi yararlanmak amacıyla öldürdükleri bilinmektedir.[11]
Kimisi avcı-toplayıcı, kimisi çiftçi olan, ekosistemi yıpratmayan bir yaşam sürdükleri anlatılagelen Kuzey Amerika yerli halklarının pek çoğu, hayvanları insanların akrabası sayıyordu. Ama akrabalarını avlayıp yemekten çekinmiyorlardı. Bunlardan biri olan Siyu toplumu hayvanların görünenin ötesinde güçlere sahip olduğuna ve her birinin insana yardım edebileceğine inanıyordu. Buna rağmen başta bizon olmak üzere hayvanları öldürüp etlerini yemekten çekinmiyorlardı.[12] “Hayvanlar dost mudur, düşman mıdır?” gibi anlamsız sorular sormuyorlar, gönüllerinden geçen yanıtları gerçekçi beslenme gereksinimlerinin önüne koymuyorlardı. Koysalar zaten sağlıklarını yitirirler ve uzun vadede yeryüzünden silinirlerdi.
“Hayvanın hakkı” diye bir mitolojiye ne avcı-toplayıcı, ne de çoban toplumlarda rastlarız. Bizim bildiğimizden daha zor koşullarda sağ kalmayı başaran bu insanlar uygar toplumlardan çok daha uzun süredir yeryüzünde varlar. Büyük olasılıkla bizim uygarlığımız yok olduktan sonra da var olmayı sürdürecekler.
Etyemezlik savunucularından kimisi, eski insanların etçilliğinin ahlaksızlık olmadığını, bunun ancak bugünün koşullarında, modern dünyada ahlaksızlık olduğunu öne sürer. Bunu söylerken ekoloji ve fosil yakıt gerçeğinden bütünüyle habersiz olduğunu da itiraf etmiş olur. Yazının başında örneğini verdiğim hayvansever metinlerin hiçbirinde, bu fikirlerin baskınlık kazandığı modern endüstri uygarlığının fosil yakıta dayalı olmasına en küçük bir gönderme olmaması, bu konudaki cahilliklerini ve dar görüşlülüklerini ortaya koyar. Kağıttan kule yapılmaktadır. Ete alternatif olarak sunulan soya ve benzer kültür bitkileri ancak fosil yakıt tüketilerek üretilebilmektedir. Azot gübresi, kelimenin tam anlamıyla doğalgazın gübreye çevrilmiş biçimidir; doğalgazın kendisini yiyoruz.[13] Genetiği değiştirilmiş soya gibi yaratıklar ancak fosil yakıtların sayesinde var olabilmiştir. Etyemezlerin dogmalarını aklamak için türettikleri bu savın su götürür olduğunu anlayabilmek için fosil yakıtların tükenmesini beklemeye gerek yoktur.
Bu görüngeden bakınca, vejetaryen beslenmenin fosil yakıt tüketimini azalttığı söyleminin hem doğru, hem de yanlış iki yüzü olan bir madalyon olduğu anlaşılır. Besi hayvanları yesin diye büyük tarım arazilerinin yem üretimine ayrıldığı doğrudur. Öte yandan hayvansal besinin ikamesi olacağı öne sürülen tarım ürünleri de ancak fosil yakıtlar ile üretilebilmektedir. Hayır, ektiğimiz her bir tohumu büyütmek için petrole gerek yok ama sayısı sekiz milyarı bulan ve hızla artan boğazı bu tohumlarla beslemek için petrol zorunludur. Market ve lokantadaki vejetaryen seçenekler de ancak fosil yakıt bolluğunda, üretim ve taşıma maliyetlerinin tarihte görülmemiş biçimde düşmesi sayesinde var olabilmiştir. Hayvanseverin derdi gerçekten endüstriyel besicilik olsaydı, neredeyse sıfır kaynakla, sürdürülebilir olarak yapılan geleneksel otlak hayvancılığına karşı gelmezlerdi. Enerjiyi ve doğal kaynakları en yoğun tüketen etkinlikler taşıma, ısınma ve endüstridir. Dertleri gerçekten ekolojik bozulma veya “küresel ısınma” olsaydı dikkatlerini ve emeklerini bu yöne harcarlardı. Sağlık gerekçeleri gibi ekolojik gerekçeler de takıyeden ibarettir. Fiziksel gerçeklerin duvarına tosladığımızda ve bizim için çalışacak fosil yakıt köleleri bulamadığımızda pek çok modern şımarıklık gibi etyemezlik de tarihe karışacaktır. Robinson’un “doğal haklar” talebini dinlemeyen ada, hayvan haklarını da dinlemeyecektir.
İnsanı alabildiğine aşağılayan, insanı yeryüzünün kanseri, iyileştirilemez hastalığı olarak nitelemekten çekinmeyen hayvanseverlerin bu bilgisizliği seküler yaşamın tükenmez göreliliğiyle, yani Tanrısızlıkla birleşince giderilmesi güç bir arızaya dönüşür. Çünkü doğru bilgiye, gerçeğe zaten iyilik adına ulaşmaya çalışmıyor muyuz? Eğer iyilik sana ve bana göre değişen bir şeyse, gerçekliğin de göreli olması gerekir. Çıkmaz sokaktır bu… İnsan varlığının anlamsızlığı söyleminin cahil kalabalıkların zihinlerinde yankı bulmasına izin verilmemelidir. Çünkü bu, sözün bittiği ve kavganın başladığı noktadır. Savaşlar ve her türlü çatışma, lafla barış yapılabileceğini sanan yeni kuşakların sandığı gibi bir anda çıkmazlar. Savaşların hazırlık aşaması, yalanların, boş sözün egemen olduğu, ahlaki çifte standartların, temelsiz ve sahte bir tinselliğin inşa edildiği “barış” zamanlarıdır. Bugün hayvanseverler, feministler, tanrıtanımazlar (ateistler) ve pek çok liberal politik grup mağduru oynayıp toplumu görünürde “barışa”, “şiddetsizliğe” çağırıyorlar. Yaptıklarının iyi bir şey olmadığını anlamak için ektikleri nefret ve çatışma tohumlarının yeşermesini beklemek zorunda değiliz. Biz Kuran öğrencileri, mutlak nesnelliği temsil etmek zorunda olan Tanrı kavramını yitirmiş olan ideolojilere muhalefetimizi bu bilince oturtmak zorundayız.
Tanrı Yoksa Nesnellik Yoktur
Nesnel gerçekliğin çıpası, bütün doğruların onunla ölçümleneceği nirengi noktası Tanrı’dır. Seküler zamanlarda çöpe atılan bu nirengi noktasının yerine uydurma kavramlar konmaya çalışılmıştır. İnsan hakları, özgürlük, eşitlik gibi… Balık baştan kokar. Tanrı’nın elçilerini reddederek Ayağımızın altındaki bilişsel kaya zemini bir kez yitirdik. Artık gevşek zeminin üstüne kuracağımız ideoloji ve düşünce sistemleri en küçük sarsıntıda çökecektir. Tanrı’nın elçileriyle kavgalı olan hayvansever ideoloji balçık zeminin üzerine inşa edilmeye çalışılmaktadır.
Eleştirel düşünmeyi öğretme iddiasında bulunan bir yazarın ülkemizde de yayınlanan kitabında mantıksız çıkarımlara verdiği örnek bu açıdan ibret vericidir:
“Bazı insanlar köpekleri, kedileri veya fokları yemeyi tiksindirici, fakat inekleri veya tavukları yemeyi oldukça mantıklı bulabilirler. Her iki durumun da birbiriyle tıpa tıp aynı olduğunu gösteren çözümlemelerine rağmen buna inanırlar. Kendilerini işe yaramayacağını bildikleri sebepler uydururken bulurlar (‘Köpekler ve kediler evcil ev hayvanlarıdır. Bu yüzden onları yemek yanlıştır’ gibi).”[14]
Yazar, hayvansever veya etyemez olmayan normal insanların kimi hayvanı yiyip kimini yememesini mantıksızlık örneği olarak gösteriyor. Çelişki gibi görünen bu davranışın mantığı, anlatmakta zorluk çekeceğimiz kadar basittir: Kedi ve köpek eti ile değil, emeği ile hizmet eden canlılardır, hepsi bu. Timsahın dişlerini temizleyen kuşları yememesi de aynı mantıktan ötürü bir çelişki değildir. Timsahın bu kuşları yememesi uzun vadede (Ar. ahira) yararlıdır. Et yiyen insanın kediyi ve köpeği yememesi uzun vadede yararlıdır. Bazı nesnel gerçekler o denli yalındır ki anlatacak fazla bir şey yoktur.
Hayvanseverlerin “ruh” kavramına yönelttikleri eleştiri pek zayıftır. Kimi hayvanseverlik karşıtı, hayvanlarda ruh (İng. soul, Fr. âme Alm. Geist) olmadığını, dolayısıyla onların insandan farklı, insana göre aşağılık ve insanın kölesi olduğunu söyler. Hayvanseverin tipik yanıtı ruh kavramının uydurma veya muğlak olduğudur. Ruhun varlığının kanıtlanamadığını öne sürerler. Oysa kendi savlarında daha büyük, daha çapraşık muğlaklıklar bulunur. Hayvansever, varlıkları öncelikle canlılar ve cansızlar olarak ikiye ayırır. Bu ayrım muğlaktır çünkü virüs, bakteri sporu, mantar sporu, tohum gibi varlıkların canlı olup olmadıkları belirsizdir. İkincisi, canlıları duyulanım /duygulanım kapasitesi olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırırlar. Bu ayrımın da muğlak olduğunu önceki bölümlerde ortaya koymuştum.
Hayvansever olmayanlara yönelttikleri “türcülük” suçlamasının anlamsızlığı tam bu noktada görünür olur. Hayvansever olmayanlar, insanla insan dışı türleri ayırırlar. Hayvansever ise duyulanım yetisi olan ve olmayan türleri ayırır (veya ayırdığını öne sürer). Birincisinde “tür” gibi hazır bir sözcük bulunması, “ırkçılık” sözcüğüne öykünerek “türcülük” gibi kulağa havalı gelen bir sözcük uydurmaya olanak sağlar. İkincisinde ise elimizde hazır bir sözcük yoktur. Böyle bir sözcük olsa idi, hayvanseverlerin de “…cilik” yaptıklarını söyleyebilirdik. Veya elimizdeki sözcükleri kullanarak, bitki ve hayvan alemlerini ayırdıkları için onları “alemcilik”le suçlayabiliriz. Bu örnek ne kadar saçma ise, türcülük suçlaması o kadar saçmadır. Böyle saçma suçlamalara karşı savunma, ancak gerçekleri dile getirerek yapılır. O gerçeklerin nesnel, yani kişiden kişiye değişmiyor olması gerekir.
Hayvan hakları savunucularıyla yapılacak tartışma, tanrıtanımazlara Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmak gibidir. Tanrıtanımazlar sunulabilecek bütün kanıtları kategorik olarak kanıt saymazlar ve reddederler. Hayvan hakları savunucusu, hayvanın duyulanım kapasitesine başvursa da, başvurmasa da hayvanı sömürmenin neden kötü olduğunu açıklayamaz. İş dönüp dolaşıp iyinin göreliliğine gelmek zorundadır. Tanrıtanımazın “inanmama özgürlüğü” istediği gibi, hayvansever de işine geldiği gibi “inanma özgürlüğü” ister. İyinin göreliliği, aklına gelen her saçmalığı insanlara dayatmak isteyenler için modern zamanlarda üretilmiş bir geri mevzidir. Sıkışılınca geri mevziye kaçılır.
Göreliliğin ilke olduğu liberal ortamın ön doğrularını kabul edecek olursak, savlarımızı nesnelliğe dayandıramayız. Çünkü liberalliğin temel ilkesi olan göreliliği çiğnemiş oluruz. Nesnelliğe başvuracaksak Tanrı’ya da başvurmak zorundayız. Çünkü evrenin sınırları içinde ve dışında değişmemesi gereken bir gerçek vardır ve o gerçeği Tanrı’nın adıyla tanımlıyoruz. Nesnelliğe yapılan tüm göndermeler Tanrı’ya yapılmış sayılmak zorundadır. Aydınlanma sonrası Batısında göreliliğin temel yasa olması, Tanrı’yı çöpe atmanın zorunlu sonucudur. Hayvanseverlik, Tanrı’yı çöpe atmış olan Batıdan ithaldir. Tanrı’yı, Kitabı Mukaddes’i ve yeryüzünde bulunan herhangi bir kitabın Elçi sözü olması olasılığını bütünüyle çöpe atmış olan Batı, içinde düştüğü ahlaki boşluğu dogmalar uydurarak doldurmaya çalışmaktadır. Gerçek Tanrı’nın yerine koyduğu uydurma tanrılara göre, insanların hepsinden nefret ettiğini söylemenin, insanların hepsini birden aşağılamanın hoş görülmesi gerekiyor. Buna karşılık aynı tanrılar insanların bir bölümünü aşağılamanın, özellikle de dokunulmaz olanları aşağılamanın (sözgelimi Amerikalılar, Almanlar, Araplar değil de Yahudiler, kadınlar, eşcinseller gibi) “nefret suçu” olduğunu söylüyorlar. Hayvanseverlik işte bu çoktanrıcı ortamda; soykırımcıların barış ödülü aldığı, nefretin düşünce özgürlüğü olduğu, doğruyu söylemenin nefret suçu olduğu ortamda yeşerme ve kök salma olanağı bulabilmektedir.
Seküler modern batılı, önce maddesel, basit, bayağı ve yüzeysel olana yöneldi; şiddeti bağışlanmayacak günahlar arasına soktu. Öncesinde, Reform ve Aydınlanma sürecinde gerçek büyük günahları, yani Tanrı’ya sövmeyi, insanın yaşamının anlamsız, insanın değersiz olduğunu söylemeyi, küçük günah bile olmaktan çıkarmış, caiz kılmıştı. Hem Tevrat’ın hem İncil’in kesin dille yasakladığı zinayı ve eşcinselliği de caiz kılmıştı. Bunlar şiddet içermeyen, kötü sonuçları gecikmeli olarak ortaya çıkan eylemlerdir. Bütün büyük günahlar ortadan kalkınca bunların yerinin yeni büyük günahlarla doldurulması gerekti. Aslında burada bir tavuk-yumurta ilişkisi var; yani yeni büyük günahlara yer açılabilmesi için eski büyük günahların sürümden kaldırıldığını da söyleyebiliriz. Dikkat etmemiz gereken nokta şiddete, yani en temel, en hayvansal düzeyde çabucak gözlenebilen, sürüngen beyni kapasitesiyle işlenebilen veriye odaklanmış olmaları. Bu odaklanma, şiddet kavramının kapsamının genişletilmesiyle sonuçlandı. Tanrı’sını, yolunu, yönünü yitirmiş olan, yani adalet, iyilik, güzellik kavramlarının çıpasını yitirmiş olan liberal toplum şiddet sözcüğünü artık haksızlık kavramının yerine kullanmaya başladı. Eşcinsellik övgüsü yapan metinlerde, feminist söylemde, çokkültürcülük propagandasında, eşitlikçilik aşılamalarında örneklerini bolca görebiliriz. Sözlü şiddet, siber şiddet, duygusal şiddet gibi türevlerini çıkardılar. Kimsenin kimseye vurmadığı, dokunmadığı durumlarda birilerinin birilerine şiddet uygulamış olabileceğini ezberletmeye başladılar bize. Yani aslında haksızlık veya kötülük kavramının yerine şiddet adında, baştan sakat ve temelsiz (ve yanlış çeviri) olan bir kavramı sokuşturdular. Kelimeleri yerlerinden kaydırdılar. Geldiğimiz nokta şu: Sekiz milyar insanın değersiz birer pislik olduğunu söyleyebilirsiniz; ne ayıplanır, ne yargılanırsınız. Nitekim hayvanseverler bunu yapıyorlar ve hiç bir yaptırımla karşılaşmadan aramızda dolaşıyorlar. Ama örneğin bu sekiz milyar insanın içinden yalnızca Yahudilerin değersiz pislik olduğunu söylerseniz diri diri yakılırsınız. Veya bunların içinde yalnızca kadınların değersiz olduğunu söylerseniz tüye ve katrana bulanırsınız. Kendisinden nefret eden biri olarak bütün yaşamın anlamsızlığını öne sürebilirsiniz. Hatta “İnsanlar kendini yok etmeli” diyebilir, kimseden “Kendinden başla” yanıtını almayabilirsiniz; kimi hayvanseverin almadığı gibi. Ama örneğin eşcinsellerin yaşamının anlamsız olduğunu söylerseniz çarmıha gerilirsiniz. Vesaire… Bütün bu sefil ikiyüzlülüklerin, gülünç ahlaki çifte standartların altında yatan şey, iyiyi kötüden ayıran şeyin nesnelliğini yitirmesidir. İşte hayvan hakları, şiddetin kötülüğü gibi su götürür, ne eski bilgelikle, ne bilimle, ne de Tanrı elçilerinin sözüyle uyuşan yeni doğrular bu yitik nesnelliğin üzerinde yükselmektedir.
“Hayvan hakları hareketinin” veya fikrinin feminizm (çoğu kez üçüncü dalga feminizm olarak anılır) ve anti-militarizm gibi İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ortaya çıkmış olması bir rastlantı değildir. Savaş, bir yönüyle liberal demokrasi dini ile eskinin değerlerinin bir bölümünü benimsemiş olan faşizm dini arasında yapılan dinsel bir savaştır. Liberal demokrasi silahlı çatışma aşamasında üstünlük sağlamıştır. 1945’ten bugüne dek çatışmanın silahsız bölümü sürmektedir. Bunun en görünür kanıtı, Nazi veya faşist denen kişilerin, kurumların izlenip yok edilmesi çabasının sürmesi, bu fikirlerin ve hatta belli ölçüde yurtseverlik fikrinin bile özel olarak, anayasal düzeyde yasaklanması, bu fikirleri aşılayan yayınlara izin verilmemesidir. Aslında savaşın bittiği hipnozundan kurtulmak bugünkü politik ortamı büyük ölçüde açıklayacak ve büyük resmi görmemizi sağlayacaktır. Savaşın silahsız ayağı sürmektedir. Bu ayakta eskiye özgü ne varsa, tanrıcı (teist) düşünceden geriye ne kaldıysa ezip yok edilmektedir. Tanrıcı felsefenin, tanrıcı geleneklerin insanın varoluşuna verdiği anlam da bunun içindedir. Bu geniş görüngeden olaya baktığımızda, hayvan hakları fikrinin insanın varoluşuna verdiği anlamın iyiden iyiye aşınıp yok olması ile ortaya çıkan boşluğun belirtilerinden yalnızca birisi olduğunu görmek güç değildir. Türkiye ile birlikte Doğu ülkelerinin savaşın tarafı olmadığı yanılgısına düşmeyelim. Bu toplumlar silahlı çatışmaya girmeseler de Batı’nın savaşan taraflarından birine, savaş sırasında veya sonra, öyle veya böyle teslim olmuşlardır. Bunları savaşı kaybeden tarafın Allah’ın yasasına daha yakın olduğunu ima etmek için söylemiyorum. Evrensel veya “normal” veya bilimsel sandığımız şeyin geçiciliğini ve öznelliğini göstermeye çalışıyorum.
Kilise Reformu ve Batı Aydınlanması, nesnel ahlakın dayanağı olan Tanrı’nın adını lekelemiş ve ortadan kaldırmıştır. Yerine konmaya çalışılan ahlak sistemleri, Kuran’ın “uçurumun kenarına yapılan ev” veya “gevşek toprak zemin” örneklerini andıran zayıflığı, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında iyiden iyiye keskinleşmiştir. Bugünün doğruları olarak gerek havuçla, gerek sopayla dayatılan aşağıdaki önermelerin hepsi kendisiyle çelişir, hepsi kardeştir:
“Kimse benim nasıl yaşayacağıma karışamaz.”
“Konuşma özgürlüğü var ama faşizmi savunmak yasaktır.”
“Porno iyidir ama çocuk pornosu kötüdür.”
“Dört karı barbarlıktır ama zina ve eşcinsellik çağdaşlıktır.”
“Kadın ve erkek eşittir ama kadınlar kayırılmalıdır.”
“İnsan hayvandır ama hayvanın sorumluluğu yoktur.”
“Hayvanları sevmeyenler insan değildir.”
Sokak Hayvanları Mevzuatı
Hukuk öğrencilerine öğretilmeyen veya önemsiz bir şeymiş gibi üstünden geçilen bir gerçek vardır. Hukuk kuralları ve ilkeleri, yargılama mantığı, yargı organlarının yetkileri ve topluma karşı sorumlulukları, anayasa, yasama ve yürütmenin mantığı belli bir tarihi ve ideolojik taban üzerinde yükselir. Böyle de olmak zorundadır. Sözcüklere verdiğimiz anlam bile tarihsel ve düşünsel arka plandan, toplumsal deneyimden geriye kalandır.
Sekülerleşme ve Aydınlanma mitolojisini benimsemiş olan modern toplumların yasama ve yargı organlarının ekolojiden veya genel olarak bilimden, toplumun sağkalımından, yaşamın gerçekliğinden bağımsız, hurafeye dayalı idealler oluşturduğundan söz etmiştim. Konu kapsamında bu hurafelerin nasıl işlediğine kısaca bakacak olursak, öncelikle hayvan hakları kavramının anayasalarda yerinin olmadığını görürüz. Hayvan haklarını koruma niyetiyle üretilmiş mevzuat anayasalara aykırıdır. İkincisi, Türk mevzuatında hayvanın tanımı yoktur. Yapılmaya kalkılırsa iş sarpa saracaktır çünkü biyologlar bunun belirlenimci (determinist) değil, olumsal (arızî) bir tanım olduğunu söyleyecektir. Bu durumda hakları var eden çizginin nereden geçirileceği belirlenemeyecektir: Taksonometriye mi bakacağız, sinir sisteminin varlığına mı? Sinir sisteminin tanımını işlevsel mi yapacağız, yapısal mı? Milyarlarca türün duyulanım kapasitesini tek tek değerlendirecek ve uzun bir hayvanlar listesi mi oluşturacağız? Bu, olacak iş değildir.
Yasa yapıcı, bilimsel davranmayıp inançlarından yola çıkmanın en güzel örneğini vermektedir. Yasa yapıcının inançlara dayanmasını kategorik olarak yanlış ilan edemeyiz. Burada görülmesi ve kabullenilmesi gereken şey, bütün hukuki süreçlerin varsayımlara, inançlara, ahlaki öncüllere dayalı olmak zorunda olduğudur. Bu başlangıç noktalarınız sakat olduğunda saçma mevzuat üretirsiniz. Ürettiğiniz mevzuat ister istemez sizin tinselliğinizi yansıtır. Seküler hukuk diye bir şey yoktur. Kutsalın olmadığı bir insan varoluşu olanaksızdır.
Bu ikisinin dışında yasalarımızda üçüncü ve görece önemsiz bir eksiklik, sahiplik kavramının tanımının yapılmayışıdır. Sokak hayvanlarına özel mevzuat çıkarılmakta ancak sahipliğin tanımı yapılmadığı için sokak hayvanlarının sahiplerinin kim olduğu konusu belirsiz kalmaktadır.
Türkiye’de yapılan son yasal düzenleme, “et yemek amacı” dışında öldürmeyi adil olmayan öldürme olarak tanımlıyor. Yani çocuğunuza saldıran iti vurduğunuzda, tıpkı evinize giren hırsızı vurduğunuzda olduğu gibi “nefsi müdafaa” yaptığınızı kanıtlamak zorunda bırakılıyorsunuz. Çünkü çocuğunuza saldıran sokak itinin hakları olduğu varsayılıyor. Bu açık bir zulümdür. İnsan can güvenliği dışında daha pek çok meşru gerekçeyle hayvanları öldürür, öldürmelidir. Bağırsağınızdaki solucan, kafanızdaki bit, tarlanızdaki zararlı böcek, mutfağınızdaki fare ve hamam böceği, yiyeceğinize konan sinek sizi öldürmez; bunların etini de yemezsiniz. Bu ilkeye göre bunları öldürmeyi nasıl meşrulaştıracaksınız?
Bitmedi. İnsan ve insan dışı varlıkların ilişkisinde adaleti tanımlayamazsınız. Anasını yediğim buzağıya ödeyeceğim tazminat nedir? Atımın asgari ücreti nedir? Eşeğimin sağlık sigortası, sendikası olabilir mi? İtimi aç bıraktığımda baro onun adına bir avukat atayacak mıdır? Akvaryumumun su kalitesini belediye denetleyecek midir? Japon balığımın böyle bir hakkı varsa saksımdaki çiçek de toprak kalitesi için benden şikayetçi olacak mıdır? Yoğurdumdaki maya beni soykırım yapmakla suçlayacak mıdır? Elimdeki bakteri, burnumdaki virüs? “Canlılardan neyimiz eksik” diyen mobilyalarım adalet isteyecekler midir? Neresinden tutsanız elinizde kalır. Bu örnekler bugün gülünç olabilirler ancak hayvan hakları tamlaması da bir zamanlar “kadın hakları”nı alaya almak için ortaya atılmış bir şakaydı. Çoğunluğun delirdiği bir zamanda makul insanlar deli görünürler. Delinin birinin kuyuya taş atması kolaydır. Atılan taşı çıkarmak için birçok akıllı çalışır. Deliler çoğunluk ise taşları çıkarmaya akıllı azınlığın gücü yetmez.
Durum Türkiye’ye özgü değildir. Tersine, hayvanseverlik ve etyemezlik dininin Batı kaynaklı olduğu gibi bu mevzuat da Batı etkisinde, kıblesi Batı olan politikacıların eseridir. BM’nin Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde hayvanın tanımı yoktur. Hak kavramının tanımı yoktur. Bildirgede gerekçe bildirilmez, dogmatik olarak kurallar okunur, yeni ve dogmatik bir ahlak türetilir.
BM, bu dogmatik ve dinsel metni uluslararası hukuk oluşturma yetkisini kendisinde görerek oluşturmuştur. BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuk kavramı genelde şöyle savunulur: “Hukukta, genel olarak Anayasa, normlar piramidinin en üstünde gösterilir. Ancak Anayasa dahi insanlık ailesinin kabul ettiği temel hak ve özgürlüklere aykırı düzenlemeler içeremez.”
Bu önerme yanlış bir varsayım içerir. İkinci Dünya Savaşı’nı kazananların kurduğu örgüt olan BM’nin bütün insanlık ailesini temsil ettiğini varsayar. Burada iki yanlış vardır. Birinci yanlış, İkinci Dünya Savaşı’nı kazananların tarafsız olabileceği varsayımıdır. Bu konuyu Din Nedir yazımda tartışmıştım. İkinci yanlış, yalnızca uygar toplumları, yani modern endüstri uygarlığını temsil eden BM’nin insanlığın tümünü kapsadığı varsayımıdır. Avcı-toplayıcı ve çoban toplumlar yeryüzünde hala varlar. Bu toplumlar uygar olmadıkları için birer hükümetle temsil edilmiyorlar ve BM’nin işleyişinde söz sahibi değiller. Onun için BM, Homo Sapiens’i temsil etmez.
Bitmedi. Uluslararası hukuk savunuları da, aynı ülkemiz ölçeğinde yapıldığı gibi, hayvanları Homo Sapiens anayasasının bir parçası sayar. Gerçekte insanların üzerinde birleştiklerini varsaydıkları doğrular yalnızca insanları ilgilendirir.
Hayvan haklarının yasadaki yeriyle ilgili söylenecek daha çok şey var ancak dikkat çekmek istediğim nokta yasanın kendisi değil, bu yasayı oluşturan ahlaki /ideolojik taban. Yasaların burada örneklediğim doğrultuda değişmesini Kuran’a göre yorumladığımızda, bunun sözleşmeleri yerine getirmeme suçunun bileşenleri olduğunu görüyoruz. Örneğimizdeki kişisel olarak değil toplumsal olarak işlenen bir suçtur. Toplum kendine yazılı bir anayasa veya yazısız, üzerinde uzlaşılmış bir ahlak sistemi benimsemiş, sonra da bunu çiğnemiştir. Anayasanın ve yasaların insanlar ve eşya arasındaki ilişkileri düzenlemesine karar verilmiş, sonra bunların dışında üçüncü bir kategori uydurulmuştur. Kitabı Mukaddes’in Babil kulesi efsanesini anımsatırcasına dilini de yitirmeye başlamış, sözcükleri ve kavramları yerlerinden kaydırmıştır.[15] Tanrısını yitirmiş günümüz insanı yavaş yavaş dilini ve usunu da yitirmektedir. Bütün mevzuat boş sözle, Kuran’ın lağv[16] dediğiyle dolmaya başlamış, git gide çözülemez hale gelen çelişkiler yumağı yaratmıştır.
Son on beş, yirmi yılda zinayı serbest bırakarak ve domuz eti satışını yasallaştırarak Müslümanların hiç değilse geleneksel olarak korudukları ahlaklarını da terk eden Türk ulusu, hayvanlara hak biçerek Allah’ın elçilerinin öğretisinden bir adım daha uzaklaşmış ve “helak” konumuna bir adım daha yaklaşmıştır.
“Bize Bundan Başka Kuran Getir”
“Bir gırtlaktan kesen ‘dindara’, bir gazdan boğulacak kediye ağlayan ‘dinsiz’ kadına bakıyorum. Beynimde depremler oluyor.” (İhsan Eliaçık, Twitter sayfasından)
Eliaçık kuşkusuz acımanın, sevginin ne olduğunu bütün hayvanseverler gibi unutmuştur. Yavru sokak kedisinin gazdan boğulması kötü bir şey değildir veya dert edilecek kadar kötü bir şey değildir. Sağlıklı bir beyinde deprem yaratmak şöyle dursun gerginliğe bile yol açmaz. Çünkü o kedinin kimseye yararı yoktur. Deprem yaratacak bir şey varsa, yakınında ıstırap, açlık ve yoksulluk çeken, doğru söylediği için zindana atılan, az uzağında bombalar altında ölen binlerce insan varken o kadının yararsız bir kediye ağlıyor olmasıdır. Bu kadının öncelikleri, (bilinçli veya bilinçsiz olarak) kediyi insanın önüne koyacak kadar çarpılmıştır. Farkında olsa da olmasa da bu kadında insan sevgisi kalmamıştır. İnsan acılarının ikinci plana atılıp hayvan acılarını birinci öncelik yapmak insan sevgisiyle açıklanamaz. Hayvanseverler iş, besi ve ev hayvanlarına gösterdikleri sözde acımanın onda birini insanlara gösteriyor olsalardı, etten önce kahve, kakao, muz, kaju gibi ürünleri diyetlerinden çıkarırlardı. Çünkü pek çok tarım ürünü insan sömürüsüyle, bazen gerçekten zincir ve kırbaçla çalıştırılan kölelerin emeğiyle üretiliyor.[17] Modern insanın yaşam biçiminin kendini yok etmek üzere olduğu ayan beyan belli olmuşken bu yaşam biçimini hayvanseverlikle onarmayı düşünmek ise akılla açıklanamaz.
Kedi ve it, tıpkı davar ve sığır gibi insana yararlı olduğu için, insanla birlikte evrilmiş hayvanlardır. Bunların varlık nedeni insandır. Bir başka deyişle bunların varlık nedeni insana hizmet etmektir. Hizmet etmedikleri durumda, var olmaları için bir neden yoktur. Eskiden güçten düşmüş iş hayvanları serbest bırakılırmış. Serbest kalan hayvan köyde değil, kentte hiç değil, yerleşimin yoğun olmadığı yerlerde veya dağda emekliliğini bir yaban hayvanı olarak geçirip ölürmüş. İnsanla hayvan arasındaki ilişkinin ne olduğunu herkes bilirmiş. Kimse bu hayvanlar yesin diye ortalığı su kaplarıyla ve yiyecek artıklarıyla batırmaz, kimse sınırlı kaynaklarını dağa giderek hayvanları beslemek için tüketmezmiş. Çünkü bu hayvanların var oluş nedeninin insanla kurdukları yarar ilişkisi olduğu bilgisi, toplumsal gerçeklikte sabitmiş.
Bugünkü uygar insan kuşağı kesinlikle yeryüzünün gördüğü en cahil kuşaktır. Kendisini tanımlamayı bile becerememektedir. Yalnızca kim olduğunu değil, NE olduğunu da unutmuştur. Kendini hayvandan ayırt edemeyecek denli zavallıdır. Bir Amazon yerlisi, bir Aborijin veya bir Pigme okuma yazma bile bilmez ama cahil değildir, bilgisiz değildir. Çünkü kendi yaşamını binlerce yıl sürdürebilmesi için gereken bilgiyle donanmıştır; daha fazlasına gereksinimi yoktur. Modern insan ise kendisine gerekli olan yığınla bilgiye sahip değildir. Bu bilgi yığını ancak sayılı, seçkin bir azınlığın erişimindedir. Sekiz milyarlık kalabalık içinde %99’un üzerindeki çoğunluk, onurlu ve ahlaklı, yani “sürdürülebilir” bir yaşam sürebilmesi için gerekli olan bilgiden yoksundur. Çoğunluğun bilgi düzeyi, modern yaşamın yüksek karmaşıklığının gerektirdiği düzeyin çok altındadır. Bildiğimiz kadarıyla tarihte böyle bir dönem hiç yaşanmamış. Görebilenler, doğanın böylesine şiddetli bir yetersizliği, yetersiz olan canlı topluluğunu yok ederek cezalandıracağını biliyorlar. İşte hayvanseverlik dediğimiz budala nefret ideolojisi, tıpkı sekülerlik, liberalizm, feminizm, anti-militarizm, ilerlemecilik, bilimcilik gibi mahşerin atlılarından biridir.
Eliaçık, Gaia dergisine verdiği, aşağıda bir parçasını alıntıladığım röportajda feminizm, eşcinsellik, hayvanseverlik ve etyemezlik konularında kendisine sorulan sorulara “orta yolcu” bile sayılamayacak, bilinen kesimin onayını arayan yanıtlar veriyor. Yakın gelecekte bu eğilimin artmasına ve Kuran’ın feminist çeviri ve yorumları gibi, havansever yorumlarının piyasaya çıkmasına hazır olun.[18]
“Sokak hayvanlarına mama veriyoruz, bize bağışta bulunmak ister misiniz? Vergiden düşebiliyorsunuz.”
Ekonominin ölçtüğü tek şey insan emeğidir. Ekonomik ölçü birimleri, insanların birbiri için ürettikleri emekten fazlasını ölçmez. Kendiliğinden biten ve yalnızca toplanarak pazara getirilen yaban bitkisi, kesilerek marangoza getirilen ağaç, yoğun emekle üretilen kültür bitkisi, yerin altından veya üstünden çıkarılıp işlenen maden, arazi, yer altı ve yer üstü suyu ve öbür her şey buna dahildir. Petrolün fiyatı, onu var etme işinin karşılığı değil, onu yerin altından çıkarıp teslim noktasına getirme emeğinin fiyatıdır.
Yaşamı sürdürmeye yetecek ekonomik üretimden fazlasına artık değer denir. Uygarlıkların yükseliş dönemleri toplam artık değerin pozitif olduğu dönemlerdir. Endüstri kapitalizminin on altıncı yüzyılda başlayan yükselişi başlıca iki girdiye dayanır. Birincisi, sömürgeleştirilen toprakların tarım ürünleri ve buralardaki halkların köleleştirilmesidir. Bu süreç bitmemiştir. İkincisi, fosil yakıtın yaygın kullanıma girmesidir. Bu süreç İngiltere’de kömürün çıkarılmasıyla başlamıştır. Endüstri devriminin İngiltere’de başlaması rastlantı değildir. Buhar makinesini var eden şey James Watt’ın emeğinden çok kömürün varlığıdır. Aşağıdaki üç grafik, endüstriyi ve dolayısıyla modern yaşamı var eden şeyin fosil yakıt olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
GSMH grafiğinde 15. ve 16. yüzyıllarda grafikte görülen birinci yükselme Avrupa’nın sömürgeciliğe başlamasına denk gelir. 19. yüzyılda başlayan ikinci ve daha dramatik yükseliş ise önce İngiltere’de, sonra bütün Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da kömürün kullanılmaya başlamasına denk gelir. Hemen ardından petrol ve son olarak doğalgaz buna eklenmiştir.
Dünya ekonomisinin büyüme grafiği ile fosil yakıt kullanımı arasındaki korelasyon açık seçiktir. Büyüme için artık değer üretilmesi gerekir. Artık değerin birkaç yüzyıldır durmadan artmasının öncelikli ve en büyük nedeni bildiğimiz kadarıyla tarihte ilk kez yaygın olarak kullanılan fosil yakıttır. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Modern çağda üretildiğini gördüğümüz ve muhasebe defterlerine, banka hesaplarına, borç senetlerine işlediğimiz artık değer, neredeyse yalnızca fosil yakıttan gelmektedir.
Kimi kentli, yalnızca yakın çevresiyle ilgilenir. Kendi ürettiği veya kendi payına düşen artık değeri harcayacak, paylaşacak ihtiyaç sahiplerini çevresinde görmez; kendisi gibi herkesin tuzu kurudur. Azıcık uzağa ise bakmaz veya uzağı görmek istemez. Bu durumda elindeki artık değeri sevimli, sıcak ve tüylü şeylerle paylaşmaya başlar. Git gide yalnızlaştığı, git gide sevgi ve özgecilik yoksunu olduğu yaşamında elindeki fazlalığı paylaşma (Ar. infak) olarak tanımlanabilecek tek eylemi bu olduğunda, buna gereğinden fazla değer biçer. Bunu kendi üstünlüğü sanmaya başlar. Bir de sekiz milyarın hepsini kendisi gibi tuzu kuru sanıyor ise, bunu yapmayanları aşağılamaya başlar. Bu tutum aynı zamanda gezegeni, ülkeyi, bölgeyi, kenti paylaştığı yoksul ve yoksun insanlara “Şu it kadar umurumda değilsiniz” mesajı vermenin dolaylı bir yoludur. Sözlü ve sözsüz hiçbir iletişim parçası uzay boşluğunda yok olmaz; karşılığı bir biçimde ödenmek üzere kalıcıdır.[19]
Güvenli kozasında yaşayan tuzu kuru kentli, yalnızca fosil yakıtların varlığında üretilebilecek olan soya kıyması, badem sütü, vitamin takviyesi vb. pahalı gıdalar hayvansal proteinin ve damak tadının eksikliğini enikonu giderir göründüğünde, et yememe lüksünü edinme olanağı bulur. Elindeki bu olanakların saman alevi gibi gelip geçici ve sekiz milyarlık kalabalığın içinde ancak çok çok dar bir nüfusa özgü olduğunu görmez; görmek istemez. Yalnızca kendi yaşamına özgü olan şeylerin evrensel olduğunu düşünmeye başlar. Böyle düşünmek benliğini okşar.
İşte bildik hayvansever davranışını ortaya çıkaran koşulların özü budur. Fizik yasaları her şeye egemendir. Ahlak dediğimiz şey de fizik yasalarıyla açıklanabilir. Ahlak yasaları, fizik yasalarından ayrı bir evrende, ayrı bir düzlemde çalışan kapalı devre bir sistem değildir. Sistem bir bütündür. Yerçekimi yasası neyse ahlak yasası da odur. Hepsi Allah’ın yasasıdır ve hepsi mutlak egemendir. Pazarlığı yapılamaz, esnetilemez. Evreni oluşturan nedensellik kumaşında bir delik veya yırtık bulunamaz[20].
Fosil yakıtlar tek kullanımlık, yani yenilenmeyen kaynaklardır ve tükenme sürecine girmeleriyle birlikte artık değer üretimi azalacaktır. Artık değer üretilememeye başladığı noktada ise küçülme başlayacak, dünya ekonomisi kendi kendini tüketmeye başlayacaktır. Tıpkı uzun süre aç kalan bir memeli vücudunun kendi proteinlerini yani kaslarını tüketerek zayıflaması gibi. Bu bildik hayvansever davranışı, hayvanseverin içinde yaşadığı kentsel kozada da artık değer üretiminin düşmeye başlamasıyla fizik yasalarının duvarına çarpacak ve uyumsuzluğu, uygunsuzluğu gittikçe daha görünür hale gelecektir.
İte, kediye sağlanan barındırma, besleme ve sağlık hizmeti, sahip olunan artık değerin insanlarla paylaşılmayıp toprağa gömülmesidir. Bir işe yaramayıp yalnızca insanın sırtına kambur olan bu hayvanları besleyenler paylaşmama ve savurganlık etme suçunu işlemekteler.[21]
Etyemezliğin Takıyeciliğinin Özeti
Bütünüyle bitkisel beslenmenin doğruluğunun bilinmesine “et lobisinin” engel olduğunu düşünüyorsan, hayvanlardan ve beslenmeden çok daha büyük sorunların var demektir. Lobiler topluma bu kadar egemen olduysa beslenme tercihlerini belirlemekle kalmayıp nasıl yaşayacağına baştan aşağı karar veriyor olabilirler. Yarın üçüncü dünya savaşını da başlatacak olabilirler. Böyleyken senin öncelikli derdin “hayvan hakları” mıdır? Gücü yetenin kendi doğrularını dayatmasıyla ve farklı yaşam biçimlerine yaşama hakkı tanımamasıyla bir kavgan yoksa, yarın senin lobin yeterince güçlendiğinde kendi dinini çekinmeden topluma dayatacaksın demektir.
Besi hayvancılığının enerji savurganlığına, toprak erozyonuna ve “küresel ısınmaya” neden olduğunu düşünüyorsan, hayvanlardan ve beslenmeden çok daha büyük sorunların var demektir. Sekiz milyar insan yarın sabah bitkisel beslenmeye başlasalar bu sorunlar onda bir oranında bile azalmayacaktır.
Derdin hayvanın “haklarıysa” protein kaynağı olan leşi neden ayrı bir sınıf olarak değerlendirmiyorsun? Leş yemeyi neden yasaklıyorsun?
Derdin acıyı azaltmaksa, şu anda yeryüzünde sürmekte olan on dört, on beş savaş, zincirli, kırbaçlı binlerce köle, otuz milyon kanser hastası, depresyondan çeken iki yüz milyonun üstünde insan varken; ülkende yüzlerce yurtsever, temiz yurttaş suçsuz yere hapiste sürünürken, her iki çiftten biri beş yıl içinde boşanır ve çocuklarını birer ruh hastası olarak büyütürken senin vicdanını yaralayan davarın, sığırın, itin acısı mıdır?
İnsanın Hayvana Nasıl Davrandığı Ahlakın Konusu Değil Midir?
Ahlakın konusu insanın insana ettiğidir. İnsanın her eylemi, görünürde taşa, ota veya ite yönelmiş de olsa içinde bulunduğu topluma yönelmiştir. Modernizm bize “Başkalarına zarar vermediği sürece kişi dilediğini yapabilir” diyerek yalan söyler. Hiç kimse dokunulmaz değildir. Herkesin yaptığı her şey, herkesi ilgilendirir. Liberalizmin “Bana karışamazsın” sloganı kendini kuyruğunu yiyen yılan gibidir. Çünkü bu slogan başkasına karışmakta ve ona nasıl yaşaması gerektiğini söylemektedir! Kişinin kendine yaptıkları bile herkesi ilgilendirir. Liberallerin hiçbiri intihar eden kişiyi kurtarıyor olmamızı bir çelişki olarak görmüyor çünkü herkesin herkese karışması gerektiğini biliyorlar. Yalnızca üzerini örtüyorlar.
Bu temel ilkeyi anımsadıktan sonra insanın hayvana ettiğinin ancak toplumsal sonuçları nedeniyle ahlakın konusu olabileceği sonucuna ulaşırız. Azınlığımızın ulaştığı bilinç düzeyi, insanın yaban hayvanına davranışının ahlakın konusu olması gerektiğini görmeye yeter. Çünkü yaban yaşamı veya biyosfer, kadastro veya ülke sınırlarıyla ayrılmamıştır ve tek parçadır. ABD savaş gemisinin sonar sisteminin delirttiği balinalar okyanus kıyısına vurduğunda bundan Rizeli balıkçı da zarar görür, başkaları da. Burada gözetilmesi gereken balinanın hakkı değil, insanları hakkıdır. Balinanın hakkından söz etmek, ancak ucu insanlara dokunan eylemleri yargılayabilmek için söz konusu olabilir. Ama bu terimle konuşmak sakıncalıdır çünkü bu derinliği bilmeyen genç kuşaklar balinanın gerçekten hakları olduğunu düşünmeye başlayabilir.
Hayvanların hiçbir hakları yoktur. Bir hayvana gereksiz yere zarar veren veya onun yaşamını öbür insanları kötü etkileyecek biçimde değiştiren kişi, ancak insanların haklarını çiğnediği için, daha doğru ifadeyle insanlara kötülük ettiği için durdurulmalıdır. Otel yapmak için orman yakan kişi, o ormandan yararlanan sırasıyla yakındaki halka, uzaktaki halka ve sekiz milyarın hınca hınç doldurduğu kürenin genelindeki insanlara haksızlık etmiştir, ağaçlara değil. Ağaçların hakları yoktur. Cansızın da, canlının da hakkı ve sorumluluğu yoktur.
Sorumluluğu göklere, yeryüzüne ve dağlara verdik; onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Aslında o, çok haksızlık yapar; çok bilisizdir. 33:72
Dağa haksızlık etmek olanaklı değildir. Haksızlık ancak insana edilir. Hayvanlara nasıl davranılması gerektiği yalnızca bu gözle değerlendirilebilir ve ahlakın konusu yapılabilir. Bu ilkeyi hemen sokak hayvanlarına uyguladığımızda, onların varlıklarının sürdürülmesi için herhangi bir gerekçe bulamıyoruz. Çünkü bütün canlıların ve cansızların insanla ilişkisi yarar üzerine kuruludur. Sokak hayvanlarını sürdürmek, topluma kötülük etmektir.
İlkeyi yararlı hayvanlara uyguladığımızda farklı bir sonuç ortaya çıkmaz. İnsan, doğası gereği hayvan kaynaklı besine muhtaçtır. Tanrı’yı inkar ediyorsanız evrimin onu böyle yarattığını kabul etmek zorundasınız. Tanrı’yla kavgalı değilseniz Tanrı’nın yürüttüğü evrim sürecinin onu böyle yarattığını kabul etmek zorundasınız. Sonuç değişmiyor. Bu konuda biyolojik ve tıbbi kanıtları burada uzun uzun sunmayacağım. Size tavsiyem, dersinize çalışın ve insanın hayvansal besine gerek duymadığı biçimindeki etyemez propagandasının boş olduğunu kendi çabanızla görün.
Burada bir parantez açıp yarar kavramını pragmatistlerin kullandıkları gibi anlık yarar anlamında kullanmadığımı, kalıcı iyilik, gönenç, esenlik ve dirlik yaratacak yarar anlamında kullandığımı hatırlatayım. Bu yazıda ve önceki yazılarımda Allah’ın yalnızca insanın yararına veya iyiliğine olanı buyurduğunu pek çok Kuran ayetiyle doğrulamıştım.
Hayvanları kullanmak onlara kötülük etmek demek değildir. İnsan dışı varlıklar için iyilik ve kötülük yoktur. Bu kavram dünyası insanlara özgüdür. Hayvanlar ve öbür canlılar birbirlerini sürekli korkuturlar, yaralarlar, öldürürler, yok ederler ve bunu acı çektirerek de yaparlar. Bu durumda birbirlerine “haksızlık” veya “kötülük” etmiş olmazlar, bu kavramlar ahlakın konusudur. İnsan olmayanın ahlakı olmaz. Bir ceylanı acı çektirerek öldürmek ve yemek üzere olan bir aslanı durdurmaya çalışmak kadar budalaca bir şey olamaz. Yemeyeceği halde fareyi yaralayıp onunla oynayan kediyi cezalandırmak kadar cahilce bir şey olamaz. Bu şiddetli cahillik ve budalalık herhalde ancak modern zamanlara özgü olabilir, tarihte görülmemiştir. Yaygın olarak görülmesi, o toplumun sonunun habercisidir.
Doğanın yasası birdir. Ahlak yasası ayrı, yerçekimi yasası ayrı kategorilerde değildir. Yerçekimi yasası gözetilmeyen davranışların sonucu hemen, çoğunlukla saniyeler ve dakikalar içinde alınır. Kimya yasaları gözetilmeyen davranışların sonucu saatler içinde alınabilir, zehir içmek gibi. Ahlak yasaları gözetilmeyen davranışların sonuçları yavaş gelişir; kimi zaman kuşaklara yayılır. Örneğin zinanın baskılanmadığı toplum bir süre sonra başarılı evlilikler gerçekleştirememeye başlar, bugün gözlediğimiz gibi. Aradaki temel fark yasanın işleme hızındaki farktır. Kesintisiz nedensellik bağları hepsinde de bulunur. Ahlakını doğanın yasasına uyumlu yapamayan toplumların yok olması evrimin gereğidir; Tanrı’nın buyruğudur.
Burada yapılan çıkarımlarda insanın doğa ile veya hayvanlarla uyum içinde yaşaması bilincini oluşturmaya engel olacak hiçbir şey yoktur. İster istemez böyle bir izlenime kapılmış olabilecek olan okurlar olabilir. Bu izlenimin nedeni ağır liberal propaganda altında oluşumuzdur. Kişinin kendi bedenindeki acılar ve hazlar, bedeninin dışında algılayabileceği acılar ve hazlarla karşılaştırıldığında kuşkusuz daha güçlüdür. Yaratılışımız /tasarımımız böyledir. Bunu yok sayacak ve kişinin benliğini unutması gerektiğini söyleyecek değiliz. Acı ve zevk gerçektir; kişiyi kendine öncelik vermeye zorlar. Bencillik de her duygu gibi gerçektir ve ölçülü yaşanması gerekir. Modern zamanlarda unuttuğumuz bir kavramdır ölçü. Kapitalizm, komünizm, faşizm, özgürlükçülük, feminizm hep ölçüyü inkar eden ideolojilerdir. Bireyle toplum arasındaki sağkalım ilişkisinin bir benzeri, neredeyse aynısı insanla öbür türler arasında vardır. İnsan bireyi ancak toplum içinde sağ kalabildiği gibi, insan türü ancak sayısız türün oluşturduğu biyosferin içinde sağ kalabilir. Bu gezegenin dışında gidecek bir yer yoktur. İnsan dışı türler yaşatılmalıdır ve bunun biricik nedeni insanın sağkalımının buna sağlı oluşudur. Bu ilişkiyi özümsemiş kişinin insan dışı türler için saygı, hak, hukuk, adalet gibi kavramlar kullanması beklenmez. Kedinin yemeyeceği halde öldürdüğü fare, kendisine yapılan saygısızlıktan veya haksızlıktan veya adaletsizlikten veya kedinin ahlaksızlığından yakınmaz. Bu kavramlar yalnızca bunları anlayabilen türler içindir. Bu ilişkiyi özümsemiş sağlıklı bir toplumun mitolojisinde hayvanseverliğe veya “türcülük” karşıtlığına yer yoktur. Bu gezegen, her canlı türünü olduğu gibi insanı da emzirerek sağ tutan, hem canlı hem cansız bileşenlerden oluşan dev bir inektir. İneği emmenin ahlaksızlık olduğunu söyleyenler insanlığı intihara çağırıyor demektir. Sözlerinin eri iseler savunduklarını uygulamaya kendilerinden başlamalıdırlar. İneğin sağlığını bozacak işler yaptıklarında insanları ineği iyileştirmeye çağırmak için zırva mitolojilere gereksinimimiz yoktur; sağkalım ilişkisinin bilincine varmamız yeterlidir.
Petrol gibi cansız nimetler de, tekhücreliler, bitkiler, hayvanlar gibi canlı topluluklar da insanı var edip hayatta tutan bütünün parçalarıdır. Bütünün bir parçasına dokunulmazlık yakıştırarak insanların kafasını bulandıranlar, sistemi bir bütün olarak algılamayı zorlaştırmaktadırlar. Eğer ortada ölümcül bir tehlike varsa bu, sistemin her bileşenine yönelmiş bir zayıflatma ile ortaya çıkmaktadır. Cansız fosil yakıt kaynakları sorumsuzca, kalıcı bir iyilik ortaya çıkarmadan tüketilmektedir. Bu, insanın sağkalımını tehlikeye atar. Fotosentez yapan bitkileri ve okyanus tekhücrelileri azalıyor. Bu, insanın sağkalımını tehlikeye atar. Hayvan türlülüğü azalıyor. Bu, insanın sağkalımını tehlikeye atar. Cansız ve canlı bütün kaynakların oluşturduğu yaşam destek sistemi arızalanmaktadır. Bu sistemin içindeki bileşenlerin bir kaçını ayrıcalıklı kılmanın kimseye bir yararı yoktur. Bu ancak resmin bir bölümünü öne çıkarıp kalanı perdeler, büyük resmi görmeyi engeller. İnsana “tutsak” olan ve olmayan bütün hayvanlar hem biyosferin bütününün sağ kalımına hizmet ettiği gibi, insanın sağ kalımına hizmet eder. Hayvanların bir bölümüne ayrıcalık tanımanın veya biyosferin hayvanlar olarak adlandırdığımız bir bölümüne ayrıcalık tanımanın nesnel bir dayanağı olamaz.
Bütünü anlamayanlar, “hayvan”ın tanımının belirsiz olması karşısında çaresizler. Hidra, sünger, şakayık, fotosentez yapan yumuşakçalar, tekhücreli kolonileri gibi türlerin hayvan mı, bitki mi olduğu tartışmalıdır. Hayvanla bitkiyi ayıran ölçüt olumsaldır, yani atanmıştır, varsayılmıştır. Belirlenimci bir sınır yoktur. Üstüne üstlük canlıyla cansızı ayıran sınır bile belirsizdir; virüslerde görüldüğü gibi.[22] Sınırlı seçenek safsatası içeren soruları yanıtlamaya çalışanlar, cansızlar ve canlılardan oluşan bütünün nesnel olarak tanımlanamayan bir parçasına kutsallık yakıştırarak insanların kafasını bulandıranlar, sistemi bir bütün olarak algılamayı zorlaştırmaktadırlar. Bunun tersi de geçerlidir. Yani bütünün bir parçasına keyfi dokunulmazlık yakıştıranlar, sistemi bir bütün olarak anlamayanlardan çıkar. Hayvanseverlerin hayvanlar hakkında en cahillerimiz oldukları gibi, ekosistem hakkında en cahillerimiz oldukları da söylenebilir.
Son olarak, bir hayvana gereksiz yere acı çektirmenin neden kötü olmak zorunda olduğu ile ilgili birkaç şey söyleyeyim. Kötülük kavramı modernist zihinlerin sandığı gibi kişinin başkasına yaptıkları kapsamında anlaşılamaz. Kişinin kendisine yaptığı da kötülük olabilir. İntihar kötülüktür örneğin. Özgürlükçü söylemin iddiasının aksine, herkesin yaptığı her şey, herkesi ilgilendirebilir. Bu düzeltmeyi yaptıktan sonra, görece yalıtılmış bir ortamda baş başa bulunan bir kişinin bir hayvana verdiği gereksiz acının başkasına değilse bile kendisine zarar verebileceğini anlamamız gerekir. Sıcakkanlı hayvanların çoğu acı çeker ve acıya insanınkine az çok benzeyen görünür tepkiler verirler. Acı gösterisine duyarsızlaşmak insanın başına gelebilecek olan kötü şeylerden biridir. Vicdan körelmesi denebilir, moda deyimle empatinin yitmesi denebilir… Bu basit çözümlemeyi yapabilmek için hayvan hakları diye bir kavram türetmeye gerek yoktur. İyinin iyi, kötünün kötü olduğunu mantıklı olarak açıklayabildiğimiz durumlarda bile, hayvansever, seküler çağda türetilmiş mitolojilere başvurmaktadır. Bu, sekülerlikle birlikte ortaya çıkan ahlaki görelilik ilkesinin bir ikramiyesi olsa gerek.
***
Böylece etyemezlik davranışının tek gerçek güdülenmesi olan hayvan hakları kavramını ve hayvanseverlik ideolojisini çözümlemiş bulunuyoruz. Şimdi, Kuran’ın doğruları ışığında vereceğimiz yargıyı bu taban üzerine oturtabiliriz.
Devam edecek.
[1] Kuşkusuz, nankörlük edenlerin malları ve çocukları Allah’ın karşısında asla yarar sağlamaz. Ateşin yakıtı da işte onlardır. 3:10
Onların malları ve çocukları, artık seni imrendirmesin. Allah, bunlarla, dünya yaşamında onları cezalandırmayı ve canlarının nankörler olarak çıkmasını istiyor. 9:55
Allah, bir kenti örnek veriyor: Güven ve dirlik içindeydi; her taraftan bol yiyecek gelirdi. Yine de Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah, yaptıklarına karşılık zorlu bir açlık ve korku yıkımını onlara tattırdı. 16:112
“Onlardan gücünün yettiğini sesinle ayart; atlıların ve yayalarınla onların üzerine çullan; mallarına ve çocuklarına ortak ol; onlara türlü sözler ver!” Oysa şeytan onları aldatmaktan başka söz vermez. 17:64
Derler ki: “Sen tüm yakıştırmalardan ayrıksın. Senden başka dostlar edinmek bize yakışmaz. Fakat onları ve atalarını öylesine geçindirdin ki, öğretiyi unuttular ve yıkıma uğrayacak bir toplum oldular!” 25:18
Allah, kullarına bol geçimlik verseydi yeryüzünde kesinlikle azıtırlardı. Fakat o, dilediği ölçüde gönderir. Kuşkusuz, o, kullarından Haberlidir; Görendir. 42:27
Zaten insanlar bir tek topluluk durumuna gelecek olmasalardı, Bağışlayana nankörlük edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve yükselecekleri merdivenler yapardık. 43:33
Malları ve oğulları olduğu için. Ayetlerimiz ona okunduğu zaman, şöyle dedi: “Öncekilerin söylenceleri!” 68:14-15
[2] “Akıllı İşaretler Kodlayıcı Uygulama Rehberi” içinde Prof. Dr. Ferhunde Öktem, “Akıllı İşaretler Sınıflandırma Sistemi” Akademik Çalışma Altyapısı, s.20.
[3] Hayvanın tanımının yine yapılmadığına dikkat ediniz. Örneğin sivrisinekler RTÜK’ün hayvan tanımına dahil değildir, beden bütünlüklerinin korunması gerekmez.
[4] Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar… 4:34 (Yaşar Nuri Öztürk)
Erkekler, kendilerinin bir bölümünü, diğerlerine, Allah’ın üstün yapması ve mallarından harcamaları nedeniyle kadınları kollayıp gözetirler. Erdemli kadınlar, saygılı ve Allah’ın koruduğu gizliliği gözetenlerdir… 4:34 (Ali Rıza Safa)
Ayette “üstün kılmak” olarak çevrilen “faddala” eyleminin doğru Türkçe karşılığı kayırmaktır. Haksız yere kayırmak değil, yalnızca kayırmak. Yani fazladan verilmiş olmak. Türkçedeki fazla sözcüğü de aynı kökten gelir. Ne ilginçtir ki ayet erkeğe fazladan sorumluluk yüklerken, aynı zamanda fazladan hak da vermesi gerektiği inkar ediliyor. Sekülerliğin türettiği karşılıksız hak kavramının ve kadın üstünlüğü (feminizm) ideolojisinin etkisi altındaki yorumcular, güneşi balçıkla sıvıyor ve ayette apaçık kurulan, gerekçesiyle bildirilen hak ve sorumluluk bağını örtüyorlar.
[5] “Acı” ve “sinirbilim” terimlerinin üzerinde uzlaşılmış tanımları olmayabileceğini gösteren ilginç bir örnek: Michael Pollan, The Intelligent Plant, The New Yorker, 23 Aralık 2013 sayısı, s.92. http://www.newyorker.com/reporting/2013/12/23/131223fa_fact_pollan
[6] http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=dnw
[7] http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=Axr; http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=bqy
[8] Sigmund Freud, Totem and Taboo (Totem ve Tabu), Routledge Classics, 2001, s.147.
[9] Colin Turnbull, The Forest People: A Study of The Pygmies of The Congo, Touchstone Book, 1961, s.101-102. Kitapta, Pigmelerde hayvanların aşağılık ve insandan farklı olduğu bilincinin olduğu anlaşılıyor.
[10] Robert S. G. Fletcher, British Imperialism and ‘The Tribal Question’, Oxford University Press, 2015, s.142.
[11] Lars Ivar Hansen, Bjornar Olsen, Hunters In Transition: An Outline of Early Sami History, Brill, 2014, s.120-121.
[12] R.B. Hassrick, The Sioux, Norman, 1964, s.167’den akt. R. Murray Thomas, Manitou and God: North-American Indian Religions and Christian Culture, Praeger, 2007, s.40.
[13] http://infogalactic.com/info/Haber_process
[14] Gerald Nosich, Disiplinlerarası Eleştirel Düşünme Rehberi, Çev. Birsel Aybek, Anı Yayınları, 2016, s.13.
[15] Eski Ahit, Yaratılış 11:1-9.
[16] http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=lgw
[17] Kölelik uygarlıkla birlikte ortaya çıkmış ve hiçbir zaman yeryüzünden silinmemiştir. Birkaç örnek vermekle yetineceğim. Başlangıç için https://www.npr.org/sections/thesalt/2013/06/19/193548623/why-slave-labor-still-plagues-the-global-food-system adresindeki kaynaklara göz atabilir, The Dark Side Of Chocolate belgeselini izleyebilir, antislavery.org sitesini ziyaret edebilirsiniz. “Köleliğin olmadığı yerde /zamanda Kuran’ın kölelikle ilgili ayetleri nasıl evrensel olabilir?” veya “Kuran köleliği neden kaldırmadı?” sorularını soranlar ve sorudaki yanlışı düzeltmeden yanıtlayanlar dünyadan habersizdirler.
[18] Oysa ayetlerimiz onlara açık kanıtlarla okunduğunda, bize kavuşacaklarını düşünmeyenler şöyle dediler: “Bundan başka bir Kuran getir veya onu değiştir!” De ki: “Onu benim değiştirmem olacak şey değildir. Ben, yalnızca bana bildirilene bağlı kalırım. Kuşkusuz, Efendime karşı gelirsem, Büyük Gün’ün cezasından korkarım!” 10:15
Seni güçlendirmiş olmasaydık gerçek şu ki onlara biraz eğilim gösterecektin. O zaman yaşamın ve ölümün acılarını katlayarak sana tattırırdık. Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı bulamazdın. Bu yerden çıkarmak için seni sıkıştırıyorlar. İşte o zaman, senden sonra kendileri de az bir süreden başka kalamazlar. Senden önce gönderdiğimiz elçiler için de yasa budur; yasamızda bir değişiklik bulamazsın. 17:74-77
[19] “Ey oğul! Kuşkusuz, bir hardal çekirdeği ağırlığında da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde veya yeryüzünde de olsa, Allah onu getirir. Kuşkusuz, Allah En İnce Ayrıntılarla Gerçekleştirendir; Haberlidir!” 31:16
Yeniden Yaratılış Günü’nde adalet tartıları koyarız. Artık kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal çekirdeği boyutunda bile olsa onu getiririz. Çünkü Hesap Gören olarak biz yeterliyiz. 21:47
[20] O, yedi gök katını tam bir uyum içinde yaratmıştır. Bağışlayanın yaratışında bir aksaklık [tevafut] göremezsin. Haydi, bakışlarını çevir; bir çarpıklık [futur] görüyor musun? 67:3
[21] http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=nfq
[22] Acı çeken ve çekmeyen hayvanlar ayrımını uzun uzun tartışmaya gerek duymuyorum. Bu ayrımı yapmaya çalışan etyemezler dürüst değiller çünkü acı çekmediği kesin olan milyonlarca hayvan türünü yenmesini helal ettikleri yiyecekler listesinde asla bulamayız. Hayvan hakları savunucusunun derdi kesinlikle hayvanın acı çekmesi değildir. Acısız muamele gibi bir talepleri bulunmamaktadır. Var gibi görünüyorsa bu, yaptıkları takıyenin bir parçasıdır. Hayvan hakları savunucusunun derdi insanın üstünlüğü bilincini alaşağı etmektir. Bkz: Gary L. Francione, Rain Without Thunder: The Ideology of Animal Rights Movement, Temple University Press, 1996, s.27. Öte yandan Peter Singer, ülkemizde de yayınlanan hayvanseverliğin “temel eserinde” hakların tanımının gereksiz olduğunu, bu söylemin bir “politik kestirme” olduğunu, önemli olan ayrımın acı çekmek olduğunu söyler. Bkz: Peter Singer, Animal Liberation (Hayvan Özgürleşmesi), HarperCollins, 2002, s.8. Singer buna karşılık “acı çekmediği için yenebilecek hayvanları” sıralamaz. Konuyu bire bir tartışmak isteyen, katmerli bir ikiyüzlülük ve takıye silsilesiyle baş başadır.
Selim abi feminizmin tam olarak ne olduğu ve asıl amacının ne olduğuyla alakalı bir yazı yazmayı düşünebilir mısın ?
Yakın zamanda zor. Şimdilik şurayı takip edebilirsiniz: feminizmnedir.com İngilizce okuyabiliyorsanız kitap önerebilirim.
Şimdilik “Etekli İktidar” ve “Erkek Olmanın Tehlikeleri” kitaplarına bir göz atın.
Diğer İngilizce ve Türkçe kaynakları da paylaşır mısınız
Önerebileceğiniz diğer İngilizce ve Türkçe kaynakları da paylaşır mısınız
The Myth of Male Power, Warren Farrell, 2001
The War Against Boys: How Misguided Feminism Is Harming Our Young Men, Christina Hoff Sommers, 2001
Okunacaklar listemde olup okumadıklarım:
The Fraud of Feminism, Ernest Belford Bags, 1913
The Decline of Males, Lionel Tiger, 1999
Save the Males: Why Men Matter Why Women Should Care, Kathleen Parker, 2008
Does Feminism Discriminate Against Men?: A Debate, Warren Farrell and James P. Sterba, 2007
Spreading Misandry: The Teaching of Contempt for Men in Popular Culture, Paul Nathanson and Katherine Young, 2006
Domestic Violence: The 12 Things You Aren’t Supposed to Know, Thomas B. James, 2003
Bunların yanında algı yönetimi, propaganda ve basının yönlendirme teknikleriyle ilgili her yayın feminizmle mücadelede yararlıdır çünkü her büyük yalan gibi feminizm de basının yarattığı hipnozla var olabiliyor.