“Kuran’da Neden Beyin Yok Da, Kalp Var; Kalple Düşünmüyoruz ki?”
Bu, özellikle Kuran’ı çürütmek üzere soruluyorsa, iddialı bir soru. Çünkü soruyu soran, beyinle düşündüğümüzü bilme iddiasında. Yani insanı insan yapan ve öbür canlılardan ayıran şeyin beynin içinde bir yerlerde saklı olduğunu bilme iddiasında. “Beyinle düşünüyoruz” önermesi, düşünce sözcüğünün kapsamıyla sınırlı kalmayıp yaşamda verdiğimiz her kararı akılla verdiğimiz savını içerir. Buna göre aklı üstün olan kişi doğru karar verir, aklı yetmeyen yanlış karar verir. Tıpkı duygularından arınmış ve kusursuz mantık sahibi bir insan betimlemesi olan Mr. Spock’ın öne sürdüğü gibi:
Mr. Spock: “Mantık, çoğunluğun gereksinimlerinin azınlığın gereksinimlerine yeğlenmesini açıkça buyurur.” (Uzay Yolu dizisinden ekran görüntüsü)
Kuran’ı cahil bir Arabın yazdığını öne sürenler de Spock gibi düşünürler ve başlıktaki soruyu sorarlar. Şimdi Mr. Spock’ın ve onun temsil ettiği pozitivist, maddeci kişilerin nerede hata yaptıklarını (veya neyi bilmezden geldiklerini) arayalım.
Önce şunu bir saptayalım: Tanrıtanımazlar, maddeciler, pozitivistler dahil herkes kalp veya yürek sözcüğünü deyimsel anlamda kullanır. Cesaretli adama “yürekli”, acımasız adama “kalpsiz” denir. Kalbin veya yüreğin yerine beyni, aklı, zihni koyamayacağımız yüzlerce deyim var her dilde; tek tek sıralamak gereksiz. İlkel nitelemesiyle haksız yere aşağılanan, uygarlık kurmamış toplumlarda bile zihnin, bilincin yeri beyin olarak bilinir, öyle hissedilir. Hem bu insanlar, hem de modern insanlar heyecanlandıklarında veya sevgilerini belirtmek istediklerinde kafalarını değil, göğüslerini gösterirler. Her insan büyük tinsel acılar çektiğinde göğsüne veya karnına dokunur. Ve her insan bir sersemlik yaptığında göğsünü değil, başını ellerinin arasına alır. Bunlar kültüre göre değişmeyen ve kısa bir antropoloji taramasıyla doğrulanabilecek sabitler. Bunu bir kenara not edelim.
Şimdi bu bilgiye daha çarpıcı bir bilgiyi ekleyeceğiz:
İnsanlar Çoğunlukla Bilinçleriyle Karar Vermezler!
Birinci Veri: Tren Deneyi
Bir felsefe profesörünce 1967’de yapılan deney şöyle: Deneklere bir soru soruluyor. “Freni tutmayan bir vagon rayda ilerliyor. Az ileride raya zincirli beş kişi var, sen de makasın başındasın. Makasın öbür yanındaki rayda ise bir kişi var. Makası çeker, vagonu yan raya geçirir ve bir kişiyi öldürmek pahasına beş kişiyi kurtarır mısın?”[1]
Deneklerin kesin çoğunluğu bu soruya aynı yanıtı veriyorlar. Yanıtlarını gerekçelendirmeleri istendiğinde ise zorlanıyorlar. Sorunun farklı çeşitlemeleri soruluyor. Örneğin her organı kusursuz bir başarıyla nakledebilen bir doktorun her biri ayrı organlar bekleyen beş ölümcül hastası var. Bir gün hastanede domuz gibi sağlıklı birine rastlıyor ve ondan canını bu beş kişi için vermesini istiyor. Adam kabul etmemesine rağmen doktor bu adamı kesmeli ve beş kişiyi kurtarmalı mı? Birinci sorudaki kararını gerekçelendiren denek, aynı gerekçeyi ikinci kararına uygulayamıyor örneğin. Sorular değiştikçe ve çeşitlendikçe denekler verdikleri kararları savunmakta bocalamaya ve tutarsızlaşmaya başlıyorlar.
Konumuz bu soruların doğru yanıtını aramak değil. Konumuz deneklerin tutarlı ve şaşmaz ilkeler belirlemiş olmamalarına karşın veya varsa bile bu ilkeler üzerine hiç düşünmemiş olmalarına karşın nasıl hızla yanıt verebildikleri. Bu tuhaflığı aklımızda tutarak ikinci veriye geçelim.
İkinci Veri: Libet Deneyi
Max Planck Biliş ve Beyin Bilimleri Enstitüsü’nde yapılan deneyde, deneklere düğmeye sağ veya sol elle basmaları söyleniyor. Yalnız, sağ veya sol elle basma kararını ne zaman verdiklerini hatırlamaları isteniyor. Bunu yaparken manyetik rezonans aygıtı ile beyinleri taranıyor. Taramada gözüken küçük bölgesel etkinlikleri izleyerek araştırmacılar deneğin hangi kararı vereceğini denekten önce kestirebiliyorlar. Yani verdiği /vereceği kararın bilgisi deneğin bilincine ulaştığında, bilinç dışı bölgede karar çoktan verilmiş oluyor.[2]
Bu gözlem, tren deneyindeki deneklerin hızlı karar verip verdikleri kararı açıklamakta zorlanıyor olmalarıyla uyuşuyor. Yani verdiğimiz ahlaki kararları bütünüyle bilinçli olma durumunda vermiyoruz. Önce karar veriyoruz, sonra bu kararı bilinç düzeyinde değerlendiriyor, sınıyor ve onaylıyor veya değiştiriyoruz. Elbette verilen kararı değiştirmek olanaklı olmakla birlikte ender görülen bir durum.
Libet deneyinin sonuçlarını “insanda özgür iradenin olmadığı” biçiminde yorumlayan bir sürü kaynak bulabilirsiniz. Bu kesinlikle yanlış bir yorumdur; ayrı bir bölümde tartışacağım. Doğadaki Ayetler[3] yazımda bildirdiğim üzere insanın özgür irade sahibi olmadığını söylemek yıkıcıdır; kötülüktür; suçtur; yasaktır (6:148, 7:28, 16:35…).
Ahlaki kararların düşünceden önce verildiği, bilinçli düşüncenin yalnızca sonradan devreye girdiği ve çoğunlukla bu kararı doğrulamak için gerekçeler aradığı bulgusu şu iki kitapta, daha geniş bir ahlaki bağlam içinde yorumlanıyor:
- Faith Instinct – Nicholas Wade, 2009. “İnanç /Din Dürtüsü” olarak Türkçeleştirilebilecek bu kitabın “Moral Instinct” bölümüne göz atabilirsiniz. Tiksinti gibi içten gelen, ussal bir kaynağı bulunmayan ama davranışlarımıza çok belirgin olarak yön veren dürtüler de yorumlanıyor kitapta. Meraklısına tavsiye edilir.
- Religion Explained: The Evolutionary Origins Of Religious Thought – Pascal Boyer, 2001. Bir antropoloğun yazdığı ve çok okunan bu kitapta, dinin evrimsel kökenleri araştırılıyor. Evrim sözcüğünü duyunca kimisi yerinden zıplıyor, biliyorum. Ancak bu kitapta bulacağınız ve çoğunu farklı kaynaklardan da doğrulayabileceğiniz saptamalar, insanın kararlarını salt zihinle, yani simgesel ifadesiyle salt beyinle değil, vicdan gibi içsel dürtülerle, yani simgesel ifadesiyle yürekle vermesine ipucu oluşturuyor. Meraklısına tavsiye edilir.
Bu gerçek aslında hayatın içinde her yerdedir. Gözlenebilir, tanık olunabilir. Örneğin kimi zaman verdiğimiz ahlaki kararları “içim elvermedi” veya “canım öyle istedi” gibisinden kendimizin de anlamadığı ifadelerle savunuruz. Örneğin giysi veya hediyelik eşya seçerken karmaşık analitik karar verme süreçleri uygulamayız genelde, yalnızca “beğeniriz”. Biri bize neden şunu değil de bunu beğendiğimizi sorana dek seçimimizi haklı çıkarmaya çalışmayız. Örneğin külüstür arabasıyla pahalı bir arabaya çarpmış kişinin borcu, pahalı arabanın sahibi tarafından bağışlandığında bunu ussal biçimde savunamaz. Oysa kuramsal bakışla adil olan, kişinin kendi neden olduğu zararı kendisinin ödemesidir. Örneğin severek evlenen çiftler için evlenme kararı çoğu zaman ussal (rasyonel) değil duygusal bir karar olmuştur. Bu durum maddeci ve hazcı kişiler, ateistler için bile böyledir. Pozitivizm tartışması bağlamında değil de neşeli bir sohbet arasında sorarsanız bunu kendi ağızlarıyla itiraf ettiklerine tanık olabilirsiniz! Kültüre göre değişmeyen davranış sabitleri gibi, pozitivistlerin kendi verdikleri kararlar da pozitivist savları yalanlar.
Şimdi bu bilgilere daha da çarpıcı bir bilgiyi ekleyeceğiz:
İnsanlar Yalnızca Akıllarıyla Karar VerEmezler!
Kurama ve sinirbilimsel inceliklere fazla dalmadan, bir örnekolay üzerinden anlatalım. Marvin Bateman otuz yaşlarında inme geçiriyor, vücudunun yarısı felce uğruyor. Aynı anda duygularını da yitiriyor. Gülüyor, kızıyor ama bunları hissettiğini bilemiyor. Bu aslında hepimizin kısmen içinde bulunduğu durumdur. Yani süregiden duygularımızın ayırdına varabilmek için kimi zaman kendimizi dinlememiz ve dikkat kesilmemiz gerekebiliyor. Ama Bateman’da bu durum bütünüyle engellenmiş durumda. Ne hissettiğini hissedemiyor. Bu yüzden işini de bırakmak zorunda kalmış. Çünkü önemli kararları veremiyor.
Karar verirken şunu yaparız: Gerçek olmayan bir evreni zihnimizde kurgularız. Bir başka deyişe gelecekteki evreni, şu veya bu seçimi yaptığımız evreni düşümüzde canlandırırız. Sonra bunların arasından hoşnut olduğumuz tercihi yapmayı seçeriz. İnsanın konuşmasını sağlayan soyutlama yetisi aynı zamanda var olmayan bir evreni de düşünde yaratabilme yetisidir. Roman yazmak, yalan söylemek, bir şey istemek gibi eylemler hep bu yeti sayesinde var olabiliyor. Ama bu zihinde canlandırma işini zamanla çok hızlı yapar hale geldiğimiz için farkında olmuyoruz. Bateman olası seçimleri zihninde canlandırabiliyor ama hangisinin kendisini daha mutlu ettiğini “göremediği” için karar veremiyor. Bateman bildiğimiz anlamda zihinsel özürlü değil; geri zekalı değil; mantıksız değil. Ama “duygusal özürlü”. IQ’su normal olmasına karşın önemli ahlaki kararları veremiyor.
Bu olayın sıkıcı olmayan bir anlatımına şuradan ulaşabilirsiniz: https://www.coursera.org/learn/soulbeliefs2/lecture/NyRaS/thinking-and-feeling-part-a
Büyük resimde nereye koyacağımızı şimdilik bilemediğimiz, ama yukarıdaki bilgileri destekleyecek küçük bulgular da var. Örneğin ciddi ve itibarlı bilimsel yayınlardan biri olan New Scientist dergisinin 6 şubat 2010 sayısında yayınlanan makalede, bilinci yerinde olmayan veya bitkisel yaşamda bulunan kişilerin beyinlerinin, bilinçli kişilerin beyinlerine çok benzer elektromanyetik tepkiler verdikleri yazıyor. Bu vesileyle Kuran’ı yazanın cahil bir adam olduğunu öne sürenlere de, sürmeyenlere de şu soruyu soralım: “Düşüncenin, bilincin, duyguların, benliğin beyinde başlayıp beyinde bittiğine, yani beynin kapalı devre bir sistem olduğuna kanıtınız var mıdır?” Bu kanıtı şimdi aramaya başlayın, size güvence veriyorum ki bitkin düşecek ve vazgeçeceksiniz. Çünkü bilimadamlarının elinde bu sorunun yanıtını verecek bilgi birikimi yok. Beynin yaptığı her işi kesin bir biçimde bilmekten çok uzağız. Benliğin zihin veya vicdan gibi bileşenlerinin yerini veya fiziğini bilmekten de çok uzağız.
Benzer bir başka kafa karıştırıcı örnek, Science dergisinin 8 Eylül 2006 sayısında karşımıza çıkıyor. Uzatmayayım, bu makalede beyinle benliğin aynı şey olmadığını düşündürecek bulgulardan söz ediliyor. Okuyun ve kararınızı kendiniz verin. İngilizce bilmeyenler bağışlasınlar, çeviri yapmaya zamanım yok.
Görüldüğü gibi Mr. Spock ve yandaşları yanılıyorlar. İnsana herhangi bir şeyin doğruluğunu buyuran veya fısıldayan şey mantık /us /bilinç olarak adlandırdığımız şey değil, vicdan /yürek /kalp olarak adlandırdığımız şeydir. Dikkat edin, beyinle değil, kalple düşündüğümüzü öne sürmüyorum. Örneğimizde gereksinimin ne olduğu ve nasıl karşılanacağı, çoğunluğun kim olduğu, kaç kişi olduğu gibi soruları mantıkla, bilinçle yanıtlarız. Ama herhangi bir karar verebilmemiz için bu bilgi tabanında ortaya çıkan seçenekleri değerlendirip seçim yapma işini, yani neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verme işini vicdanla yaparız. İşte Kuran’ın fuad ve kalb sözcükleriyle anlattığı şey budur. Onun için de azınlığın rahatı için çoğunluğa eziyet çektirene geri zekalı veya mantıksız değil, vicdansız denir; ahlaksız denir. Spock adındaki dizi karakteri kusursuz bir mantığa sahip olmakla birlikte eğer vicdandan yoksunsa, hiçbir karar veremez ve Marvin Bateman gibi bakakalır.
Verdiğimiz kararlar, benliğin zihin dediğimiz sanal parçasının işlevi değildir. Vicdan, gönül, kalp gibi kaynağı bilinç olmayan itkilerin sonucudur. Yapay zeka hiçbir zaman insanların ahlaki sorularına yanıt veremeyecektir. Benzer biçimde, usun verileri olmadan salt vicdanın karar vereceği bir şey de yoktur. Onun için de bilgiyle donanmamış, kafa yormamış, kendini yetiştirmemiş kişilerin iyi niyetli olmaları onları iyi birer yönetici yapmaz. Bu ikisinin bir araya gelmesine de bilgelik (Ar. hikmet) diyoruz.
Bilinç adı verdiğimiz şeyin beyinde başlayıp beyinde bittiğinin kanıtı yoktur. Vicdan adı verdiğimiz şeyin yürekte olduğunun da kanıtı yoktur. Ama vicdanın beyinde olduğunu düşünen, öyle hisseden hiç kimse yoktur. Hoş, bu şeylerin yerini sormak da gereksizdir. Sevginin veya tiksintinin veya adaletin veya başka soyut kavramların yerini sormak gibidir. Bu kavramlar aslında kişinin işlevlerinin belli belirsiz tanımlanabilir öğelerine veya niteliklerine verdiğimiz adlardan başka bir şey değildir. Kuran, tıpkı insanların sözcükleriyle konuştuğu gibi, kültüre göre değişmeyen olguyu (vakıayı) izlemekte ve vicdan, gönül kavramlarını anlatmak için kalb ve fuad sözcüklerini kullanmaktadır. Zekayı veya mantığı anlatmak için değil. Elimizdeki bilgiye göre (veya onun yokluğuna göre) ancak bunu söyleyebiliriz.
Yazıyı kısa tutabilmek için ayetlere gönderme yapmadım. İlgili sözcükleri dizinlerden tarayıp izlerini sürerek buradaki savların kitaba uygunluğunu sınayabilirsiniz. Burada verilen yanıtı umursamayacak ve kendi varsayımlarını sınamak istemeyecek kişiler olacaktır. Bu kişiler egemen kültürün, yani Batı kaynaklı seküler modernizmin etkisinde (hipnozunda?) kalmışlardır. Bu satırların yazarı da gençliğinde aynı hipnozun etkisindeydi. Bilimcilik veya daha doğru ifadesiyle bilimetaparlık, insanları yetersiz bilgiyle cüretkar sonuçlara ulaşmaya özendiriyor. İnsanın anlam dünyasını da moleküler tepkimelere indirgemeye çalışmak hatadır. İnsanın tinselliğini yalnızca bilgi işleme kapasitesini anlatan beyin, us, mantık vb. kavramlara indirgemek hatadır. Verdiğim örnekler insanın bir bilgisayar olmadığını, yarı-otonom bir duygusal sistemin yönetiminde olduğunu ortaya koymaya yeter. Bilimin vicdan, kalp vb. adlandırdığımız bu sistemi asla keşfedemeyeceğini öne sürmüyorum. Bilim adamlarının en azından şimdilik bunları çözmekten çok uzak olduklarını söylüyorum.
İlginç biçimde, pozitivist hipnozun izini sözcüklerde sürebiliyoruz. Örneğin Türkçeye genelde akıl olarak çevrilen İngilizcedeki reason sözcüğü “temiz akıl, sağduyulu akıl” anlamlarına gelir. Batı Aydınlanması ve sekülerleşme süreçleri ile bu anlam unutulmuş ve bugün sözcük salt “mantık” anlamında kullanılır olmuş. Sözcüğün “makul; sağduyuya, sağtöreye uygun” anlamlarındaki türevi olan reasonable sözcüğü bugün hala orijinal anlamın bir parçasını taşır. Benzer biçimde Türkçede akıl kavramını karşılayan “us” sözcüğü aslında “sağduyulu akıl” anlamına gelir. Bu anlam, sözcüğün “uslu” türevinde korunmuştur. Kuran Mr. Spock’a “Neden akıl etmiyorsun? /Neden usavurmuyorsun?” diye sorar. Çünkü Mr. Spock mantıklıdır ama uslu değildir.
Sözcüklerle düşünürüz. Sözcüklerin kayan anlamları, düşünme alışkanlıklarımızın değiştiğini saptar.
“Bu kaynakları incelemek zorunda mıyız?”
İddialı sorular sormanın bir bedeli vardır. Alacağınız yanıtların doğruluğu emeğinize denk olacaktır. Bu yazıda anılanlardan daha yetkin ve daha verimli kaynaklar olabilir. Ama büyük sorulara kestirme yanıtlar aramamak gerekir. Soru ne kadar derin ve karmaşık olursa olsun, hap yanıtlar vermeye çalışanlar olacaktır. Size dost tavsiyesi: Ya sizi başlarından savıyorlardır, ya da anlamak için ciddi emek harcamanız gerekecek derinlikte yanıtlar veriyorlardır. Büyük olasılıkla yanıt verene sormak isteyeceğiniz daha başka şeyler olacaktır. Bu durumda, sizden bir karşılık istemeyene uymanız en iyisidir (6:90, 10:72, 11:51, 12:104, 25:57, 26:109,127,145,164,180, 34:47, 36:21, 38:86, 42:23…).
Ben bu kadar yüklü içeriğe sahip bir soruya bu kadar kısa bir yazıyla gereğince yanıt verdiğimi düşünmüyorum. Bu soruyu ben de sordum ve tatmin edici yanıta ulaşmakta kullandığım verilerden bazısını paylaşıyorum. Bu yazıyı hap bir yanıt olmaktansa, tatmin edici yanıta ulaşmak için bir pencere veya atlama tahtası olarak düşünmeniz daha doğru olur.
Ek: “Madem çoğu zaman bilincimizle karar vermiyoruz, özgür irade nerede?”
İçimizdeki ses, makasın yönünü değiştirip değiştirmeyeceğimiz konusunda bir şey söyler. Duyduğumuz bu buyruğu yerine getirmemeyi seçme yeteneğimiz her zaman vardır. Ancak vicdanın sesinin ne kadar baskılı olduğu kişiye ve zamana göre değişkenlik gösterebiliyor. Aynı biçimde, kişinin vicdanının buyruğunu da hesaba katarak soğukkanlı ve farkındalığı yüksek bir değerlendirme yapma yeteneği (eleştirel düşünme yeteneği) değişkenlik gösterebiliyor.
Ahlak kurallarına aykırı davranışlar engellenmediğinde artma eğilimindedir, çünkü yinelenen davranışa bedenin verdiği tepki azalma eğilimindedir. Aslında iyi olsun, kötü olsun bir iş yapan kişi Allah’a “Bu işi yapmayı sürdüreceğim, bana kolaylaştır” demektedir. Öyle görünüyor ki bu, ağır işte çalışan kişinin kaslarının gelişmesi gibi veya tarlada çalışanların ellerinin nasır tutması gibi bir uyarlanım mekanizmasıdır. Hemen bütün kaslar hem istemli, hem istemsiz olarak çalışır. Diyafram kası, çene kası, anüs kası gibi kimi kaslar ise bilinçli müdahalelerle “eğitilebilir”. Bu durumda bunların çalışmasına salt denetimli de diyemeyiz, otomatik de diyemeyiz. İkisinin arasında bir yerdedir.
Örneğin sürekli hız kazanmaya çalışan profesyonel sporcularda bilinçli hareket, yerini çoğunlukla kendiliğinden işleyen kararlara bırakmıştır. Kimi zaman bizi hayran bırakan güzel hareketler uzun uzun düşünerek tasarlanmış hareketler değildir. Maradona’nın İngiltere’ye eliyle attığı golü açıklayamamış olmasının asıl nedeni, bunu gerçekten bilmiyor olmasıdır. Bilmiyor, çünkü boyunun uzanamayacağı topa eliyle vurma kararı milisaniyeler içinde verildi ve büyük olasılıkla bilinç düzeyine hiç çıkmadı. Çıkmadı, çünkü saatlerini, günlerini ve yıllarını kendini topu fileye göndermeye koşullayarak geçirdi. Güdülenme ve adanma yeterince güçlü olduğunda, karar verme mekanizması hızlı işler. Bunu hiç yaşamamış veya fark etmemiş kişiye anlatmak gerçekten zor. Ben ancak bu kadar anlatabiliyorum.
Belki de pozitivizmin etkisiyle, benlik kavramını kişinin bilinçli iradesiyle yapıp ettikleri olarak tanımlama eğiliminde oluyoruz. Yani otonom veya yarı-otonom sistemin yapıp ettiklerini “ben yaptım” kapsamına almak istemiyoruz. Yalnızca bilinçli olarak yaptığımızı hissedebildiğimiz tercihler için sorumluluk almak istiyoruz. Ama bilinçli olarak yaptığımız tercihlerin, hatta bilinçli olarak yalnızca zihnimizde kurgulayıp uygulamaya geçirmediğimiz düşüncelerin daha sonra bize “bilinçsiz” görünecek tercihlerimizi hazırladığını görmezden geliyoruz. Örneğin öfke patlaması dediğimiz durumlarda kişi, dingin durumda yapmayacağı şeyleri yapabiliyor. Bununla birlikte öfke patlaması veya içkili olma gibi durumların eylemlerin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağını hepimiz kabul ederiz. Bilincin bulanıklaştığı, sınırlarının kaybolur gibi olduğu bu durumlarda yaptıklarımız da “benliğimize” dahildir.
Allah’ın kişiyi yaratması, kişi doğunca bitiyor değildir. Allah evreni her saniye güncelliyor, yeniden yaratıyor. Kişiyi de öyle. Vicdan, tıpkı kaslar veya motor yetiler gibi kişinin çalıştırmasıyla biçim alır. Kişi üst üste verdiği ahlaksız kararlar karşısında hissettiği acıyı dindirmek için vicdanını susmaya zorlarsa, zamanla vicdanının sesi kısılır. Ama kişi vicdanının sesine olumlu tepki verirse ses gürleşir:
Allah’ın kabul edeceği pişmanlık, ancak bilisizlik yüzünden kötülük yapan, sonra hemen pişmanlık gösterenler içindir. 4:17
Kişi işlediği suçlara duyarsızlaştıkça, suçu bir basamak ağırlaştırmak için önünde yeni bir seçenek buluyor. Bir süre sonra en ağır suçlar bile kişide bir rahatsızlık uyandırmamaya başlıyor. Deyim yerindeyse vicdanı nasır tutuyor, Allah’ın sesini işitmez oluyor. Artık büyük suçlar işleyip pişmanlık göstermeyince oluşan duyarsızlık, damga gibi durağanlığı çağrıştıran sözcüklerle ifade ediliyor:
…Allah nankörlük ettikleri için onların üzerine damga vurmuştur… 4:155
…Eğer dilersek suçları yüzünden onları cezalandırırız ve yüreklerine damga vururuz; artık duymazlar. 7:100
Geride kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Bu yüzden yüreklerine damga vuruldu; artık anlamazlar. 9:87
Vicdanının sesi zayıflayan kişinin üzerinde ilerlediği bu alçalan yörünge, bir doğru parçasından çok parabole benziyor. Yani alçaldıkça, alçalmanın hızı artıyor. Bunun için olmalı ki Kuran kimi eylemi “işlemeyin” demiyor, ona “yaklaşmayın” diyor:
…Yakarış yerlerine kapanmış durumdayken onlarla ilişkide bulunmayın. İşte bunlar, Allah’ın sınırlarıdır; onlara yaklaşmayın… 2:187
…Açık ve gizli çirkinliklere yaklaşmayın… 6:151
…Zinaya yaklaşmayın… 17:32
…Yetimin malına yaklaşmayın… 17:34
…şu ağaca yaklaşmayın… 2:35, 7:19
Annesini, babasını dövenlerin, işkencecilerin, banka hortumlayanların, iktidar koltuğunda kalabilmek için savaş çıkaranların, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diyenlerin öykülerini okuduğumuzda, bu kişilerin bu noktaya ansızın gelmediklerini, azgınlıklarının aşama aşama yükseldiğini bilmeliyiz. Herkes gibi bu kişiler de toplumun bir parçası. Yavaş yavaş bu duruma gelebilmeleri, o toplumda bir şeylerin ters gittiğini, iyiye yöneltip kötüden alıkoyma görevinin yerine getirilmediğini gösterir. Bir başka deyişle, vicdan diri tutulması gereken bir itkidir. Bunu diri tutmanın yolu iyiyi yaptırmak ve kötüden alıkoymaktır. Kuran’ın deyimiyle “amur bi el maruf ve enhe an el münker”. Bunun ilk ve en basit yolu kişiye iyi davranması gerektiğini hatırlatmaktır (51:55, 87:9…).
Kısacası, kişi gelecekte vereceği ve “otomatik” veya “bilinçdışı” olarak nitelenebilecek olan kararları bir anlamda önceden hazırlamış oluyor. Bu durum son dakikada “imana gelmenin” kişiye hiçbir şey kazandırmamasını açıklar (10:91). Çünkü arınmak, iyi kul olmak, sevgi dolu olmak veya Allah’ın vaadine tam güvenir duruma gelmek olarak ifade edebileceğimiz olgunlaşma bir süreç işidir; birikim işidir.
İlgili okuma: Kuran’daki Dualar ve Konuşmalar Simgeseldir
[1] http://infogalactic.com/info/Trolley_problem
[2] https://infogalactic.com/info/Neuroscience_of_free_will#The_Libet_experiment; https://www.youtube.com/watch?v=fJPwULN7cYo