Bu yazıda “Tanrı’nın Öyküsü” (Story Of God) belgesel dizisini inceleyeceğim. Uzunca bir yazı olmak zorunda kaldı çünkü belgeselde yoğun bilgi var ve bu bilginin içindeki eğriyi ve doğruyu dikkatlice ayırabilmenin bir Kuran bağlısı için önemli olduğunu düşünüyorum.
Belgesel dizisi 2016, 2017 ve 2019 yıllarında ABD şirketi National Geographic’in televizyon kanallarında yayınlanmış. Ülkemizde aynı şirketin Türkçe kanallarında “İnancın Hikayesi” adıyla yayınlanmış. DVD’si de satılıyor. Yalnızca 2016’da yayınlanan altı bölümü değerlendireceğim.
Belgesel dizisinin tanıtım cümlesi şöyle: “İyi veya kötü, dinin gücü inancımız ne olursa olsun yaşamımıza dokunuyor. Bu, Morgan Freeman’ın inanışlarımızın bizi nasıl birleştirdiğini keşfetmek için yolculuğu.”[1] Bu cümleler daha filmi izlemeye başlamadan bir fikir veriyor. Farklı inançların bir arada bulunabileceği safsatasına bizi biraz daha ikna etmeye çalışacak gibi görünüyor. Dinin iyi ve kötü etkilerinden söz ettiğine göre bu etkileri çözümleyecek olabilir. Veya tam tersi, iyisini kötüsünü hiç ayırmadan hepsini aynı sepete atacak ve yargılamaktan kaçınacak olabilir. Eğer bizi safsataya ikna etmeye çalışıyorsa ikincisini yapacak, iyiyi ve kötüyü aynı sepete atacaktır.
Birinci Bölüm: “Ölümün Ötesi”
İlk bölümün konusu, bize yazarın kafasındaki “din” (İng. religion) kavramıyla ilgili önemli bilgi veriyor. Tanrı deyince yazarın ilk aklına gelen şey veya izleyicinin ilk aklına geleceğini düşündüğü şey ölüm ötesi oluyor. Bu demektir ki yazarın kafasında belli bir Tanrı imgesi var, onun öyküsünü yazmaya çalışacak. Başta türlü de olamaz zaten. Bunları “dinlere eşit uzaklıkla olmak”, “herhangi bir dine bağlı olmamak” veya “dinlerle ilgilenmemek” gibi bir şeyin olamayacağını göstermek için söylüyorum.
Ölüme yaklaşıp dirilmiş birinin gördüğü ışığı anlatmasıyla bölüme başlıyoruz. Eski Mısır’da ve Hristiyanlıkta ölüm ötesi inancıyla ilgili bilgiler aldıktan sonra Hindistan’a gidip Ganj ırmağı kıyısında yakılan ölüleri görüyoruz. Bu ölüler torpilli ölülermiş, reenkarnasyonu aşıp doğrudan Tanrı’nın yanına gidiyorlarmış. Bu kadar şanslı olamayanlar, erdemli yaşamayı becerene dek yeniden ve yeniden doğuyorlarmış. Bu inanç insanları erdemli yaşamaya itiyormuş. Bu saçmalığı da öbür açıklamaları karşıladığı hoşgörüyle karşılıyor sunucu. Bu yaklaşımı dizi boyunca görüyoruz. Freeman yanıtlar aradığını söylüyor. Ama hiçbir noktada yanıtı bulduğunu söylemiyor. Ve hiçbir yanıtı yargılamıyor. Yargılama yoksa elbette doğru diye bir şey de yok.
Ardından ölüme yakın deneyimler yaşamış kişilerle ilgilenmiş bir yoğun bakım doktoruyla röportaj yapılıyor. Röportajın son cümlesi önemli: “Beynin çalışmasının beklenmediği ilk ölüm anlarında bilinçli olma durumu sürüyor.” Kuran’da Neden Beyin Yok Da Kalp Var yazımda, beynin gözlenebilen etkinliği (elektromanyetik, kimyasal vb.) ile bilinç veya düşünce arasında doğrudan bir neden-sonuç bağını kurabilecek bilgimiz olmadığını söylemiştim. Doktorun söyledikleri bunu doğruluyor. “Ruhumuzun” bedenin dışında bir yerde olduğunu veya bedene girip çıkabileceğini kast etmiyorum. Beynimizle düşünmediğimizi de öne sürmüyorum. Muhammed Peygamber’in cahil olduğu, Kuran’ın “bilime aykırı” olduğu gibi iddiaların boş olduğunu göstermeye çalışıyorum. Sanki bu savları destekleyecek bilgiye sahiplermiş gibi yapıyorlar.
Bu röportajdan sonra Freeman, yapay zeka yazılımı yüklenmiş bir bilgisayarla konuşuyor. “Chatbot” denen türde bir yazılımın üstüne silikon bir kafadan oluşan robot eklenmiş. Robot kafası zenci-beyaz melezi olarak hazırlanmış. Freeman bilgisayara görüntüsünü betimlerken zenci demek yerine “koyu renkli” (İng. dark) sözcüğünü kullanıyor. Morgan Freeman’ın ırklardan söz etmenin ayıp olduğunu, gözün gördüğünü dilin söylemesini yasaklamak gerektiğini düşündüğünü basın demeçlerinden biliyoruz. Bize de bu aşılanıyor. Derken bu anlamsız konuşmanın rahatsız ediciliği bir kat daha artıyor. Bu robotu yapan lezbiyen kişiyle tanışıyoruz. Lezbiyen sevgilisi ölünce yok olmasın diye ona benzeterek tasarlamış. Adam görünümlü kadın kendini ve arkadaşını “partner” diye tanıtırken dublajdaki sesin “evliler” demesi dikkatimizden kaçmıyor.
Yapay zeka üzerine çalışan onca mühendis ve bilimci varken böyle bir örnek seçmeleri rastlantı olamaz. Robotu tasarlayan kadın, insanın ölümünü geciktirmesi gerektiğini anlatırken “hayvanların merhametinde” yaşayan atalarımızdan söz ediyor. İlkel insanların “doğaya hükmedemedikleri”, aşağılık ve acınası bir yaşam sürdüğü mitolojisi yine karşımıza çıkıyor. Bu mitoloji, maddecilik ve hazcılık ile el eledir. Çünkü endüstri toplumunun elinde, atasından daha maddeci ve hazcı bir yaşam sürebilmesi dışında hiçbir üstünlük veya övüneceği hiçbir şey yoktur. Ahlaksızlık içinde debelenen modern toplumların bir anlamda bu mitolojiye gereksinimi olduğunu söyleyebiliriz. Ölüme insana yapılmış bir haksızlık gözüyle bakacak kadar gözü körelmiş bir kuşağın, insanın ruhunu taklit edebilecek bir makine yapabileceğini düşünmesi şaşırtıcı değil. İnsan bir kez delirdi mi gerçek dünyadan “özgürlüğünü” ilan edebiliyor.
Ölüm ötesiyle ilgili ciddi bir çözümleme veya ufuk açan bir bilgiyle karşılaşmadan birinci bölüm bitiyor.
İkinci Bölüm: “Kıyamet”
Bölüm başlar başlamaz “dinsel çatışmadan” (İng. religious conflict) söz ediliyor. Çatışmaların odağı olan Kudüs’e gidiyoruz. Kudüs’te Mescisi Aksa’nın ve aynı zamanda Süleyman’ın Tapınağı’nın bulunduğu yer ile ilgili bilgi veren haham “Muhammed buradan göğe yükseldi” diyor. Oradan göğe yükselmediğini, hatta göğe yükseldiği bilgisinin Kuran’da bulunmadığını, bu efsanenin nasıl ortaya çıktığını Hadislerin Yahudi ve Hristiyan Kökeni yazımda ortaya koymuştum.
Hahamın söylediğine göre Yahudi Mesih Kral’ın yapacağı işlerden birisi Yahudi Devleti’ni kurmakmış; sanki şu anda kurulu değilmiş gibi. Buradan belli oluyor ki, Yahudi kaynaklarında Mesih Kral’ın kuracağı devletten kasıt çok farklı bir şey olmalı. New York’ta bulunan ve “seküler” olduğu sanılan Birleşmiş Milletler binasının girişindeki şu Eski Ahit alıntısı belki de Mesih’in kuracağı devletle ilgilidir:
Amots oğlu Yeşaya’nın Yahuda ve Yeruşalim’le ilgili görümü:
Rabbin Tapınağı’nın kurulduğu dağ,
Son günlerde dağların en yücesi,
Tepelerin en yükseği olacak.
Oraya akın edecek ulusların hepsi.
Birçok halk gelecek,
“Haydi, Rabbin Dağı’na,
Yakup’un Tanrısı’nın Tapınağı’na çıkalım” diyecekler,
“O bize kendi yolunu öğretsin,
Biz de onun yolundan gidelim.”
Çünkü yasa Siyon’dan,
Rabbin sözü Yeruşalim’den çıkacak.
Rab uluslar arasında yargıçlık edecek,
Birçok halkın arasındaki anlaşmazlıkları çözecek.
İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri,
Mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar.
Ulus ulusa kılıç kaldırmayacak,
Savaş eğitimi yapmayacaklar artık.
Nitekim haham, Yahudi Mesihi’nin İsrail’in kralı değil, yeryüzünün kralı olacağını söylüyor. Bu krallığın “Tanrısal olmayacağını” vurguluyor. Yahudi basınında ve yazınında barış söylemini incelediğinizde, Yeşaya 2:4’te geçen ve Mesih’in yeryüzüne getirmesi umulan barışın nasıl bir barış olduğunu kestirebilirsiniz.
Sunucunun “İsrail kurulalı yetmiş yıl olmasına rağmen tapınak neden yapılmıyor?” sorusuna hahamın verdiği iki yanıttan birisi; “Müslümanlar henüz buna hazır değiller.” Dikkat edin, Müslümanların bunu istemediklerini veya izin vermediklerini söylemiyor, hazır olmadıklarını söylüyor. Demektir ki Yahudiler, Müslümanları buna hazırlamaya çalışıyorlar. Müslümanlar taklitçilik, mezhepçilik, gelenekselcilik, tarihselcilik batağında oldukları için Kuran’ın bu konudaki uyarılarına (2:105,109,120,135, 3:69,72,98-106, 4:44,160, 5:64, 9:34) kulakları kapalı. Üstüne bir de modernizmin etkisine girdikleri için Anti-Semitizm ve ayrımcılık şeytanlarını taşlamaya ve hoşgörü, inanç özgürlüğü, çokkültürcülük, barışseverlik tanrılarına tapmaya başladılar. Böyle böyle hazır oluyorlar. Ve Yahudiler onları şu veya bu değişikliğe böyle böyle hazırlıyorlar. “Yalnızca Kuran” diyenleri peşin olarak “İsrail’in adamı” olmakla suçlayanlar kaygılı olmakta haklılar. Ama sapla samanı karıştırıyorlar. Yalnızca Kuran diyenlerin sayısı artacaktır. Bu fikri aşılamaya çalışanların içinde münafıkların çoğunlukta olacağını kestiriyorum. Tarihselcilikten, gelenekselcilikten kendini kurtarabilenlerin bu kez modernizm batağına düşmeleri istenecektir. İçlerinde bir azınlık, yolun iki tarafındaki hendeğin farkında olup ikisine de düşmeme çabasında olacaktır. Bu yüzden Kuran bağlısının “hazır” olmamak için kendisini iyi yetiştirmesi gerekiyor.
Haham Tapınak’tan söz ederken önemini hiçbir biçimde açıklamıyor. Yahudilerin rüyası olduğunu, bir simge olduğunu söylüyor ve başka bir şey demiyor. Freeman gerçeği öğrenmeye çalışmadığı ve yalnızca verilen senaryoyu okuduğu için “İyi de, tapınak ne işe yarıyor?” diye sormuyor. Okuyanlar bilir, ne işe yaraması gerektiği Kuran’da yazıyor. Yahudilerin bu şekilde neden cezalandırıldığı da Kuran’da yazıyor. İşlevini yerine getirmedikleri için, salat etmedikleri için, mescidi bir simgeye indirgedikleri için yıkılmıştır (2:127, 2:63,73,75,79,83, 17:2-7, 62:5, 19:59…).
Ardından Roma’ya, Hristiyan inancındaki Deccal’i öğrenmeye gidiyoruz. Tarihçi, yeni Ahit’teki Deccal’in Roma İmparatoru Neron olduğunu kesin bir dille söylüyor. Neron’un Hristiyanlara yaptığı eziyeti anlatıyor. Eskilerin o zaman geleceğini düşündükleri kıyametin gelmediğini, bundan sonra da gelmeyeceğini demeye getiriyor.
“İslam’ın insanların barış içinde yaşamasını amaçladığını öğrendim. Ama haberleri izlerseniz bunu bilmemeniz hoş görülebilir.” Bu cümleler Freeman’ın bir yandan sevimli görünürken bir yandan İslam düşmanlığını onaylamasıdır. Çünkü kast ettiği haberlerin yalan olduğunu söylemiyor. 11 Eylül saldırılarının Müslümanlarla ilgisi yoktur.[2] “El Kaide” diye etiketleniveren pek çok saldırıyı gizli servisler yapmıştır. Charlie Hebdo saldırısını yapanların Müslüman pasaportlarını “yere düşürmeleri” komiktir. IŞİD videolarının büyük çoğunluğu sahnelenmiştir ve bilgisayar efektleri içerir. Bir gerçeğin yarısını söyler, yarısını gizlerseniz yine yalan söylemiş olursunuz. Freeman bunu yapıyor. Üstelik İslam’ın “barış” demek olduğu da doğru değildir. Selam, esenlik demektir. Esenlik ise her zaman barışla gelmez. Sevr Antlaşması bir “barış” antlaşmasıydı ama hiç kimseye esenlik getirmeyecekti. Bu yüzden Kuran, Müslümanlardan barışmaları gerektiğinde barışmalarını, savaşmaları gerektiğinde savaşmalarını ister.
Bu cümlelerin hemen ardından 22. dakikada “Müslümanların çok küçük bir yüzdesi Batı’ya karşı savaşıyor”[3] diyor. Bu çok anlamlı bir cümle. Birincisi; “Batı’ya karşı” ifadesini kullanıyor; ayrımı böyle yapıyor. “Amerika’ya karşı” demiyor, “İsrail’e karşı” demiyor, hala elini Ortadoğu’dan çekmemiş olan “İngiltere’ye karşı” demiyor örneğin. “Yayılmacılığa, dayatmacılığa karşı” demiyor. Çünkü ABD’nin ve İsrail’in kuklası olan El Kaide, IŞİD gibi örgütler bile kendi ülkesinde edebiyle oturup duran bir Amerika’ya karşı değil, dünyanın her yerine önce parasını, sonra elini, sonra bombasını sokan bir Amerika’ya karşı savaştığını açıkça söylüyor. Film yazarı, dünyanın her yerindeki potansiyel izleyiciyi kendi tarafına ve dolayısıyla “Radikal İslam”ın karşısına çekmek için bu ifadeyi kullanıyor.
İkincisi; “küçük bir yüzdesi” ifadesi, yazarın ancak Müslümanların aleyhine kullandığı bir ifadedir. “Yahudilerin küçük bir yüzdesi” veya “Batı’nın küçük bir yüzdesi” ifadelerini kullanmayacaktır. Bu davranışın pek çok hukuki ve psikolojik sonucu var. Kısaca söylemek gerekirse, bu ifadeyi kullanarak bir yandan Müslümanların çoğunluğunu aklar gibi yapıyor, yani “politik doğru” bir ifade kullanmış oluyor; bir yandan da Müslümanlara “içinizde bir hastalık var ve bunu temizlemek sizin de sorumluluğunuz” mesajını vermiş oluyor. Ayrıca “yüzde” sözcüğünü kullandığı için de çoğunluğun her zaman haklı olduğu veya iyi olduğu varsayımında bulunmuş oluyor. Az önce hahamın dediği “hazır değiller” ifadesini anımsadınız mı? “Hazır değiller çünkü bu küçük yüzdenin temsil ettiği bazı fikirler henüz ortadan kaldırılamadı. Ama çalışmalarımız sürüyor.”
Nitekim hemen birkaç dakika sonra Batı’nın içindeki küçük yüzdeye sıra gelince, bu küçük yüzdeye “Neo-Nazi” adı vererek dışsallaştırdığını görüyoruz. Bakın, Müslümanların içinde yanlış olduğunu düşündüğü fikirleri benimseyenlere Müslüman demeyi sürdürüyor. Ama bu küçük yüzdenin savaştığı Batı’nın içinde yanlış olduğunu düşündüğü fikirleri benimseyenlere “Batı’nın içindeki küçük bir yüzde” demiyor. Bu çok profesyonel bir algı yönetimidir. Batılı (Yahudi ve Hristiyan) basın-yayın toplumu bunu yapmakta ustalaşmıştır. Eğer yayınları edilgen bir zihinle izlerseniz algınız yönetilir. Yaşamla ilgili gerçek bilgileriniz, gerçekdışı olanlarla değiştirilir. O vakit Kuran’ı okusanız da anlamazsınız, size uzaktan sesleniliyor gibi gelir, eskilerin masalları olduğunu düşünürsünüz. Herhangi bir şeyi okurken ve izlerken zihniniz edilgen değil etkin olmalıdır.
Bu “küçük yüzdeye” girip çıkmış olduğu için röportaj yaptıkları Mısırlı, tam verilmek istenen mesaja uygun bir örnek. Adam kısaca “Radikal İslamcıydım, tövbe ettim ve şimdi liberal İslamcıyım” diyor. Toplumunda ağırlığını her gün daha çok hissettiren Batılı yaşam biçimini, Batı dinini beğenmediği için bir şeyler yapmak istemiş. Meşru olmayan saldırılarla can yakarak yol alınabileceğini düşünen örgütlere girme yanılgısında bulunmuş. Bu, pek çok genç ve vicdanlı solcunun da düştüğü bir yanılgı. İnsanları uyararak, bilinç oluşturarak yol alınamayacağını düşünür ve istedikleri doğru yaşam biçimini vurarak, kırarak kurmaktan başka yol olmadığını sanırlar. SSCB’nin çökmesi kırıp dökerek yol alınabileceğini düşünen solcuları yıldırdı çünkü örnek aldıkları kaba kuvvet devrimi ortadan kalkmış oldu. Buna karşılık yine Batılı yaşam biçimiyle kavgalı olan ideolojilerden olan İslam dini ortadan kalkmadı. Genç ve vicdanlı Müslümanlar uyararak, bilinç oluşturarak, yani Allah’ın elçilerinin izledikleri yolu izleyerek başarılı olmaktan ümitlerini kestiklerinde doğru yaşam biçimini kurmak için kırıp dökmekten başka çare olmadığını düşünüyorlar. Batı’nın kendi yaşam biçimini bütün dünyaya dayatması, yani zorla yerleştirmeye çalışması Müslümanları üzüp kaygılandırıyor ve sonuçta bu arayışlar kızışıyor. Bu adamların arayışları meşru ama seçtikleri yöntem yanlış. Solcuların arayışları da kısmen meşru idi ama silahlı yöntem yanlıştı. SSCB’nin çökmesi ve solcuların yok olmaları liberalizmin ve kapitalizmin doğru seçenek olduğu anlamına gelmiyor. Batı’nın Müslümanları Müslüman gibi yaşamaktan vazgeçirebilmiş olmaları Batılı yaşam biçiminin doğru olduğu anlamına gelmiyor. Müslüman toplumun içinde Batılı yaşam biçimine direnmek isteyen girişimler sürekli olacaktır. Bu “sorunun” tek ateşleyicisi Kuran dediğimiz kitaptır. Direniş istemeyen Batı’nın (bu bağlamda Tağut oluyor) yapabileceği şeylerden biri bu kitabı fiziksel olarak ortadan kaldırmaktır ki bu olanaksıza yakındır[4]. Bu durumda Müslüman gençlerin bu kitabı anlamalarını engellemesi gerekiyor. Yani kitabın direniş aşılamaması gerekiyor. İşte İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden başlayarak Batı’nın Müslüman dünya üzerinde oynadığı, 11 Eylül 2001’den sonra yoğunlaştırdığı akıl oyunlarının açıklaması budur. Büyük resim budur.
Neo-Nazilerle ilgili algı yönetimi bununla kalmıyor. Bize örnek gösterdikleri Mısır göçmeni adam, radikal olma nedenini Neo-Naziler olarak gösteriyor. Yani Batılı ahlakın doğruları ve yanlışları yüzünden değil, “Batı” kapsamı dışında tutulmak istenen Neo-Naziler yüzünden aşırı uca itilmiş. Göçtüğü İngiltere’de bunların saldırısına ve tehdidine uğramış güya.
Bu belgesel film de pek çok kitap ve film gibi vermesi gereken bu mesaja sadık kalıyor: “Batı’yla barışık liberal/reformcu İslam iyidir, Batı’yla kavgalı İslam kötüdür. Liberal olun, kendinizi de bizi de üzmeyin.” Mısırlının yaptığı İslamcılık (İng. İslamism) ve İslam ayrımı aslında herşeyi açıklıyor: “İslam dindir. İslamcılık ise benim İslam yorumumu topluma dayatmamdır.” Herhangi bir dine sahip olan herkesin, yani herkesin, kendi dinini topluma kabul ettirmek istemesinin doğal olduğunu Din Nedir yazımda tartışmıştım. Bu kabul ettirme işi silahla değil, güzellikle olmalıdır. Ama öcü olarak sunularak uzak durmamız gereken fikirler tanımlanırken bu ayrım yapılmıyor ve bunun zorunlu sonucu olarak “liberal İslam” dışında kalan bütün yorumlar dayatma olarak gösteriliyor. ABD ve Avrupa’nın sayısız ülkede sivillerin kafasına yağdırdığı bombaların dinsel dayatma olduğunu fark etmemiz istenmiyor.
Şunu da gözden kaçırmamamız gerekiyor. El Kaide ve IŞİD gibi naylon örgütlerin değil ama hakiki İslamcı terör örgütlerinin bir fikirsel tabanı var. Aynı biçimde, silahsız politik örgütler olan Nazilerin de bir fikirsel tabanı var. Bu belgeselin konusu bu fikirler değil belki ama bu fikirsel altyapıların varlığı konu edilmiyor. Yani yazar bunları yasak düşünceler olarak çoktan mahkum etmiş. Yasak düşüncelerden kendini arındırmış adamı Müslümanların örnek alması gereken model olarak sunuyorlar. Adama “IŞİD’in Batı için tehdit” olduğunu ve hatta “yeryüzü cehennemi” olduğunu söyletiyorlar. Bu kadar abartılı, reklamı andıran sözlerden sonra ben bu adamın sahte bir “mühtedi” olabileceğini düşünüyorum. Anlattıklarını hiç yaşamamış bir oyuncu olması beni şaşırtmaz.
Röportaj yaptıkları adamın örneği şudur: Ergenekon davasıyla ilgili tarafsız bir belgesel film yapma iddiasında olan bir yapımcı, Kanadalı haham Tuncay Güney’i konuşturduğunda ne kadar tarafsız olabilecekse, bu belgesel de o kadar tarafsızdır.
Bu dakikalarda ayrıntı sayılabilecek bir görüntü var. Mısırlıya seküler Mısır istihbaratı tarafından yapılan işkence görüntüleri veriliyor. Belgeselin başka hiçbir anında böyle rahatsız edici görüntüler yok. Alt metinde Müslümanların kendi içlerindeki anlaşmazlıklarında bile barbar, acımasız, hayvansı oldukları mesajı okunuyor.
Bölüm boyunca yerli yersiz sık sık IŞİD’in kara bayrağını görüyoruz. Bu şekilde algı yönetimi yapmaya çalışan bir yapımcının “İslam’ı saldırgan bir din sanmamıza neden olan” haberlerle yüzleşmeyeceğini biliyoruz.
Bu bağlamda, yani kıyamet konusu bağlamında IŞİD’i konu edişlerinin görünür nedeni, örgütün hadisişeriflerdeki kıyamet anlatısını ciddiye alması ve kendisini kıyamet savaşında iyiliği temsil eden güçlerin öncüsü göstermesi. Bu mitolojinin Müslüman geleneğine Yahudilerden ve Hristiyanlardan geçmiş olduğunu Hadislerin Yahudi Kökeni yazımda göstermiştim. Yahudilere de Hindu inancından veya eski inançlardan geçmiş olması olası. Kuran’a baktığımızda “son büyük savaş” görmüyoruz. Koca Müslüman kalabalıkta Kuran’a bakanlar çoğunlukta olsaydı Kitaplılar bu tiyatroyu oynayamazdı kuşkusuz. Ne yazık ki bu filmi izleyen genç Türkler dünyadan ve Kitap’tan habersizlikleriyle bu tiyatroya kanıyorlar.
Ardından Maya tarihçisine gidiyoruz. Dünyanın sonunun 2012’de veya falanca tarihte geleceğini söyleyenleri hatırlatıyor (ABD’de bunlardan çok oluyor). “Bütün bu kişiler yanıldılar, demek ki dünyanın sonu gelmeyecek” demeye getiriyor. Bu, hayaletlerin, cinlerin, perilerin, orman cücelerinin varlığına inanan kişileri göstererek “Tanrı yoktur” demeye benziyor. Örnek diye verdim ama kimi ateizm propagandacısı bunu zaten yapıyor! Freeman’ın konuştuğu tarihçi, Maya takviminin 2012’de bitmesinin bir yanlış anlama olduğunu anlatıyor. Freeman buradan yola çıkarak zamanın hiç bitmeyeceğini, evrenin sonsuza dek süreceğini ima ediyor. Bunun bilimsel bir hipotez olmadığı ve dinsel bir dogma olduğu apaçıktır.
Ardından bir Budist “Lama”sıyla görüşüyoruz. Freeman görüşmeden sonra şunları söylüyor: “Bu adam alçakgönüllü ve bir şeyleri sizden daha iyi bildiği havasında değil. Yalnızca yanıtları arıyor.” Freeman burada liberal dünyanın yönetilen sınıflara uygun gördüğü dinin özetini yapıyor aslında. Sürekli arayacağız ama asla bulduğumuzu düşünmeyeceğiz. Peki, bulduğumuzdan emin olamayacaksak niye arayacağız? Elbette daha kolay yönetilebilmek için. Liberalizmi bize benimsetmeye çalışanlar, bir takım doğrulara ulaşsak bile emin olmayalım ki bu doğruları çevremize aşılamayalım, beklentiye girmeyelim istiyorlar. Dolayısıyla liberalizmde hiçbir şeyde uzlaşmamak üzere uzlaşmak gibi absürt bir noktaya varıyoruz. Elbette yöneten bir avuç adamın iradesine boyun eğmekte uzlaşmamız isteniyor. Budizmde ve Hinduizmde son diye bir şey olmamasını, sürekli reenkarnasyon olmasını böyle anlamalı. Çünkü “Bir dahakine kralsın” telkinini alan köle, kendisine yapılan eziyete razı olma eğiliminde olur.
Bu bölümde 35. dakika dolaylarında “Zamanın sonu geldiğinde Tanrı’nın dünyaya müdahale edeceği inancı her üç dinde vardır” diyor. Yanlış değil. Ama bunu söylerken gelenekçi, ezberci, Kuran’dan uzak olan İslam’ı kast ettiğini bilmemiz gerekiyor. Burada Kuran’ı ciddiye almayıp çöpe atmanın faturasını bir kez daha görüyoruz. Ortalama Batılı, İslam adı altında hadis saçmalıklarını biliyor, Kuran’ı değil. Müslümanların da çoğu Kuran’ı bilmiyor. Youtube’da Corey Gil Shuster adında bir İsrail Yahudisinin Filistinlilerle yaptığı sokak röportajları var. İnsan Filistin gibi bir ortamda Müslümanların Kuran’a sarılacaklarını düşünür. Ama hayır, adama hadis okuyup duruyorlar.
İlerleyen dakikalarda Katrina kasırgasında yıkıma uğrayan kişilerle röportajlar başlıyor. Burada yaratılan izlenim, kasırganın Tanrı’nın cezası olduğunu düşünmenin bilimsel olmadığı. Ama belgesel burada durmuyor, bunun ötesine geçip kasırganın ceza olmadığını ima ediyor. Oysa kasırganın ceza olduğunu söylemek ne kadar bilimsel değil ve dinselse, ceza olmadığını söylemek de o kadar bilimsel değil ve dinseldir. Bu kimi tanrıtanımazın yaptığı hatadır. Tanrı’nın elçilerinden söz etmenin bilimsel olmadığını söylerken haklıdırlar ama “Tanrı yok” demenin de bilimsel olmadığını ıskalarlar. Ayrıca Freeman amca az önce evrenin hiç sona ermeyeceğini söylemişti, bu da dinseldir. Bu belgesel “dinlere eşit uzaklıkta olma” numarası yaparak belli dinsel görüşleri, belli öznel yanıtları aşılamak için yapılmış.
Ve bölümü bitirirken kıyamet (İng. apocalypse) diye bir şeyin olmadığı, bunun kafamızda yarattığımız ilgi çekici bir öykü olduğu telkinini Freeman’ın ağzından doğrudan alıyoruz.
Üçüncü Bölüm: “Tanrı Kimdir?”
Bu bölümde diyor ki; “Eskiden tanrılar, ırmaklar ve ormanlar gibi insan yakınmış, kolayca erişilebilirmiş.” Elçili, kitaplı dinleri kast ederek ekliyor: “Uzakta olan bir tanrıya erişmek daha zor değil mi?” Bu soru veya önerme kimi kitapta da karşımıza çıkıyor. Allah’ı dışarıda, uzakta saymak onu yanlış anlamaktır. Kuran, Allah’ı tesbih etmemizi, Türkçesiyle yüzdürmemizi yani ona yakıştırılan lekelerden onu arılamamızı istiyor. Tanrı’nın uzakta veya dışarıda olduğunu söylemek onu lekelemektir. Kuran’a göre Tanrı öncesiz ve sonrasızdır (57:3, 92:13[5]). Aynı anda hem içkin hem de aşkındır (57:3, 6:3[6]). Bu demektir ki onun insanlara olan mesafesi sıfırdır (8:24, 50:16, 2:186[7]). Hiçbir şeyin “dışında” değildir. Onun dışarıda olduğu varsayılarak sorulan bütün sorular yanlıştır. Tanrı’nın içkin mi, aşkın mı (immanent mi emergent mı) olduğu sorusuyla cilt cilt felsefe kitabı doldurulmuştur. Tanrı’nın aşkınlığını inkar edenler pagan, içkinliğini inkar edenler Hristiyan veya Yahudi veya seküler oluyorlar. Yanlış sorulara doğru yanıtlar Kuran’dadır.
Şimdi önümüzde “Tanrı’nın Öyküsü” adında bir belgesel dizi film var. Bu dizinin üçüncü bölümünün başlığı: “Tanrı kim?” Tanrı’nın ne olduğunu sormadan önce kim olduğunu sorarak daha başlangıçta kendini sakatlıyor. Soruyu yanlış soruyor. Somutlarsak herhalde “Tanrı Yahve midir, İsa mıdır, Allah mıdır, Buda’nın Aydınlanma’sı mıdır, Zerdüştün Ahura Mazda’sı mıdır, vb.” diye soruyor olmalı. Yanlış soruyla başlayınca, niyeti içten bile olsa yanlış yanıtlar birbirini izliyor.
Mısır’a gidiyor ve Eski Mısır tarihçisinden duyduğu yanıt şu oluyor: “Tek Tanrı fikrini ilk ortaya atan kişi kral Akeneton’dur.”
Oysa Tanrı’nın ne olduğu sorusuyla başlasa içtenlikli bir çabayla şu yanıta ulaşması kaçınılmaz idi: Tanrı buyurgandır. Senin buyurganın neyse, tanrın odur. Eğer buyurganlık yoksa tanrının ne olduğunun, kim olduğunun bir önemi yoktur. Yaradancıların (deistlerin) tanrısı yok hükmündedir. Seküler toplumun tanrısı yok hükmündedir. Akeneton’un ilk tek tanrıcı olmasının önemi yok, Akeneton’un tanrısının neyi buyurduğu önemlidir. Doğru soruları soramayınca, görünürde ırmağa, ormana, atalara tapan ilkellerin sözcük dağarcıklarında “Tanrı”nın karşılığı yok diye onları çoktanrıcı saymıyorlar. Oysa birden çok buyurganları olmadığı için ilkellerin çoğu tektanrıcıdır. Bir Amazon yerlisine veya Avustralya yerlisine “Tanrın kim?” sorusunu sorsak yanıtlayamaması yüksek olasılıktır. Ama doğrunun ve yanlışın bilgisinin nereden geldiğini sorsak büyük olasılıkla tek kaynak gösterecektir.
Tanrının kim olduğunu sorması, aslında yazarın kafasında Kitabımukaddes’te anlatılan ve Batı kültürünün içine işlemiş olan insansı tanrı imgesi bulunduğunu açığa vuruyor. Yahudi geleneği de, Hristiyan geleneği de Tanrı’yı ne sorusunun yanıtı olarak değil, kim sorusunun yanıtı olarak anlatagelmiş. Tevrat, insansı Tanrı anlatımlarıyla doludur. Yahudi geleneği Yahudileri Tanrı’nın yeryüzündeki çocukları sayar. İncil’in kimi bölümü İsa’yı Tanrı’nın oğluymuş gibi anlatır. Kilise bunu görmüş, artırmış ve Hristiyanlığın amentüsü yapmıştır. Sunucu Morgan Freeman’ın Tanrı’yı insan biçiminde göstererek ona hakaret eden Bruce Almighty filminde oynadığını anımsayalım.
Tanrının kim olduğu sorusuyla başladığı için Yahudilerin, Hristiyanların ve Müslümanların aynı tanrıya taptıklarını söyleme sığlığına düşüyor. Oysa Yahudilere göre Tanrı Yahudilere farklı, Müslümanlara göre Tanrı Müslümanlara farklı şeyler buyuruyor. Herkese farklı şeyler buyuran tanrının tek tanrı olmasının bir anlamı yoktur. Tek tanrı herkese farklı davranıyorsa, en az sıfır, en fazla bir öbek dışında herkesin Tanrı hakkında yanıldığı sonucu doğar. Bunu kabullenmedikçe, yüzeysel olarak doğru bile olsa bunların aynı tanrı olduğunu söylemek bize bir şey kazandırmıyor. Yani bu işlevsel bir sınıflandırma değil. Bu bilgi bir işimize yaramıyor. Dinler Arası Diyalog gibi ne olduğu belirsiz gündemlere hizmet etmek isteyenlerin çok işine yarıyor, o ayrı.[8]
Bu bölümde tek tanrı inancının Musa’yla başladığı söyleniyor. Kuran’ı doğru düzgün okuyan herkes bunun yanlış olduğunu biliyor. Bugün seküler Batı’da tanrıtanımazlar bile tek tanrı inancının Musa’dan doğduğunu, öbür ikisinin Yahudiliği taklit ettiğini söylerler. Bu fikir Yirminci Yüzyıl’da Yahudi bilimadamı Sigmund Freud tarafından yayılmıştır. Okur-yazar olan ve eleştirel düşünebilen kişi tektanrıcılığın Musa’yla başlamış olamayacağını çıkarsayabilir; bunu Kuran’dan öğrenmesi gerekmez.
İsrail’de konuştuğu haham İbrahim Peygamber’in öyküsünü Kuran’daki gibi anlatıyor, Tevrat’taki gibi değil. Tevrat’ta İbrahim’in toplumuyla neden çatıştığı, neden ayrıldığı, ayrıldıktan sonra ne yaptığı bulanıktır. Ama Yahudi kaynaklarında İbrahim’in öyküsünün Tevrat’takinden çok Kuran’da anlatılana yakın olduğunu görüyorum. Hahamlar büyük olasılıkla Kuran’ı okuyor ama ondan etkilendiklerini gizliyorlar.
Yahudilerin tektanrıcılığı Musa’dan başlatmaları, belki “Tanrı kim?” yanlış sorusunu sormakla ilgilidir. Çünkü Tevrat’a göre Tanrı “Ben benim” sesli yanıtını ilk kez Musa’ya veriyor (Tevrat, Çıkış 3). Ondan önce Nuh’un ve İbrahim’in iletişiminin bizimki gibi dolaylı olduğunu, işittikleri sesin vicdanlarının sesi olduğunu düşünüyorlar. Yani aslında Allah’ın vicdandan gelen sesiyle ulaklar (nebiler) üzerinden gelen sesini ayırmış oluyorlar. Böyle yaparak gökteki tanrı, uzaktaki tanrı, dışarıdaki tanrı algısını güçlendirmiş oluyorlar. İbrahim’in birden fazla buyurganı olmadığı için tektanrıcıdır. “Ormandan geldik, ormana döneceğiz” diyen ve dilinde “tanrı” sözcüğü olmayan ilkel insan, tektanrıcıdır. Kuran’a göre ilk insanlar tektanrıcı idi, çoktanrıcılık daha sonra ortaya çıktı (2:213, 10:19[9]). Ama Yahudiler ve seküler de olsa Yahudi-Hristiyan kültürünün uzantısı olan Batılı bilimadamları bu sırayı tersine çeviriyor, tektanrıcılığı Musa’yla başlatıyorlar.
Freud’un tektanrıcılığı Musa ile başlatması anlamlıdır. Yahudilik dininin doğal bir din olma iddiası yoktur. Geleneğe göre Tanrı onları tarih çizgisi üzerinde bir noktada nedensiz ve koşulsuz olarak seçti; kıyamete dek seçilmiş ve bağışlanmış olarak kalacaklar. Tevrat’tan güç alarak onlardan önceki insan varlığının, onların çağdaşı olup da onların dışında kalan insan varlığının değersiz olduğuna inanırlar. Ama bu inanış onlara özgü değildir, Hristiyanlıkta ve Aydınlanmacı Batı düşüncesinde de vardır. Hristiyanlıkta İsa’dan önceki yaşam, üzerinde düşünülmeye değer değildir. İsa’ya ruhunu teslim etmiş olanların dışındaki çağdaşlar da öyle. Aydınlanmacı Batı düşüncesinde, Aydınlanma öncesindeki insan varlığı değersizdir. Uygar olmayan insan “mağara adamı” diye aşağılanır. Uzak kıtalarda avcı-toplayıcı yaşam sürenler hem Aydınlanma öncesinde hem de sonrasında aşağılanmış ve yarı-hayvan düzeyinde sayılmıştır. Büyük olasılıkla bunun kökeni Roma’ya ve onun kökü olan Helen’e ve onun kökü olan Mezopotamya uygarlıklarına dayanıyor, çünkü bildiğimiz kadarıyla onlar da kendilerini Tanrı’nın seçilmişi ve değerlisi sayıyorlardı. Batılı kafada bunun etkisi geçmiş değil. Yahudilik için doğal/evrensel olma kaygısı yoktur. Yahudilik için Tanrı’nın düşünerek keşfi söz konusu değildir. Kuran’ın “İbrahim Yahudi değil, tektanrıcıydı” (3:67[10]) demesi bu açıdan da düşünülmelidir. Çünkü Yahudilik geleneği, tektanrıcılığın insanlığa Musa üzerinden Yahudilerin armağanı olduğunu öğretir. Bunu düşünmek Tanrı’nın onları seçilmiş ve üstün ırk yapmasını ussallaştıracağı için yeterli olmasa bile çekicidir. Tevrat’taki gibi akıldışı (haksızlık edici, zayıf, insanla kavga eden) bir tanrı imgelemini vicdan sınırları içine almalarına yetmese bile yardımcı olur. Tanrı böylece yapay ve ancak haberle bilinebilen bir olgu olunca onun dininin de doğal, evrensel ve zamansız olması gerekmez. Dolayısıyla Yahudi soyundan olmayanların veya elçilerden habersiz olanların talihsiz, ikinci sınıf, daha az değerli insanlar olması olağanlaşır. Dinin buyruklarının Kuran’daki gibi zamansız ve her koşulda uygulanabilecek olması da gerekmeyecektir, belli bir zaman dilimi, coğrafya ve kültür için geldiği fikri güçlenir.
Bundan dolayı “önce çoktanrıcı, sonra tektanrıcı” hipotezinin dinsel ve politik pek çok sonucu vardır. Yeni kuşakların Tanrı’nın kim olduğunu sormayı öğrenmesi bunlardan biridir. Yeni kuşakların yaşamı dinsel ve dindışı olarak iki parçaya ayırmayı öğrenmesi de bunlardan biridir. Bu belgesel bu sakat hipotezi aşılarken Kuran’ın bu konuda ne dediğini konu etmeyerek yanlılığını iyice belli ediyor. Müslümanlara Tanrı’nın “kim” olduğunu sormasını bekliyoruz ama başka bir şey buluyoruz.
Ezan için “Dünyadaki en güzel seslerden birisi” diyor. Bunu söylemesi rastgele değil. Müslüman olmayan bir yazarın İslam toplumlarının geleneksel estetiğine, ezana, ilahilere, cami mimarisine, yüzey süslemelerine vurgu yapması okuyucu için bir sarı bayrak olmalıdır. Kabe’nin çevresinde dönüp duran iki yüz bin kişinin hayranlık uyandırıcı görüntüsünden, namazın insana nasıl huzur verdiğinden, tarihi bir caminin görkeminden, ezanın bir ateisti bile nasıl duygulandırdığından söz edildiğinde şöyle bir geri durun. Vurguyu her şeye yapamazsınız. Ahlaki içeriği olan bir kültürde vurguyu estetiğe yaptığınızda, ahlaki içeriği ikinci plana atmış olursunuz. Bu sitede pek çok kez yaşamı anlamlı kılan öğreti zayıfladığında bilinçli veya bilinçsiz olarak o öğretinin simgelerine abandığımıza dikkat çektim. Haritadan silinmek üzere olan bir ülkede bayrağa, herkesin ahlaksızlaştığı bir toplumda tapınaklara abanmak böyledir. Üçüncü bölüme gelene dek bu belgeselin yansız ol(a)madığı çoktan belli olmuştu. Onun için belgeselin geleneksel İslam estetiğine düzdüğü övgü gerçek bir övgü değil, gerçeğe saygısızlıktır. Yirmi yedinci dakikada “Müezzinin sesi Tanrı’nın tezahürünün ta kendisidir” diyerek eşeğin kulağına su kaçırıyor. Türk ve İslam düşmanı yayınlarıyla bildiğimiz Onedio sitesinin İslam’ı övücü görünen tek tük yayınlarından birinin Freeman’ın bu saçma sözleri olmasına dikkatinizi çekerim.
Estetiğe ve biçime yapılan vurgu bununla bitmiyor. Mescitlerin hem göze, hem kulağa seslenmesi için yapıldıklarını söylüyor. Neredeyse camilerin birer zevk nesneleri olduğunu söylüyor. “Hat ve cami süslemeleri pek çok Müslüman için Tanrı’nın tezahürüdür” diyerek Müslümanları Tanrı’nın resmini yapmaya zorluyor.
Bir ara Freeman namaz kılanları izliyor. “Namaz Müslüman’ın Allah’la buluşmasıdır” deniyor. Yine uzakta olan tanrı… Çünkü buluşma veya randevu kavramları birbirinden uzak olan şeyler içindir. Yirmi dört saat yan yana, iç içe olunan, sıfır uzaklıktaki şeyle “buluşmaktan” söz etmek mantıksızdır. “Allah’ın müdahalesi” kavramı da aynı nedenden dolayı saçmadır. Bu saçmalığın ayırdına varamayanlar Allah’ın dünyaya ne zaman karışıp ne zaman karışmadığını çözmeye çalışarak cilt cilt kitabı doldururlar. İmamla röportaj yaparken çevirmenlik yapan Ahmed Ragab “Namazı bitirirken ‘bir dahaki sefere görüşürüz’ anlamında selam veririz” diyerek resmen dalga geçiyor. Ezan okumaya çalışan Freeman’a “Daha çok çalış” diyor imam. İmam azıcık derinlikli, bilge biri olsaydı “Anlama ermeden biçimle niye uğraşıyorsun?” diyebilirdi. İmamdan işittiğimiz tek doğru şey, Allah’ın benzerliğinin olmaması, onu zihnimizde canlandıramayacağımız.
Müslüman temsilciye Tanrı’nın “kim” olduğu sorulmadıktan veya istenen yanıtlar alınamadıktan sonra Navajo Kızılderililerine geçiyoruz. Onlara Tanrı kim olduğunu doğrudan sormuyor. Belki de yine işlerine gelen bir yanıt almadıkları için montajda orayı attılar, bilemiyorum.
Navajo kızlarının ergenliğe geçiş törenini gördükten sonra bir sinirbilimciye gidiyoruz. Deneklerin beynine elektrot bağlıyor ve onlara “Tanrı hakkında meditasyon” yapmalarını söylüyor. Burada verilen ana fikir şu: Deney sırasında tanrıtanımaz deneklerin frontal lobdaki beyin sinyalleri dikkate değecek ölçüde zayıf oluyor. Buradaki yanlışlık, deneklere yanlış bir yönerge verilmesi. Ben açıkçası “Tanrı hakkında meditasyon yap” cümlesinin İngilizcesinin de, Türkçesinin de ne anlama geldiğini bilmiyorum. Ben denek olsam bütün içtenliğimle ne yapmamı istediğini anlamadığımı söyler ve başka sözcüklerle ifade etmeye zorlardım. Elbette deneklerle bu tür çalışmalar yapan bilimadamları kalıplara uymayan veya anlamlı sonuç alamadıkları gözlemleri istatistiklerden çıkarmakta özgürler.[11] Ne yazık ki insanların çoğunluğu yanlış sorulara karşı duyarlı değil.
Daha sonra aynı yanlış soruyu bir Protestan papaza yöneltiyoruz. Papaz “Tanrı inanmayı seçtiğin şeydir” diyerek İncil’e de aykırı, neresinden tutsak elimizde kalan bir yanıt veriyor. Papaza göre İsa, Tanrı’nın bizim arkadaşımız olduğunu anlatmış. Bütün gün onunla konuşabilirmişiz. Bütün gün onunla konuşabildiğimiz doğru ama onun inanmayı seçtiğimiz şey olduğu yanlış. Papaz, gerçekte toplumsal olan Tanrı’nın “kişisel olduğunu” söyleyerek onu çocukların hayali arkadaşı düzeyine indirgiyor. Ben papazı elli puanla sınıfta bırakıyorum… Bu papazın ABD’nin en zengin, milyonluk papazlarından olduğunu ekleyeyim.
Bilimadamıyla papazın bu yanıtlarını arka arkaya aldıktan sonra Morgan Freeman’ın artık çıkıp “gördüğünüz gibi Tanrı diye bir şey yok” demesine gerek kalmıyor, bilinçli veya bilinçsiz olarak bu mesajı alıyoruz.
Bu bölümde sunucu İslam’ın Tanrısı’nı, “Yahudilerin ve Hristiyanların da inandığı Tanrı” biçimde tanımlıyor. Genel kavram olarak uygar insanların Tanrı diye bildiği şey hakkında konuşuyorsak doğru ama sorunlu bir tanımlama. Aradaki fark, Kitabımukaddes’te anlatılan Tanrı ile Kuran’da anlatılan Tanrı arasındaki farkta gizlidir. Hele Tanrı’yı bir “inanç konusu” olarak tanımlayacaksak Yahudi, Hristiyan ve İslam tanrılarının bambaşka şeyler olduğunu söylemek zorunda kalırız.
Sonuçta belgesel bu soruyu Kuran’a yöneltmedi, papazın yanıtı da İncil’e aykırıydı; İncil’e de bakılmadı. Belki kimseye sormayıp metinlere baksak çok daha doğru yanıtlar alacaktık. Belgesel film izlemenin sakatlığı da burada zaten. Size gösterilen şeyin asla ve asla metinlerden, yani kitaplardan öğrenebileceğinizle karşılaştırılabilecek nitelikte olmasını beklemeyin. Tiyatro, sinema ve televizyon, doğası gereği her şeyi yüzeyselleştirmek ve yozlaştırmak zorunda. Görsel ortamın tek yararı, Ay yüzeyinde dalgalanan bayrak, Dünya Ticaret Merkezi’nin alt katlarındaki patlamalar, gömlekleri delmeyen IŞİD kurşunları gibi metinle anlatılamayacak olan şeyleri size gösterebilmesidir.
Dördüncü Bölüm: “Yaratılış”
Dördüncü bölümün başında Aden Bahçesi’nin neresi olduğu sorusunu soruyor. Yanıtı Tevrat’ta arıyor. Tevrat’a göre Adem ve Havva (Kuran’da böyle biri yok) yasak meyveyi yiyorlar ve ardından çiftçiliğe başlıyorlar. Buradan yola çıkarak “Acaba Tanrı fikri çiftçilikle mi başladı?” diye makul bir soru soruyor. Soru makul ama aynı öykünün Kuran’daki sürümüne baksa belki farklı soracak. Ama Kuran sürgündeki kitap; yasak kitap. “Dinlere eşit uzaklıkta” olunamayacağını Din Nedir yazımda anlatmıştım.
Sorunun yanıtını ararken şu hipotez sunuluyor: Tarım yapmaya başlayan toplumların nüfusu arttı. Artan nüfus, bireysel güvenilirlik bilgilerinin akılda tutulacak sınırı aşmasına yol açtı. Güvenin ve işbirliğinin sağlanabilmesi için Tanrı ve din kavramı ortaya çıktı. Buraya kadar yanlış bir şey yok. Buraya kadar Kuran’a aykırı bir şey de yok. Yanlış bundan sonra geliyor: “Ama artık durum değişti. Bugün çok farklı kültürler bir arada bulunabiliyor.” Oysa modern uygarlık tek kültürdür. Çinlisi, Müslümanı, Yahudisi, Hindusu ve tanrıtanımazı aslında aynı ülküde ve bu ülküyü gerçekleştirmek üzere kabaca aynı ahlaki doğrular ve yanlışlar kümesinde birleşmiştir. Modern endüstri uygarlığı büyüme, gelişme, kalkınma, maddecilik, hazcılık üzerine kurulmuştur. İnsanları “bir kültür, iki kültür…” diye saymaya girişeceksek yapılmışı var. Antropologlar bunu görece yansız biçimde yapmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken modern uygarlığı şu anda yeryüzünde bulunan altı yüz kültürden yalnızca biri sayıyorlar.[12] Böyle baktığımızda farklı kültürlerin bir arada yaşayamayacakları çok açıktır. Sibirya’nın göçebe kültürleri, İskandinavya’nın göçer toplumu, Japonya’nın ilkelleri, Avustralya’nın, Kuzey ve Güney Amerika’nın avcı-toplayıcı veya göçebe-çoban kültürleri yok edilmiştir, edilmektedir. Anadolu “uygarlığın beşiği” olduğu için yazılı tarihimizde yerleşik Türklerin yok ettikleri herhangi bir kültürün adı geçmiyor. Ama bir yakınsama yaparsak, yerleşik insanların özgürce yaşamalarına izin vermeyip azar azar yok ettikleri Yörükleri ayrı bir kültür sayabiliriz. Farklı beslenme ve geçim sistemlerine, farklı aile ve hiyerarşi sistemlerine, dolayısıyla farklı ahlak sistemlerine sahip toplumların bir arada yaşayabileceği büyük bir yalandır. Çokkültürcülük, hoşgörü ve özgürlük büyük bir yalandır. “Radikal” diyerek dışlayıp aşağıladıkları Kuran yorumları ve buna dayalı politik hareketler, işte bu gerçeğin az çok ayırdına varmış kişilerin verdiği kimi zaman ölçüsüz olabilen tepkilerdir. Bu gerçeği anlayan hiç kimse kalmadığında Müslümanlar “hazır” olmuş olacaklar. Radikal İslamcılıktan tövbe edip liberal İslam’a geçerek “doğru yolu bulan” Mısırlı adamın bize örnek gösterilmesi bu yüzdendir. BM’nin ve tekel basınının ısrarla “zenginliğimiz olan farklılıklar”, “bir arada yaşama” diye bize satmaya çalıştığı şey, farklılıkları yok ederek tek tipleştirme çabasıdır. Kendine bu tek kültürün dışında yer arayan her Kuran bağlısı (Habil), gelecekteki/potansiyel “terörist” olarak egemenlerin, Tağut’un, Kabil’in hedefinde olacaktır.
Bu bölümde Freeman’dan talihsiz bir soru işitiyoruz: “Tanrıyı kim yarattı?” Bu aptalca soruyu önce Mısır’da bir Müslümana, sonra bir Katolik papaza soruyor. Katolik papaz Büyük Patlama ile evrenin yaratılışının hiçbir ilgisinin bulunmadığını öne sürüyor. “Büyük Patlama’dan önce ne vardı?” sorusuyla “Tanrı’yı kim yarattı?” sorusu aslında aynı soru. Nedenlerin bir ilki olması gerektiğini ve bu ilk nedenin nedensiz olması gerektiği mantıksal bir zorunluluktur. Bunlar bu mantıksal zorunluluğu inkar ettiğinizde soracağınız sorulardır. Tanrı’yı kimin yarattığı sorusuna “Irnat yarattı” diye yanıt alsa ne olacak? Irnat’ı kimin yarattığını soracak ve aldığı hiçbir yanıttan tatmin olmayacak. Yani bu sorular, nasıl bir yanıt beklediğini hiç bilmeyen veya yanıtı merak bile etmeyenlerin soracağı sorulardır. Nitekim soruyu sorduğu Ahmed Ragab, “evrenden önce başka bir şey vardı” diyerek aslında soruyu yanıtsız bırakıyor.
Benzer bir yanıtsızlığı Hindu dinindeki ilk yaratılış öyküsünü anlatan Hindu uzmanında görüyoruz. Uzman, Hindu inancında bir ilk yaratılış öyküsü bulunmadığını, Hinduların ilk yaratılışa inanmadıklarını, varlığın hep var olduğunun düşünüldüğünü söylüyor. Yaratılış başladığında daha tanrılar ortada yoklarmış! Freeman ikinci bölümde zamanın sona ermeyeceğini söylemişti, şimdi Hindu inancındaki başlangıçsızlığın kendisine çekici geldiğini söylüyor. Kullandığı sözcüğe dikkat: Mantıklı demiyor, makul demiyor, tatmin edici demiyor, çekici (İng. appealing) diyor. Freeman gerçek yanıtları değil, hoşuna gidecek yanıtları arıyor.
En düzgün açıklamayı hem astronom hem de rahip olan Giuseppe Tanzelanitti yapıyor. Bir ilk neden olması gerektiği, Büyük Patlama’nın böyle anlaşılması gerektiği, Tanrı’nın zaman ve uzayla sınırlı olmadığını söylüyor. Ama Freeman ya yanıtı anlamıyor, ya da montajda atılan yanıtlardan yola çıkarak astronomun “bir başlangıç ve bir son olmadığı” yanıtını “beğendiğini” söylüyor. Astronomdan açıkça işittiğimiz cümleye rağmen “Tanrı’nın zaman ve uzay olduğunu” söylüyor.
Bölüm şu sözlerle bitiyor: “Her dinin farklı ilk yaratılış öyküsü var, bu öyküleri paylaşmıyoruz. Ama paylaştığımız bir şey var, var olmanın harikalığı ve duyduğumuz şükran.” Farklı inançların kardeşliği zorlaması ancak bu kadar oluyor. Tanrı olmayınca şükran (İng. gratitude) nasıl olur? Bir tanrıtanımaz, bir bilinemezci (agnostik), bir Zen Budisti kime şükran duyacak? Benimle aynı şeye duymayacağı kesin.
Beşinci Bölüm: “Kötülük Neden Var?”
İkinci bölümde şeytana uyup radikal İslamcı olmuş, sonda tövbe ederek seküler liberalizme teslim olmuş bir örnek görmüştük. Bu bölümde de ikiz şeytan kardeşlerin ikincisi olan Neo-Nazilere uymuş, sonra tövbe ederek liberalizme teslim olmuş bir örnek gösteriliyor. Önceki örnekte olduğu gibi, burada da fikirler kesinlikle konuşulmuyor. Bunların asgari saygıyı, işitilmeyi, konuşulmayı hak etmeyen fikirler olduğu baştan kabul edilmiş.
Din Nedir ve Kuran’a Göre Hayvanseverlik yazılarımda, kötülüğün şiddete denk olduğuna bizi inandırmaya çalışan pek çok kişi olduğundan söz etmiştim. Kafamızdaki kötülük kavramını şiddet kavramına denklememiz pek çok kişinin işine yarayacak çünkü politik güç sahibi olmuş, basını ve üniversiteyi ele geçirmiş, sermayeyi ele geçirmiş suçluların rahatça suç işlemeyi sürdürebilmesi buna bağlı. Çünkü bu bir avuç egemen, şiddetsiz suçlar işliyor. Eğer kafamızdaki kötülük kavramının yerine şiddet kavramını yerleştirebilirlerse, sekiz milyar koyunla dolu bir gezegende hiçbir dirençle karşılaşmayacaklar. Bu kadar basit.
Bu belgesel de aynı okuldan geliyor, aynı egemenlere hizmet ediyor. Kötülüğün kaynağını ararken verdikleri örneklerden biri eski bir Neo-Nazi. Anlattığına göre can yakmış ve yakmak istemiş biri. Öbür örnek üç kadının ırzına geçmiş bir psikopat. ABD’de yedi milyon mahkum var. Dolandırıcıları, hırsızları, uyuşturucu satıcılarını, köle ve mülteci tacirlerini, vatan hainlerini atlıyor, şiddet suçlusunu örnek gösteriyor. Bir yandan feminizm de aşılanmaya çalışıldığı için, kendi çocuğunu öldürenleri, seri katilleri atlayıp kadınlara tecavüz eden birini örnek gösteriyor. Bu mahkumun klinik anlamda psikopat olduğu, yani karşısındakinin hissettiklerini hissedemediği söyleniyor. Sorunun yanıtına yaklaşmak için ruh sağlığı yerinde bir örnek seçmeleri daha doğru olurdu. Ama belli ki doğruluk dışında öncelikleri var.
Ardından Mısır’a gidiyoruz ve hiyerogliflere bakıyoruz. Eski Mısır mitolojisine göre sorgu gününde ölülerin kalbi tartılıyor, kalbinde suç/günah ağırlığı olanlar cennete gidemiyorlar. Buradan yola çıkarak belgesel sorgu günü, ödül ve ceza kavramının Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve İslam’a Eski Mısır’dan geçmiş olduğuna inanmamızı bekliyor. Bu tipik bir önce-sonra safsatasıdır. Tevrat, İncil ve Kuran’ın Sümer’deki Kökeni adlı kitapta da benzer tez savunulmaktadır. Burada görmezden geldikleri veri, Nuh’un, İbrahim’in, Zekeriya’nın, Yusuf’un, Musa’nın ve bunların çağdaşı olup kitaplarda adları anılmayan elçilerin ne zaman yaşadıklarını bilmiyor olmamız. İbrahim Sümer’den önce yaşadıysa kitabın tezi çöküyor. İbrahim hiyerogliflerden önce yaşadıysa filmin tezi sarsılıyor çünkü İbrahim’in ve önceki elçilerin ölüm sonrasından söz edip etmediklerini bilmiyoruz. Bu tezlerin “ilk tektanrıcı Musa” iddiasından da güç aldığını anımsatmaya gerek görmüyorum.
Ardından Zerdüşt rahibe gidip şeytanın “içimizde mi, dışımızda mı” olduğu sorusunu yöneltiyoruz. İçimizde olduğunu öğreniyoruz. Ancak burada üstünde duracağım şey başka. Zerdüşt rahip, kötülük güçlerini temsil eden bir kişileştirmenin üç dine Zerdüştlükten geçtiğini söylüyor. Yanlış olduğunu söylemeyeceğim, çünkü bunu söyleyebilmem için Avesta’nın içeriğini bilmem gerekiyor. Ama Freeman ne Avesta’ya bakıyor, ne Eski Ahit’e, ne Yeni Ahit’e, ne de Kuran’a. Sözgelimi Yeni Ahit’in şeytanıyla Kuran’ın şeytanı arasında önemli farklar var. Bilgiyi asıl kaynağında aramamız gerektiği ve kısa yanıtlar aradıkça yanılma payımızın artacağıyla ilgili bir ders daha alıyoruz.
Tövbeli Neo-Nazi’ye gelelim. Gençliğinde Naziliğe nasıl sürüklendiğini anlatırken “şu tiplerle tanıştım, bana yiyecek ve barınak verdiler” diyor. Çekici gelen fikirleri, o fikirlerin neden yanlış olduğunu kesinlikle tartışmıyor. “Bütün dünyanın canını yakmak istiyordum” diyor. Sanki faşizm diye bir ideoloji hiç var olmadı, sanki bu adamlar “haydi kötülük yapalım” diyerek bir araya gelmiş çizgi film kahramanlarıydı. Çocuk zekasına seslenen bir yayın… Kimse sırf kendisine iş, aş verdi diye bir başkasının fikirlerini benimsemez. Adamın konuşmalarındaki bu sığlık, bende bu adamın Nazi olmayabileceği kuşkusunu uyandırıyor. Bir grubun arasında görünerek, fotoğraflar çektirerek gençliğinde onlardan biri olduğunu söylemek zor değildir. Haziran 2013 gösterilerine katılan Anti-Kapitalist Müslümanlardan birkaç kişiyi tanıyor diye, onların arasında kısa bir süre bulundu diye yabancı bir gazeteci benim bir arkadaşımla röportaj yapmıştı. Yayıncı şirket arkadaşımdan duymayı umduğu resmi ideoloji karşıtı, feminist ve liberal cümleleri duyamayınca röportajı yayınlamamayı seçti. Bu iş böyledir. İstediğiniz yanıtları arar, derler ve kendinize bir “belgesel” yaparsınız.
Nazi Bey’in dikkat çekici bir başka repliği şu: “Bazı insanların aşağılık olduğunu düşünüyordum. Kendime gelince kendimin aşağılık biri olduğunu düşünmeye başladım.” Bu, Nazilerin, faşistlerin ve bu belgeselde onlara denk tutuldukları için radikal İslamcıların aşağılık insanlar olduğunu dolaylı yoldan söylemektir. Liberalizm zaten faşizmden ve benzerlerinden farksız bir ideolojidir. Liberalizmin kitabında, liberalizme boyun eğmeyen herkes aşağılıktır. Yeşiller ve Sol Gelecek partili bir genç bana içinde bulunduğu derin çelişkiyi çok net biçimde açık etmişti: “Partimizin kapıları herkese açık; faşistler hariç.” Bu durumda kendi partisinin de faşist olduğunu anlamak istememişti. Feministler erkeklere karşı yapılan ayrımcılığın ayrımcılık olduğunu kabul etmiyorlar. Hayvanseverler hayvanlara kötü davrananların yaşama hakkı olmadığına inanıyor. Din özgürlüğünü savunanlar, din özgürlüğüne karşıt fikirlerin düşünce özgürlüğü kapsamına girmediğini düşünüyorlar. Tanrı’yı kişiselleştiren liberalizmin her yerinden çelişki fışkırıyor.
Belgesel, “Kötülük neden var?” sorusunu sorduktan sonra kötülüğün ne olduğunu ve insanların ona neden çekildiğini tartışmayarak içtenliğini bütünüyle yitiriyor. Ne eski IŞİD’ciye, ne de eski Nazi’yle onlara hangi fikrin çekici geldiği, bu fikirlerin neden yanlış olduğu konuşulmadı. Psikopatla konuşulacak bir şey yoktu zaten, çünkü adam kötülük yaptığının farkında değil.
Altıncı Bölüm: “Mucizelerin Gücü”
Yahudilerin Fısıh bayramıyla ilgili bilgi almak için konuştuğu haham, “İsrailli ilk kadın haham”. Herhangi bir hahamdan alabileceği bilgiyi ona soruyor. Çünkü; feminizm. Dizinin her üç sezonunda danışılacak uzmanların özellikle kadınlardan seçildiği çok belli oluyor. Freeman, Yahudi aileyle birlikte törensel Seder yemeğine oturuyor. Bu arada sözü edilmese bile ikinci bölümde bize Kumran yazmalarını anlatan kadın arkeoloğun sofrada olduğu gözümüzden kaçmıyor.
Hahamın söyledikleri önemli. “Bugün bizim için kimsenin denizi yaracağını sanmıyorum” diyor. Yani geçmişte denizin yarıldığına inanmıyor. Nitekim arkasından “Tevrat bir tarih kitabı değil, bir fikir kitabı” diye ekliyor. Haham, Musa’nın denizi yardığına inanmıyor. Bu, Rabbani Yahudiliğin hahamlarının genel görüşüyle çelişen, kabul edilemeyecek aykırı bir yorum olsaydı kuşkusuz belgesele koymazlardı. Tevrat’ın gerçekleri anlatan bir kitap değil, bir fikir kitabı olduğunu söylemesi çok önemli. Birincisi, bugünkü Tevrat’ın Musa’nın hakiki sözleri olmadığını onlar da biliyorlar. Pek çok Yahudi kaynağında bu açıkça yazılmıştır. İkincisi, Tevrat eğer gerçekleri anlatan bir kitap değilse, onun öğrettiği fikirler herhangi bir gerçeğe dayandığı için değil, Yahudilerin hoşuna gittiği için benimseniyor olmalı. Nitekim onda bulunan ama hoşlarına gitmeyen yasaları uygulamıyorlar. Kuran’ın “ya Tevrat’a, ya Kuran’a bağlı olun” (28:48-49[13]) buyruğu bu bilginin ışığında anlam kazanıyor. Üçüncüsü, bu bakış açısı vurguyu Tanrı kavramından alıyor, seçilmiş olma kavramına yüklüyor. Ateist Yahudilerin hâlâ Yahudi sayılmaları, ateizmin onları seçilmiş olma fikrinden vazgeçirmemesi bunun kanıtıdır. İkinci bölümde konuşan hahamın Mesih’in krallığının “tanrısal olmayacağını” söylediğini anımsayalım. Hahamlar Yahudilikte aslında hiçbir şeyin tanrısal olmadığını söylemiş oluyorlar.
Önemli bir ayrıntı daha şu: Freeman, Fısıh’ı anlatırken bayramın temsil ettiği mucizelerin gerçek olduğunu kabul ederek, geçmiş zaman kipiyle anlattı. Haham’a bunların gerçek olup olmadığını sormadı. Ama Vatikan’daki rahibe gittiğinde “İsa gerçekten suyun üzerinde yürüdü mü?” diye soruyor. Hristiyan mucizelerine kuşkuyla bakıyor, Yahudi mucizelerini sorgulamıyor. Yazar ve sunucu bunu belki de bilmeden yapıyorlar. Morgan Freeman’ın başrolde oynadığı Driving Miss Daisy filminde belirgin bir Yahudi övücülüğü olduğunu anımsayınca taşlar biraz daha yerli yerine oturuyor.
Vatikan’dan sonra psikolog Daniel Oppenheimer’a mucizenin ruhsal yönünü soruyor. Psikolog olasılıkla ilgili güzel bir sunum yapıyor. Bir desteden beş oyun kağıdı çekiyor ve özetle diyor ki: “Bu kağıtların yan yana gelme olasılığı şu kadar milyonda bir idi. Bunlar eğer senin istediğin kağıtlar olsaydı bunun bir mucize olduğuna inanabilirdin.” Doğru söylüyor. Geçen hafta Sayısal Loto’yu kazanan sayıların çekilme olasılığı ile 1, 2, 3, 4, 5 ve 6’nın çekilme olasılığı kesinlikle aynı. Ama sayısal loto oynayan arkadaşım, elimin uğuruna inandığı için bana uzattığı kuponu bu sayılarla doldurunca, olasılık kavramını anlamadığı için bana kızıp kolonu iptal ediyor.
Bu röportajdan sonra eski Roma’daki kumar geleneğinden, kazanmak isteyenlerin tanrılara ettiği dualardan söz edilerek şöyle demeye getiriliyor: “Roma’da mucize fikri kumarla ortaya çıktı.” Bu önerme bilimsel tabana pek oturmuyor. Çünkü kumar bilmeyen, uygar olmayan toplumlarda da doğaüstü güçlerin insana olmayacak yollarla yardım ettiği inancına rastlanabiliyor. Tanrı’nın insana doğa yasalarını çiğneyerek yardım ettiği inancının doğru olduğunu söylemiyorum. Bu konuyu bir başka yazıda ayrıntısıyla tartışacağım. Ancak filmin alt metninde sanki Musa’nın denizi yarmadığı, İsa’nın gerçekten çarmıha gerildiği, peygamberlerin Tanrı’dan esin almadıkları mesajı var.
Roma’dan sonra Daoist bir astrologla (rahip?) görüşüyoruz. Hristiyan inancına karşı kuşkucu yaklaşan Freeman, Daoist rahibe (astroloğa) soru sorarken “Biz Hristiyanlıkta böyle düşünüyoruz” gibi ikiyüzlü bir cümle kuruyor. Hristiyan izleyiciye “sizdenim” mesajı vermeye çalışıyor ama bu küçük sahtekarlığı yalnızca dikkatli izleyici fark ediyor.
Çinli astrologla röportaj bittikten sonra Freeman Efendi o aldatıcı gülümsemesi eşliğinde repliği çakıyor: “Tanrısal müdahale sandığımız şey yalnızca rastlantılardır. Belki de yaşamlarımızı denetim altına almak için bu kadar çabalamamalıyız, biraz koyvermeliyiz.” İzleyiciye koyun olması, önünden otlaması, etliye sütlüye karışmadan kuzu gibi yaşaması, vakti gelince de mezbahaya girmesi mesajı böylece verildikten sonra Mısır’a geçiliyor.
“Tıpla inancın tedavide yan yana kullanıldığı” tarihi hastaneyi bize doktor ve İslam tarihçisi Ahmed Ragab anlatıyor. Yapımcı hem tıptan hem İslam tarihinden anlayan bir kadın bulamamış olacak! Freeman konuyu ancak kafasındaki klişelerle anlamaya çalışıyor: “Hastalar buraya gelip hem en ileri tıp, hem de Tanrı’nın mucizevi müdahalesiyle iyi olmayı umuyorlardı.” Sözlü duanın, olumlu telkinin laboratuvarda da saptanabilen iyileştirici etkisini “mucize” diyerek yok sayıyor; hurafe sınıfına sokmaya çalışıyor. Kafasındaki tanrı imgesi Kitabımukaddes’in “müdahale eden” tanrısı.
Ardından “iyileşmez” denen tümörlerinden mucize eseri iki günde kurtulduğunu öne süren bir kişiyi dinliyoruz. Sonra çıkıp Hindistan’a gidiyor, bir Budist rahiple konuşuyor. Rahip, Budizmin kurucusu Sidarta Buda’nın aydınlanma yaşadığı günlerde haftalarca hareket etmeden, gözünü kırpmadan oturduğunu söyleyerek Freeman’a ortayı yapıyor. Topu göğsünde stop eden Freeman, başından beri yapmak için kıvrandığı genellemeyi çakıyor: “Demek ki bütün dinler mucize tabanlı.” Oysa Buda aydınlanma yaşarken yiyip içmiş olsa da olmasa da olayın özü değişmemeli. İsa’nın ne öğütlediğini anlamak için suda yürümesine gerek olmadığı gibi. Kuran’ın benimsenmesi için Muhammed’in Ay’ı yarması gerekmediği gibi.
İkincisi, bu genellemeyi yaparken bütün dinleri tek tek öğrenmesi gerekirdi. “Bütün dinlerin” ne demek olduğunu bilmesi için de Din Nedir’de yaptığım çözümlemeyi yapabiliyor olması gerekir. Freeman Hindistan’dan ayrılmadan Buda hakkında şunu söylüyor: “İronik bir durum. Hepimizin içinde olan gücü kullanmayı öğütleyen kişinin tanrısal bir varlık olduğu düşünülüyor.” Bir kişinin bunu söyleyebilmesi için Tanrı’yı insanın bütünüyle dışında varsayması gerekir. Yani “içteki potansiyeli kullanmaya çağıran adamın dışarıdan görevlendirilmiş olduğunu” düşünmenin bir çelişki olduğunu söylemiş oluyor. Evet, çelişkidir. Ama Tanrı, Freeman’ın inanmamızı istediği gibi “dışta” olmadığı için çelişki değildir. “Bütün inançlara eşit uzaklıkta olma” ezberininin yanlışlığı anlaşılmıştır umuyorum. Freeman altı bölüm boyunca bize kafasındaki Tanrı kavramını aşıladı ve adını “Tanrı’nın Öyküsü” koydu.
Gerçek çelişki Budizmde değil, Freeman’ın verdiği mesajda. Birkaç dakika önce bize fazla çabalamanın boş olduğunu söyleyip “koyverin gitsin” demişti. Şimdi de sandığımızdan çok daha güçlü olduğumuzu, yalnızca içimizdeki potansiyele yoğunlaşmamız gerektiğini söylüyor. Eh, yalan söyleyen herkes er geç kendisiyle çelişecektir.
Sonuç
Film izleyerek bir şey öğrenilebileceği fikrine uzağım. Bu yazıyı veya filmlerle ilgili değerlendirme yazılarını, bunları yapıp gösteren şirketlerin toplumun her kesimini nasıl yönlendirebildikleri hakkında nitelikli fikir sahibi olabilelim diye yazıyorum. Doğruların ve iyiliklerin insanlara anlatılmadığı her yer ve zaman, yanlışlarla ve kötülükle dolar. Bu, doğanın yasasıdır. Boşlukların hangi yanlış ve kötülüklerle doldurulduğu, iyilik ve doğruluğu kovalayan insanlar için önemlidir.
Bu belgesel gerçeği aramıyor, önceden doğru olduğuna karar verilmiş belli bir gerçeklik algısını sunuyor. Belgeselin kanıtla, doğrulukla işi yok. Like, appeal, belief gibi sözcüklerin sık kullanılması bundan. Kötülük kavramını şiddet kavramıyla değiştirmesi, köktenci İslam ve faşizm ideolojilerini konuşmaya bile gerek görmeyip mahkum etmesi de önemli. Liberal İslam dışındaki bütün yorumları köktenci ve tü-kaka olarak damgalıyor.
Kuran bilgisinin tabana yayıldığı, İslam’in en azından özünün bilindiği bir ülkede bu belgesel yayınlanmazdı. Alıcısı olmazdı; sorulmamış bir soruya yanıt olurdu. Dahası, toplumun okur-yazar kesiminde ve ana-babalarda daha doğru yanıtlar varken, yanlış yanıtları içeren yayınlar ciddi olumsuz tepki alırdı. Şu anda meydan bomboş olduğu için davulu, zurnası olan herkes kendini dinletebiliyor.
Böyle yapımların hem Batı’da hem ülkemizde saygınlık görmesi ve yansız olduğunun sanılması derin bir cahilliğin işaretidir. Sorulara özellikle net yanıtlar vermeyerek sevimli görünen bu tür yapımlar dinin veya Tanrı’nın birer “inanç konusu” olduğu izlenimini güçlendiriyor. Net, kesin, keskin yanıtlara gerek olmadığı fikri liberalizmin temelidir. Ve liberalizm İslam’ın değilidir. Bu yüzden nadiren doğru veya makul yanıtları içerse bile bu belgesel liberalizm çemberinin içinde kalan bir arayışı, yani sonuç vermeyecek bir arayışı temsil ediyor.
Türk izleyicisine biraz daha “uygun” olsun diye yapılan isim değişikliği aslında bu içeriğe daha uygun olmuş. Çünkü “Tanrı’nın Öyküsü” adıyla altı bölümü duyunca akla kavramın kökeniyle ve işleviyle ilgili şeyler geliyor. Tanrı’nın iyilik, güzellik, gerçek kavramlarıyla ilişkisi hakkında hiçbir şey bulamadık. Tanrı kavramının doğuşuyla ilgili doğrudan veya dolaylı hipotezler kuran çok sayıda tarih ve bilim yapıtını karıştırdım. Kimisi pek ufuk açıcıydı. Kimisi Kuran’ı benim için daha anlaşılır kıldı. Bu belgeselde ise böyle bir içerik yok.
Dipnotlar
[1] “For better or worse, the power of religion touches our lives, no matter what our faith.This is Morgan Freeman’s journey to discover how our beliefs connect us all.”
[2] Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsanız Cemre Demirel’in yazısı, Eric Hufschmid‟in Sancılı Sorular, Jim Marrs‟ın Sırlar Operasyonu, Thierry Meyssan‟ın Dehşetengiz Hile kitapları iyi bir başlangıç olabilir. Loose Change, In Plane Site, 9/11 Eye Witness, September Clues ve The Missing Links belgesellerini öneririm. The Missing Links filmi İsrail bağlantılarını gösterdiği için internette yasaklanmakta ve engellenmektedir.
[3] “A tiny percentage of Muslims are waging war against the West”
[4] Dikkatli okuyucular bunun kesinlikle olanaksız olduğunu bildiren ayetleri anımsayacaklar. Ben gözlediğim ve Batı’nın gözlediği olanaksızlıktan söz ediyorum, güvendiğim olanaksızlıktan değil.
[5] O, Başlangıcı Olmayandır [evvel]; Sonsuz Olandır [ahir]. Her Şeyde Görünendir [zahir]; Gözlerden Gizlenendir [batın]. Çünkü o, her şeyi Bilendir. 57:3 (Ali Rıza Safa)
Ve kuşkusuz, sonrası da öncesi de Bizimdir. 92:13
[6] Halbuki o göklerde de Allah, yerde de; sizin içinizi de bilir, dışınızı da… 6:3 (Elmalılı Hamdi Yazır)
Burada Allah’ın hem göklerde hem yerde olduğu söylenmiş oluyor. “Gökler” sözcüğünün yalnızca uzay boşluğunu anlatmadığını bildiğimize göre (bkz. 7:40,162, 11:52), hem akılla kavranabilen evrende (içkin), hem de onun ötesinde (aşkın) bulunduğunu söylemiş oluyor.
[7] …Ve kesinlikle iyi bilin ki, Allah, kişi ile yüreğinin arasına girer… 8:24
Oysa gerçek şu ki, insanı biz yarattık. Benliğinin ona ne fısıldadığını da biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız. 50:16
Kullarım beni sana sorduğunda kuşkusuz Yakınım. Bana yakarışlarda bulunduğunda yakarış yapanın yakarışlarına yanıt veririm… 2:186
[8] Kuran’da Müslümanın yürütmesi gereken diyalog açıkça belirtilmiştir: “De ki: ‘Ey kitap halkı! Hem sizin için hem de bizim için birbirinin tıpkısı olan ilkelere gelin: Allah’tan başkasına hizmet etmeyelim; hiçbir şeyi ona ortaklar koşmayalım; Allah’tan başka bir de ayrıca birbirimizi efendiler edinmeyelim!’ Yüz çevirirlerse şunu söyleyin: ‘Teslim olduğumuza siz de tanık olun!’” (3:64). Yahudi ve Hristiyan, yalnızca Kuran’ın Tanrısı’na kulluk ediyor olsaydı böyle bir çağrının gereği ve anlamı olmazdı. Müslümanlar Kuran’ı çöpe attıkları için Kuran’ın istediği diyalogu yürütmekten çok uzaktalar. Bu durumda Kitaplı’nın önayak olduğu “diyalog”, Müslümanları Kuran’dan biraz daha uzaklaştırmanın sinsi aygıtlarından bir başkası olmaktadır.
[9] İnsanlar bir tek topluluktu. Allah muştulayıcı ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Ayrıca onlarla birlikte insanların uyuşmazlığa düştüğü konularda aralarında yargı vermek için kitapları gerçek olarak indirdi. Oysa kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra, aralarındaki çekemezlik yüzünden onun hakkında uyuşmazlığa düşenler, o verilenlerden başkası değildi… 2:213
Zaten insanlar bir tek topluluktan başka değildi. Sonra uyuşmazlığa düştüler… 10:19
[10] İbrahim, Yahudi de değildi, Hristiyan da değildi, ancak doğruya yönelen bir Müslümandı, ortak koşanlardan da değildi. 3:67 (Hüseyin Atay)
[11] Öğretim üyelerinin itiraz seslerini duyar gibiyim. Normal koşullar altında bir denekle deney tamamlandıktan sonra sonucu yok saymak, üniversitelerce kabul edilmiş “bilim etiğine” aykırı olacağı için bunu yapmadıklarını varsayıyorum. Ama benim gibi “arızalı” bir denek, deney yönteminin doğruluğu konusunda kendileriyle inatlaştığında o deneği deneye almazlar. Rastgele deneklerle yapılmış sözel çalışmaların raporlandığı pek çok bilimsel makale karıştırdım, hiçbirinde “işbirliği yapmayan denekler” veya “deneyi yarım bırakanlar” veya “gönüllü olmaktan vazgeçenler” gibi bir kategori raporlandığını görmedim.
[12] George Peter Murdock, Atlas Of World Cultures, 1981, University of Pittsburgh Press.
[13] …Oysa daha önce Musa’ya verileni inkar etmemişler miydi? Dediler ki: “Birbirini destekleyen iki büyü; aslında tümünü inkar ediyoruz!” De ki: “Allah’ın katından bu ikisinden daha çok doğru yola eriştiren bir kitap getirin ona uyayım; eğer doğruyu söylüyorsanız?” 28:48-49
Bu günlerde diziyi izliyorum Dini bilgimin sadece ailemden geçen geleneksel Müslüman ailesi bilgisinden öteye geçmemesine rağmen İnancın Öyküsü’nde Morgan Freeman’ın bilinçaltı mesajlarla İslamiyeti kötü din olarak gösterme çabasını hissettim. Elbette sizin kadar olmasa da değindiğiniz birçok bilinçaltı olumsuz göndermeleri fark ettim. Çok üzüldüm. ve bu aşağılama fark edilmiş mi diye nette araştırmaya başladım. Onlarca sayfaya ve yoruma gittim hepsi diziye övgüydü. Allah’a şükür ki sizin bu eleştirel yorumunuzu buldum. yazdıklarınız sanki ben yazmışım gibiydi. Çok teşekkür ediyorum. Bu vesileyle de sizi fark etmiş oldum. Sayfanızda uzun süre kalıp yazdıklarınızı okumaya karar verdim. Tekrar teşekkür ederim.
Tek bir kişi yararlandıysa bile amacına ulaşmıştır. Değerli geribildiriminiz için ben teşekkür ederim. Yorumlara geç yanıt verebilirim, takılmayın. Okumadığım anlamına gelmiyor.