Edip Yüksel’e ve Mustafa İslamoğlu’na Göre Aile

/watch?v=dn4v34YDCxY (başına Youtube ekleyin). Kitaplarını okuduğum iki yazar… İkisinin de ürünleri için Allah’a şükür olsun. Meyveyi çekirdeğiyle, çöpüyle birlikte yutmak zorunda olmadığını (39:18) çok şükür anlamış birisi olarak eğriye eğri, doğruya doğru demeye çalışıyorum. Bu söyleşiyi acı çekerek dinledim. Çünkü yazarlar aile konusunda eğri ideoloji ve fikirleri benimsemişler. Hiç hesapta olmayan bu yazıyı acımı hafifletmek için yazıyorum. Aile konusu dışında yaptıkları birkaç küçük hataya değinmeyeceğim.

Söyleşinin ilk yarım saati bomba gibi:

  • Mustafa İslamoğlu daha söze başlar başlamaz “eşitlikten” söz ediyor. Bu bir kırmızı bayraktır. Aileyi konuşmaya eşitlikten başlıyorsanız bu, bugün ailedeki en büyük sorunun eşitliksizlik olduğuna inandırıldığınızı gösterir. Hani seksenlerde, doksanlarda seçim konuşmasına enflasyondan söz ederek başlayan politikacılar gibi, olayı hiç anlamamışsınız demektir; hastalığa tanı koymaktan fersah fersah uzaktasınız demektir.
  • Arka arkaya kurduğu cümlelerde “bagaj” sözcüğünü kullanıyor. Bu sözcük son yıllarda liberal basın-yayında tarihsel, geleneksel, kültürel birikimi anlatmak için kullanılmaya başladı. Çoğunlukla olumsuz çağrışım yaptırmak amacıyla kullanılır. Yazarlar, yanımızdaki kültürel öğelerin gereksiz olduğuna bizi inandırmaya çalışırlarken “bagaj” derler. İslamoğlu yalnızca bir giriş yapıyor ama dolaylı olarak gelenekten gelen bazı doğruları, bazı yol ve yöntemleri çöpe atmamız gerektiğini ima ediyor. İlerleyen dakikalarda bunların hangileri olduğunu söyleyecek büyük olasılıkla.
  • Birkaç saniye içinde yanıtımızı almaya başlıyoruz. Örnek olarak “kadına fitne gözüyle bakarsanız…” diye cümle kuruyor. Demek ki kurtulmamız gereken “bagaj” kadının fitne olduğu varsayımıymış. Bakın daha kimse bir şey demedi, İslamoğlu hemen bir korkuluk inşa edip onu dövmeye başladı. Aileyi konuşmaya böyle başlarsanız bu söyleşinin nereye gideceği bellidir. Bizi feminist denizlerde yüzdürecekler. İslamoğlu kendi bagajlarını görmüyor, var olmayan hayalet bagajlara saldırıyor.
  • Hemen ardından “farklılıklar zenginliğimizdir” şarkısını söylüyor. Bakın, birkaç dakika içinde liberal-feminist-eşcinselci bir hipnoz seansından çıkmış gibi kaç tane işaret verdi. Eşitlik, bagaj, farklılıklar zenginliğimiz… Müslüman kişi derdini eşkoşucuların terimleriyle anlatır mı?
  • İslamoğlu, daha ilk birkaç cümlesini bitirmeden sözü Hitler’e getiriyor! Bakın, aileyi konuşuyorlar, sözü Hitler’e getiriyor! Hitler ve aile sözcükleri bağlam dışı olarak yan yana anılsa Hitler’in aile politikası konuşulacak herhalde diye düşünürdüm. Aklıma Nazi Partisi’nin kendince aileyi yozlaşmadan korumaya çalışan, kadının anneliğini kutsayan, evliliğin sürmesini ve çocuğun aile ortamında yetişmesini önceleyen, çocuğun etnik değerlerle büyümesini savunan bakış açısı gelir. Ama bunu konuşmuyorlar. İslamoğlu Hitler’i öcü olarak bizi korkutmak için kullanıyor. Hiç düşünmüyor ki, Nazi Partisi zaten liberal, tanrısız, çoğulcu, ilerlemeci politikalara tepki olarak ortaya çıkmıştı; her ne kadar sakat ve su götürür bir ideoloji olsa da. Hitler’i konuşacaksak bunları konuşalım?
  • Ama hayır, İslamoğlu konuyla ne ilgisi varsa Adorno’yu anıyor. Dördüncü liberal klişeyi de ekleyerek bir rekora imza atıyor. Söyleşinin sonuna doğru “özgürlük” diyerek beşibiryerdeyi tamamlayacak. Neymiş, Avrupa’da faşizmin ortaya çıkmasının nedeni Adorno’ya göre Avrupa’nın faşist geleneksel aile ilişkileriymiş. Sayın dinleyiciler, Adorno’nun Yahudi olduğunu sakın aklınıza getirmeyin, e mi. “Geleneksel Avrupa” adıyla aslında Hristiyan toplumu yerdiğini sakın fark etmeyin, aman ha. Bir de sözde soykırım suçlaması yüzünden hiçbir Yahudinin Nazi Almanyasıyla ilgili tarafsızlığını koruyamayacağını hesaba katmayın. Yazarın Yahudileşme Temayülü adında bir kitabı olduğunu hatırlayıp kinayenin şiddetine acı acı gülmeyin sakın. İslamoğlu’nun ninnisine kulak verin ve uyuyun.
  • Edip Yüksel, İslamoğlu’nun restini görüyor ve artırıyor. Sazı eline alır almaz bildik feminist ezgileri çalmaya başlıyor. Kabil’in çocuklarıymışız. Hani mümin kardeşi Habil’i öldürmüştü ya, onun çocuklarıymışız. Bu aslında Kitabımukaddes’in bakış açısıdır. Oysa Kuran tam tersini söylüyor (4:26, 4:133, 5:54, 6:11,89, 9:39, 10:4,13-14, 11:57,116-118, 14:19, 21:105, 33:27, 28:58-59, 70:39-41, 76:28, 77:16-18, 108:1-3…). Kuran’ı okuyup duran adamın bu kadar yanılabilmesini anlamıyorum. Yüksel, Kabil konusunu her nasılsa “erkek şiddetine” bağlıyor. İslamoğlu Hitler’le ilgi kurmuştu ya, “o da bir şey mi, ben daha da ilgisiz bir yerden konuya girerim” diyor sanki. Kadına vuran erkekleri, dolayısıyla bütün erkekleri Kabil’le ilişkilendiriyor. Böyle olunca kadınlar da otomatik olarak Habil olmuş oluyorlar. Bu, örtülü erkek düşmanlığıdır. Örtülüdür, yani yazarın hareket noktalarını, öncüllerini çözümlemezseniz ayırt edemezsiniz. Örtülüdür, yani büyük olasılıkla kendisi de durumun ayırdında değildir.
  • Edip, aileyi konuşmaya başlar başlamaz kadının, erkeğin yapabildiği her şeyi yapabileceğini söylüyor. Hani İslamoğlu ortada bir sav, bir hipotez yokken “eşitlik” demeye başlamıştı ya; aynısı…
  • Edip Yüksel bildik “erkeğin kadını tarih boyunca ezdiği” ezberini yineliyor. Erkeğin kadına sözde tek üstünlüğü kas gücüymüş. Acaba buna karşılık kadının erkeğe ne üstünlüğü olabilir, var mı böyle bir şey, sormuyor. Kadının buna karşılık bir üstünlüğü varsa erkek kadını ezebilmiş olabilir mi, sormuyor.
  • Edip Yüksel dogmalardan yakınırken kendi kocaman dogmalarını görmüyor. “Çocuklarımızı sakatlıyoruz” derken kız çocukların daha çok sakatlandığını öne sürüyor! İnanılır gibi değil! Müslüman toplumda her erkek daha çocukken fizyolojik ve ruhsal olarak sakatlanır. Şeytan bu rezil edime pek de yakışıklı bir ad bulmuştur: Sünnet. Hani, “Peygamberin şerefli Sünneti” der gibi. Edip Yüksel öyle ağır bir hipnoz altında ki bu zulümden muaf tutulan kız çocuklarının daha çok sakatlandığını söyleyebiliyor.

İlk yarım saatte bunlara maruz kaldığımızda söyleşinin gidişi belli oluyor.

*

Edip Yüksel’e boşanmaların arttığı hatırlatıldığında “geçim sıkıntısını” gerekçe gösteriyor. Ama bu hipotez, alçakgönüllü bir yaşam süren Şevval Sam’ın dizi oyunculuğuna başlayıp parayı bulur bulmaz zengin futbolcu kocası Metin Tekin’i boşamasını açıklamıyor. Milyarlık zengin Acun Ilıcalı’nın evliliğinin çok çirkin bir biçimde enkaza dönüşmesini açıklamıyor. Dünyanın en zengin golfçüsü Tiger Woods’un zaten zengin olan karısının onu boşarken milyonlarını gasp etmesini açıklamıyor. Örnekleri artırmaya, kendimi yormaya, sizi bıktırmaya gerek yok. Boşanmaların artmasının birinci nedeni feminizmdir. Yani eşitlik ve kadın hakları söyleminin ardına sığınan erkek düşmanlığı ve kadını erkeğe kırdırarak, kadını erkeğe egemen ederek aileyi sona erdirme projesi. Feminizm dininin daha girmediği coğrafyalarda boşanmalar sabit kalmıştır. Edip Yüksel hayatı anlamıyor. Kuran’ı da kendi dogmalarının gölgesinde anlıyor. Bu durum yeni değil. Kendi gibi liberal Müslümanlarla birlikte kaleme aldığı Barış Yurdu Anayasası ile ilgili eleştirimi kendisine sunmuş ve anayasanın hak kavramı üzerine kurulmasının yanlış olduğunu gerekçesiyle bildirmiştim. Anlar görünmedi. Büyük olasılıkla o güne dek hak kavramını sorgulamamıştı ve benim önerdiğim “hak, kişinin toplumdan talebidir” tanımına yabancıydı. İnsan hakları ve onun türevi olan terimler ve kavramlarla düşünmeye alışmış olanlar bu tuzağa hep düşüyorlar. “Aile” diyorsunuz; akıllarına ilk gelen kadının hakkı, erkeğin hakkı, çocuğun hakkı oluyor. Ailenin varlık amacını düşünerek başlamıyorlar.

*

Mustafa İslamoğlu son yıllarda evrim konusuna kafa yormuş, belli. Bu konuda yazdığı ve Kuran’ın evrimden söz ettiğini doğruladığı güzel bir kitabı var. Söyleşiye de evrime gönderme yaparak başlıyor. Ama her nasılsa aile konusuna evrimsel yaklaşmayı denememiş. Belli ki hiç sormamış:

  • On binlerce yıldır erkekle kadın bu kadar farklılaştıysa, yalnızca fizyolojik değil, ruhsal ve zihinsel farklar keşfedile keşfedile bitirilemediyse[1] bunun anlamı ne olabilir? Bu bir arıza olamayacağına göre, yani Tanrı beceriksiz olamayacağına, kusurlu yaratmış olamayacağına göre bu farklılık ahlak alanına nasıl yansımalıdır?
  • On binlerce yıldır erkek kadından bedensel olarak daha güçlü evrildiğine göre bunun karşılığında kadının erkeğe üstün geldiği bir alan olamaz mı? Tanrı zalim olmadığına göre, erkeğin kadına kaba kuvvet uygulayabiliyor olmasının karşısında kadına bir korunma yetisi ve hatta karşı saldırıya geçme yetisi vermiş olamaz mı? Haydi, feministleri kudurtup aynı soruyu tersten soralım: Erkeğin kadına kaba kuvvet uygulayabiliyor olması, kadının erkeğe yöneltebildiği haksızlığa karşı bir korunma yetisi olamaz mı? Çalıştır saksıyı!

Bu ve benzer sorulara feministlerin ve kendini “eşitlikçi”, “kadın hakları savunucusu” olarak gizleyen örtülü feministlerin verdikleri zımnî yanıt şudur:

“Tanrı erkeği kadına haksızlık yapabilecek yetide yaratmıştır. Kadına kendini koruma gücü vermemiştir. Bu yüzden …lerce yıldır erkek kadını ezegelmiştir. Buna bir son verilmelidir.”

Türkçesi: “Tanrı beceriksizdir. Kusurlu yaratmıştır. Kadını erkeğe ezdirmiştir. Tanrı’nın yaptığı hatayı biz yaratılmışlar onarmalı ve erkeğin yöneticiliğine son vermeliyiz.” (karşılaştırınız; 4:119, 2:11).

Feminizm dininin farklı mezhepleri, noktalı yeri farklı sürelerle doldurur. Yaratılışın kökünden hatalı olduğunu düşünenler için bu süre “başından beri”dir. Bir de insanın orijinalinin anaerkillik olduğunu ve sonradan bozulduğunu söyleyen mezhep vardır, onlar bu süreyi uygarlığın süresiyle sınırlandırırlar. Hatta Batılı (ve çoğunluğu Yahudi) feminist önderler bu öncüle dayanarak uygarlığı yıkmak gerektiğini açıkça yazmışlardır.

Haydi, şimdi noktaları birleştirelim:

A = Feministler aileyi yıkmaya çalışırlar.

B = Aile, toplumun temelidir.

A + B = Feministler toplumu yıkmaya çalışırlar. (nitekim kimi doğrudan itiraf eder)

C = Şeytan bizi, bizim onu göremeyeceğimiz yerden görür. (7:27, 8:48, 20:96)

A + B + C = Feministler bu yıkım çabasını bizim ilk bakışta göremeyeceğimiz örtülü yollarla da yaparlar.

Bu da sevgili Edip Yüksel’in ve Mustafa İslamoğlu’nun feminist aşılamanın etkisi altında olduklarının farkına varamayışlarını açıklar.

*

Edip Yüksel, ailede yöneticiliği erkeğe yakıştıramıyor. Bunu söylerken dikta ile yöneticiliği birbirine karıştırıyor. Safsata yapıyor. Ayrıca Türkiye’de ailede erkek diktası gibi bir sorun olduğunu varsayarak ikinci bir safsata yapıyor. Belli ki genç çiftlere bakmıyor, baksa kadın diktasını görürdü.

İki yazar da bir korkuluk yapıp ha babam o korkuluğu dövüyorlar. Bu korkuluk tozlu raflardan çıkıp hayata inmemiş olan Arap fıkıh kitaplarına göre yaşayan, karısını mal diye satın alan, onu diktayla yöneten, onu bol bol döven, ömür boyu boşanmayan ve kadını ömür boyu mutsuz eden, üstüne bir de yasayla korunan bir erkek. Hangi gezegende yaşıyorlar bilmiyorum. Bizim gezegenin bu koordinatında durum tam tersidir: Genç erkek, daha bacak kadarken kızların üstün oldukları aşılamasıyla sakatlanır. Çükünün sakatlanması da cabası. Kızların ne güzel uslu uslu evcilik oynadıkları, onun da topun peşinde koşturmayı, kedi kovalamayı, arkadaşlarıyla güreşip üstünü başını yırtmayı bırakıp kız gibi olması gerektiğini öğrenir. Okulda kız öğrencilere gösterilen hoşgörü kendisine gösterilmez. Kızların nasıl olup da kendisini alabildiğine kışkırtabildikleri ama kendisinin onları kışkırtmak için “rızalarını” almaları gerektiğine akıl sır erdiremez, kızların üstünlüğüne yorar. Çünkü kadınların alacaklı, erkeklerin onlara borçlu doğdukları iması feminist toplumda her yerdedir, açıkça söylenmese bile yavrular bunu sünger gibi emerler. Genç erkek, kendisine “eşit” olduğu söylenen ve birlikte olduğu kız arkadaşının tepesi atınca salt kötülük için cinsel taciz veya tecavüz iftirasıyla onu süründürebiliyor olmasını sorgulamaz. Çünkü kızın koynunu ona açmasının bir lütuf olduğunu, bu yüzden ona borçlandığına inandırılmıştır. Askere gider veya yerine vergi verir. Kendisine “eşit” olduğu öğretilen kız arkadaşlarının neden bu vergiden muaf oldukları sorusu aklına gelmez, boyun büker. Genç kadın, evlenirken hem genç erkeğin belini büker hem nikah takılarını alır. “Eşit” olduklarını söyledikleri karısının geçiminden neden kendisinin sorumlu olduğu sorusu aklına gelmez. Karısına el kaldırmak şöyle dursun, ondan dayak yemek de içinde olmak üzere türlü eziyet görür.  Çünkü karısı ne yaparsa yapsın toplum onu ezeli mağdur görmektedir, onun “beyanını esas” almaktadır. Karısından dayak yiyince polis, savcı ve hakim, adama “erkek olamadığı” için kıçıyla güler. Karısına fiske bile vurmamışken polis zoruyla, yargısız infazla kendi evinden atılır. Çocuğunu güzel yetiştirsin diye çalışmak zorunda bırakmadığı karısı, çocuğu Ted Turner’a, Mark Zuckerberg’e, Bill Gates’e, televizyona, tablete, şeytana, şeytana hizmet eden okul öğretmenine, Tağut’a emanet edip keyfine bakar, kocasının “görev” olarak kazandığı parayı alışverişte tüketerek zamanını geçirir. Tağut ona kocasına “eşit” olduğunu öğrettiği için işten yorgun dönen kocasının da ev işlerine katılmasını talep eder. Canı çekerse kocasını bir güzel boynuzlar, üstüne onu boşar, üstüne çocuğun velayetini alır, üstüne kocasını nafakaya mahkum eder. Olur da nafakanın ardı kesilirse veya doymazsa işe girer, erkeklerden daha hafif işleri yapar ama onlara “eşit” olduğu için aynı parayı alır. Bütün bunları kendi başarısızlığı veya yazgı sanarak canından bezen, canına son vermeyi düşünen, mutsuzluktan ne yapacağını şaşıran adama toplum bir yardım eli uzatmaz. Müslüman yazarları dinleyecek olur, onu karısını diktayla yönetmekle, karısına mal muamelesi yapmakla suçlarlar. Garibim, ağır hipnoz altında olduğu için yine kendini suçlar.

*

Edip Yüksel ayet cımbızlamanın bir örneğini gösteriyor. Eşlerin arasında sevgi ve acıma olduğunu söyleyen ayeti (30:21) okuyor. Evet, ayet tam da anladığımız şeyi söylüyor; eşlerin arasında sevgi ve acıma olmalıdır. Olamıyorsa o evlilik amaca hizmet edemez. Ama Kuran’ın altı yüz sayfa olmasının bir nedeni olmalı, değil mi? Kalan altı yüz sayfalık bölümden bir başka ayet:

6:165 O sizi yeryüzünün yeni yöneticileri yapmış ve verdikleriyle sizi sınamak için bir bölümünüzü diğerlerinize değişik konumlarla yükseltmiştir. Kuşkusuz, Efendin ceza vermekte çok hızlıdır. Ve kuşkusuz, o Sınırsız Bağışlayandır; Merhametlidir.

İki ayeti birlikte okuyunca sevgi ve acımanın “eşitlik” demek olmadığı sonucu çıkarırız. Allah patronu işçiden, işçiyi patrondan nefret etsin diye yaratmış olamaz. Öyleyse erkeğin aile reisi olması, karısıyla arasında sevgi ve acıma olamayacağı anlamına gelmez.

İslamoğlu da Yüksel’inkine benzer bir safsata yaparak eşlerden biri çekilince öbürünün ayakta kalamıyor olmasını eşitliğe gerekçe yapıyor. Geçersiz bir savdır. Patron olmadan işçi, işçi olmadan patron ayakta kalamaz. Bu, bunların eşitliğini mi gösterir?

İslamoğlu da kendi cımbızlamasını yaparak en çok kötüye kullanılan ayetlerden biri olan 2:256’yı “dinde zorlamanın hiçbir türü yoktur” zammıyla anıyor. Bu ayeti çocuklara dinsel aşılama yapmamanın gerekçesi yapıyor. Oysa ayet bağlamıyla birlikte okunduğunda başka bir şeyden söz ettiği, teokrasi karşıtlığı veya bireysel “din özgürlüğü” gibi bir iması olmadığı açıktır. İslamoğlu’nun ayeti “esbabı nüzul” (iniş nedeni) denen uydurma, Kuran dışı bağlamında okuması bizi şaşırtmıyor. Kuran’ın nasıl okunması gerektiğinin örneğini gösteren güzel bir video (/watch?v=Zesu6Jj5HVo) yapmış olan Gürkan Engin sanırım konuyu dağıtmamak için söze girmiyor. Cımbızlamaya en çok kurban giden ayetlerden bir başkası 5:32’dir. Ayetin “haksızlığa karşılık olmaksızın” bölümünü dışarıda tutarak “birini öldüren herkesi öldürmüş gibidir” bölümünü cımbızlar ve çokça kötüye kullanırlar. Kendini Müslüman sanan bazı çoktanrıcı feministlerin bu ayeti erkek düşmanlığına vesile edecek kadar ileri gittiklerini fark etmiş miydiniz? Bir erkeğin bir kadını öldürmesi konu olduğunda bu ayeti okumak apaçık erkek düşmanlığına, fitneye ve bozgunculuğa Allah’ın ayetlerini maşa etmektir. Yüksel ve İslamoğlu bozguncu değiller ama ayet cımbızlayarak onlar gibi davrandıklarını keşke anlasalardı.

İki feminist yazar da görünürde ailede “eşitlik” istiyorlar. Bu, Allah’ın yaratmasına aykırı bir taleptir. Başka türlü söyleyecek olursak doğa yasalarına uyumsuz bir fikirdir. Gerekçelerini merak ediyorsanız Kuran’ın Cinsiyetçi ve Kadın Düşmanı Ayetleri yazıma bir göz atın. Bu yazıya bütün “cinsiyetçi” ayetleri almadığımı, daha gerisinin olduğunu hatırlatayım.

Burada sapla samanı karıştırmayalım: Kuran’ın erkeğe yöneticilik verip vermediği ayrı konu, kadınla erkeğe farklı görevler verip vermediği ayrı konu. İkincisini, yani Kuran’da cinsiyetler arasındaki asimetriyi görmemek olanaksızdır. Bu, tartışma konusu bile değildir. Erkeğin ailedeki yöneticiliği konusunda uzlaşmasak bile farklılığı, yani eşitsizliği inkar edemeyiz. Ama beyefendiler gözümüzün içine baka baka ediyorlar.

*

Her iki yazar da bir evliliğin sürmesinin iyi bir şey olmak zorunda olmadığı konusunda uzlaşmış görünüyorlar. Çoğu ölüme dek süren görücü usulü evliliklere burun kıvırıyorlar. Bu evliliklerin mutsuz olmasına karşın toplum baskısıyla sürdürülen evlilikler olduğunu varsayıor, bunda bir iyilik görmüyorlar. Oysa dağılan ailelerde çocuklar sağlıklı büyüyemezler. Bir evlilik çocuklar yetişene dek mutsuzluk pahasına sürdürülüyorsa bunda kötülük olduğu kadar bir iyilik de vardır. Yazarlar dağılan ailelerde, özellikle de çocukların velayetinin kadına verildiği boşanmalarda çocukların çoğunun ruh hastası olduğunu gösteren bilimsel bulgulardan habersizler veya bilmezden geliyorlar. Evliliği üreme, soyu sürdürme ve birbirinden güç alma amaçlı bir kurum olarak değil; gönül eğlendirmek ve “aşk yaşamak” amaçlı, zorunlu değil isteğe bağlı bir birliktelik olarak görüyor olmalılar. Yani tam feminizmin bizi inandırmaya çalıştığı biçimde. Böyle görmüyor olabilirler ama sözlerinden çıkan sonuç bu. Çünkü söz, bağlamında anlam kazanır. Evliliklerin dut gibi döküldüğü, iffetin ve heteroseksüelliğin utanılacak şeyler olmaya başladığı bir zamanda bunları söylerseniz bu mesajı vermiş olursunuz.

*

Edip Yüksel, erkeklere karşı duyarsızlığını ve dışlayıcılığını söyleşinin sonuna doğru düğün masraflarından söz ederken iyice belli ediyor. Düğünün bir savurganlığa dönüştüğünü haklı olarak söylerken sonunda güzel bir şey duyacağız diye umutlanıyoruz ama ne çare. “Birçok gencin” para sıkıntısı nedeniyle evlenemediğini ekliyor. O “gençlerin” yalnızca erkek olanlar olduğu gerçeğine dokunmuyor. Düğün masrafının erkeğe yüklenmesi haksızlığı karşısında iki yazar da kafalarını yaşadıkları uzak gezegenin kumlarına gömüyor.

*

İslamoğlu, kaygılı genç erkeklerin “Nasıl bir kızla evleneyim?” gibi son derece doğal, saf ve yanıtlanmayı hak eden sorusuna önce ortada komik bir şey varmış gibi gülüyor, sonra da soruyu beğenmeyerek yanıtlamaktan kaçınıyor. Böyle bir soru sorulamazmış. “Nasıl bir insan” diye sorulmalıymış. Söyleşinin sonunda gerçekleşen bu diyaloğa kadar İslamoğlu’ndan aileyle ilgili yetkin bir tavsiye alamayacağımızı anlamamış olanlar bu dakikada anlamış olsalar gerek.

*

Her iki yazar şu temel şablonu anlamamış görünüyor: Batı, dünyaya kendi kültürel gözüyle bakar. Bunu eleştirecek değiliz, bunu değiştiremezler. Sıkıntı, Batı’nın ölçüsüz gücünden etkilenen bizlerin farkında olmadan dünyaya Batı’nın gözlükleriyle bakmaya başlamamızda. Kendi tarihimizi Batılılardan öğreniyoruz, olacak şey değildir. İnsanlık tarihini Batılılardan öğreniyoruz, olacak şey değildir. İslamoğlu “Doğu’da kadın dövme Batı’dakinden fazla” derken Türkiye’yi Batılılardan öğrenmeye çalıştığını açık ediyor. Tanrı’nın ne olduğunu bile Batılılardan öğreniyoruz. Romanlarda, filmlerde, düşünce yapıtlarında hep Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma ve Kitabımukaddes tanrısı anlatılıyor. Oysa Kuran’ın tanrısı başkadır. Batı’nın bu saçma tanrı imgesiyle olan kavgasının eseri olan sekülerliği de sanki bizim böyle bir kavgamız olmuş gibi alıp benimsiyoruz, olacak şey değildir.[2]

Aynı şablon feminizmi ithal ederken de işliyor. Batılı erkek ve kadının bir kavgası varmış, çareyi feminizmde bulmuşlar; doğru veya yanlış. Bizim böyle bir kavgamız olmamış ki, nasıl üstümüze alınıyoruz? Olacak şey değildir. Bu iki yazar dünyaya bakarken kullandıkları Batılı mercekleri gözlerinden atamamışlar ne yazık ki.

Feminizmin paket olarak, bütün kavramları, terimleri, donatıları ve aksesuarlarıyla birlikte Batı’dan, yani Ehlikitap’tan ithal olduğunu gösteren özlü bir örnek. Kaburga anlatısı Tevrat’ın masalıdır, Kuran’da iması bile yoktur. Bu feminist kişiler kendi kültürüne, tarihine bu denli yabancıdır.

Ve bu iki yazarın şunu uzun uzun düşünmeleri gerekiyor: Kuran, Kitaplıların bizi dinimizden çevirmeye çalışacakları ile ilgili çok yoğun uyarılarda bulunuyor (2:105,109,120, 3:69,72,78,98-106, 4:44, 5:49,57,64, 9:34…). Peki, din dedikleri şeyi toplum yaşamından çekmiş ve seküler bir düzen kurmuşlarsa Kuran’ın bu uyarısı artık geçersiz mi oldu? Kilise misyonerlerinin etkinliği zayıfladı diye Kuran’ın yanıldığını söyleyecek değiliz. Öyleyse hâlâ var güçleriyle bize din değiştirtmeye çalışıyor olmalılar. Bu çaba nedir, nerededir? Hangi biçime girmiştir? Parmağınızla gösterin, gösterebiliyor musunuz? Gösteremiyorsanız anlamamışsınız demektir. Bu kadar basit. Bu çabanın ilerlediği kanallardan biri feminizmdir. Batı, kendi aile yapısını bozduğu gibi herkesin aile yapısı da bozulsun ister. Ve bunu sahip olduğu aşılama (salât) kanallarını kullanarak sabah-akşam yapıyor.

*

Edip Yüksel, dinsel referanslarını görünürde yitirmiş olan Kitaplıların Müslümanları nasıl dinden çıkarmaya çalışıyor olabilecekleri konusunu düşünmemiş olabileceğini şöyle belli ediyor: Çocuklara dinsel aşılama yapılması gerekmediğini söylüyor. Çocuklara yalnızca iyi ahlak aşılama görevi olduğunu öne sürüp, sakarca namaz kılmaya çalışan kendi çocuğunu örnek veriyor. Demek ki “din” deyince Yüksel’in aklına namaz, Kuran falan geliyor olmalı. Bunun dışında kalan ahlaki konular, yani yaşamın gerisi dinin konusu değilmiş gibi konuşuyor. Tektanrıcılıktan sanki ana-babadan taklit yoluyla alınabilecek bir şeymiş gibi söz ediyor. Kafasında böyle bir din kavramı varsa elbette Batılıların Müslümanları dinden çıkarma çabalarını görmemesi olağandır diye düşünüyorum. İslamoğlu bu ayrıma itiraz etmediği gibi ana-babanın çocuğa “dinsel” buyruklar veremeyeceğini ima ederek, “insan olmadan Müslüman olunmaz” diyerek aynı kanalda düşündüğünü gösteriyor.

Gerçekte siz tektanrıcıysanız çocuğunuzu da tektanrıcı yapabilirsiniz. Ona sahte tanrıları gösterir, onlara secde ettiği anların ayırdına varmasını ve arınmasını sağlarsınız. Ona secde edenlerin durumlarını, bir de temiz kalanların durumlarını gösterirsiniz. Anlatabilecekseniz ve anlayabilecekse Kuran’ın öykülerini de okursunuz. Çocuğunuz kanıt üzere, bilgi üzere tektanrıcılığı seçer; ana-babasını taklit ettiği için değil. Seçmezse de siz görevinizi yaptığınız için sorumluluğunuzu yerine getirmiş olursunuz. Edip Yüksel’in yaptığı gibi onları deist bile olabilecek kadar başıboş bırakırsanız Kuran’ın size yüklediği görevi yapmamış olursunuz. Bu görev sayısız ayet ve öyküde açıklanmıştır, tek tek göndermede bulunmayı gereksiz buluyorum. Bir düşünün, bir evden deist çocuklar çıkabiliyorsa bu ne anlama gelir? En basitinden, o çocukların Tanrı’nın ne olduğuyla ilgili ana-babalarından doğru bir şeyler duymadıkları anlamına gelir. İki yazar da Tanrı’nın ne olduğunu anlamamış, bilmemiş çocuklara “namazın emredilemeyeceğini” savunuyor. Peki, Tanrı’nın ne olduğunu nereden, kimden öğrenecekler? Bunu kendi evlerinde öğrenemeyeceklerse nereden öğrenecekler? Bunu ancak ana-babalarının Kuran dersinden öğrenebilirler, ki ona da salât deniyor. Namaz, bu eğitimin bozulmuş, tanınmaz hale gelmiş biçimidir. Kuran, önceki kitaplar bozulduktan, elçilerin öğretileri unutulduktan sonra inmiştir. Allah’ın adını onların yakıştırdıklarından arındırmak, onu takdir edebilmek, onun astından tapıncaklar edinmemek gibi temaların kitap boyunca yinelenmesinin nedeni budur. Kuran, toplumların unuttukları Tanrı’yı yeniden tanıtıyor. Çocuğa diş fırçalamayı emredebilen ana-baba, ona Kuranın Tanrı’sını/Allah’ını öğrenmeyi neden emredemeyecekmiş? Seküler okuldan, ateist üniversite hocasından, Yahudi televizyonlarından ve sinemadan, sosyal medyadan mı öğrensin Tanrıyı?

*

İki yazar da söyleşiyi erkeğe görevlerini, kadına haklarını okuyarak sürdürüp tamamlıyorlar. Karısına açıkça baskın gelen erkeğe Edip Yüksel’in “ayı”, Mustafa İslamoğlu’nun “insan değil” dedikleri bu söyleşide kadınlara tek bir söz söylemediler. Tam da feministlerin istediği kıvamda, tadı damakta kalan bir söyleşi olmuş. Üzülerek ve saygısızlık etme niyetim olmadan söylüyorum ama eğer Müslüman taklidi yapan iki Yahudi veya Hristiyan feminizm propagandacısını konuşturacak olsak ancak bu kadar olurdu.

*

Ortamın baskın fikirlerinden etkilenmek doğaldır. Müslümanlar da insandırlar. Geçmişte baskın olan Zerdüştlüğün, Hint dinlerinin, Yahudiliğin, Hristiyanlığın etkisinde kaldıkları gibi bugün içinde bulunduğumuz ortam olan hümanist, tanrısız, özgürlükçü, bireyci, pozitivist, kapitalist modern hurafe ortamından etkileniyorlar. Bu etkilenme, Kuran’dan uzaklıklarıyla doğru orantılı oluyor. Onun için dört elle Kuran’a sarılalım ve özgün bir okumayla dünyayı okuyalım. Sarılalım ki içimizde biri eğilmeye, yalpalamaya başladığında bunu hemen saptayıp düzeltebilelim.

Bugün içinde bulunduğumuz ve Batılı, paralı, eli silahlı güçlerce yönlendirilen yaşamın tarihi çok yeni. Çok değil, bir yüzyıl önce bugünkünden çok farklı bir yaşam sürüyorduk. Çevremizde gördüğümüz insanların hemen hepsi bizim gibiydi. Bize neyi nasıl yapacağımızı söyleyen, bize ahlaki aşılama yapan kişiler çoğunlukla bizim gibi yaşıyor, bizim yediklerimizden yiyorlardı. Gazete yoktu, televizyon yoktu, internet yoktu, elimizde Büyük Birader’in ekranları yoktu, reklam yoktu, şirket yoktu, banka yoktu, politikacı yoktu. Bütün bu saydığım yeni şeyler parayla ve/veya silahla yönetilen güç odaklarıdır. Paranın ve gücün izini sürerseniz içinde bulunduğumuz ortamın hem nesnelerini, hem de kavramlarını biçimlendirenin para ve güç olduğunu görürsünüz. Bu ortamda Allah’a yol arayan kişinin parayla ve güçle sürekli kavga durumunda olması gerekir. Çünkü paranın ve gücün toplandığı bu merkezler insanların yaşamlarına hiç olmadığı kadar girmekte, onları gittikçe genişleyen bir etki çemberine sokmaya çalışıyor. Düşünme biçimleri bile bundan etkileniyor ve gerçeklerden uzaklaşıp gerçekdışına eğiliyor. Para ve güç, kendi buyurduğu şeylere tapılmasını ister, Allah’a değil. Toplumu bu çoktanrıcılık odaklarından, yani Tağut’tan koruyacak tek şey Elçilerin öğretisidir. Başka da bir şey değildir.

 

Dipnotlar

[1] Wikipedia’nın Sex differences in humans maddesi bir başlangıç noktası olabilir. Bu yayınların nasıl bir feminist sansüre uğrama korkusu altında yapıldığının bir ipucunu Sex differences in psychology maddesinin “Controversy” (tartışma) bölümünde bulabilirsiniz. Bu konuda yapılmış çalışmaların kapsamlı bir kaynakçasını Sex Differences Summarizing More Than A Century Of Scientific Research (Lee Ellis, Psychology Press, 2008) kitabında bulabilirsiniz.

[2] Feminizmin temel öncülü olan kadının ve erkeğin eşit yaratılmamış olmasının bir haksızlık olduğu ilkesinin kaynağı dinseldir. Kitabımukaddes’te Kuran’dakinden farklı olarak kusurlu, gücü her şeye yetmeyen bir tanrı imgesi bulunur. İnceleyiniz: Tevrat (Yaratılış 6, 18, 19, 32, 48, Çıkış 4, 13, 14, 20, 31, 32, Çölde Sayım 14, 16, 22, Yasanın Tekrarı 9, 10, 32), Eski Ahit (Hakimler 1, 10, 14, I. Samuel 15, 24, II. Krallar 20, I. Tarihler 16, 21, II. Tarihler 8, Eyüp 2, Mezmurlar 7, 13, 35, 44, 59, 78, 89, 106, Yeşaya 26, 34, 38, 54, 59, 62, Yeremya 15, 31, 42, Ezekiel 4, 5, 16, 36, 39, Hoşea 11, 12, Yoel 2, Amos 7, Yunus 3, 4, Nahum 1, Zekeriya 1), İncil (Matta 27, Luka 18), Yeni Ahit (Elçilerin İşleri 17, Romalılar 11, Filipeliler 2, İbraniler 2).

Edip Yüksel’e ve Mustafa İslamoğlu’na Göre Aile” üzerine 2 yorum

  1. Diğer site kabul etmedi buraya yazdım.

    Türkiye’deki feminizme bakınca aklıma ilk latin amerika ülkeleri geliyor, neden acaba? Yoksulluk, açlık, ekonomik çöküş ve sonunda koca bir “SEX TURİZM SEKTÖRÜ” üstüne bir de “PORNO FİLM İHRACATI” esir aldı koca kıtayı.
    Latin Amerika, doğu Avrupa/Varşova Paktı, Tayland ve Filipinler bu ülkelerin erkekleri/babaları kendi elleriyle mi kadınlarını/kızlarını düşürdüler bu duruma? Bu ülkelerin onur, ahlak, namus vb. değerleri yok muydu, Allah, bu toplumlara iyiyi ve kötüyü bilme yetisi vermemiş midir, vermiştir kesinlikle. Peki, nasıl oldu da bu toplumların kadınlarının adı çıktı, erkekleri neden müdahale edemedi/etmedi? Yanıt şu: “AÇ İNSAN AHLAKINI YER” demiş bir Bilge kişi. Türkiye’de ekonomik kriz olmadığı tam aksine sistemli bir şekilde yoksullaştırıldığı gün gibi ortada. Kriz gelip geçicidir ama yoksulluk kalıcıdır ve bilerek yapıldı. Yoksa sadece turizm sektörüyle ülkenin yarısı ekmek yerdi ama yiyemiyor.
    Selim bey, siz “din nedir ve vejetaryenlik” adlı yazılarınızda batılıların bizi dinimizden nasıl döndürmeye çalıştıklarını anlattınız ve çok güzeldi. Doğrusu ben bu din değişimine sizin aksinize seviniyordum, çünkü değişim eğer batılı gibi refah devletler oluşturacaksa ve imrenilen ülke konumuna erişeceksek kabulümdür dedim. Ama baktım ki bu değişim öyle sandığım gibi değilmiş tam aksine bir piramit düzeniymiş. Tepede kitaplilar altta biz veya biz gibi toplumlar olacakmış. “Sizi döndürmeye çalışıyorlar” “size iyilik gelsin istemezler” ayeti sizi diğer yoksul ülkeler gibi ucuz iş gücü haline getirmek istiyorlar ki getirdiler. Sizin ülkenize her şey dahil otellere gelip çok ucuz tatil yapmak istiyorlar, kendi ülkelerinde sıradan işçi olup Türkiye’de Lord gibi gezmek istiyorlar ki geziyorlar, sizin ülkenizde bulunan madenlere çok ucuza çöküyorlar, siz onların ülkesine gittiğiniz zaman it köpek gibi davranıyorlar, ülkenizdeki kendini geliştirmiş insanlarınızı beyin göçüyle alıp üstüne birde onlara kendi ülkelerinde ikinci hatta üçüncü sınıf insan muamelesi yapıyorlar.
    Batılılar, Tayland, Filipinler, latin amerika ve doğu Avrupa’ya gidip orada çok ucuza gezip tozup iş kuruyor, vergi kaçırıyor, kadinlarını para karşılığı ucuza satın alıyor ve bunun aynısını Türkiye’de de yapmak istiyorlar. Adamlar burada ucuza işçi çalıştırıyor aynı işi kendi ülkesinde yapamıyor. Kendi ülkelerinde yapamadığı her ne varsa yoksul ülkede yapıyor mesela çöpünü evet çöpünü Türkiye’ye yolluyor. Lütfen google’dan arayın adamlar çöpünü bile bize yolluyor. Kitabın anlattığı din değişimi budur. Biz insan gibi refah içinde yaşamak isterken bu adamlar kendi dinlerine göre biz gibi orta doğu ülkerini altta görmek istiyor. Latin Amerika 500 yıldır hristiyan ve batılı değerlerin çoğunu uyguluyor üstüne adamlar güney avrupa kökenli ama batı dinine göre altta olmaları gerekiyor. Güney asya ve Çinhindi bölgesinde bir çok ülke hristiyan oldu ama refaha erişemedi. Aynı şekilde Afrika’da hristiyan oldu ama o da refaha ulaşamadı. Bu saydığım yoksul ülkelerdeki insanlar batıya gitmek istediği zaman ise ya denizde ya da yolda ölüyor. Ölmeyenler ise tekme tokat sınırda dayak yiyor, sınırı geçenler ise üçüncü sınıf insan muamelesi görüyor.
    https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/tirin-soguk-hava-dorsesinde-24u-turk-31-kacak-yakalandi-5933321/
    Artık Türkler diğer yoksul ülkeler gibi bu hallere düştü yani bizi dinimizden döndürduler. Eskiden doğu Avrupa’ya “hadi Rus’a gidelim” “Natasha’ya gidelim” diyordu Türk erkekleri onların yoksulluğundan faydalanıyordu. Şimdi, dolar 7 euro 8 gram altın 400 çeyrek altın 660 ekonomi çökmüş, sistemli kasıtlı yoksulluk norm haline gelmiş durumda. Bende inanmıyordum “yok canım bizim kadınlar benzin döker üstüne yine yapmaz” derdim ama yoksul ülkelerde yaşayan kadınlar bir anda o duruma dusmediler. Zaman içerisinde oldu erkekleri de zaman içerisinde yoksullaştı ve işsizlik bir norm haline geldi. Bir ülkenin erkekleri işsiz kalıp üretim yapamaz hale geldiği zaman kadınları da onursuz yollara düşüyor. Baba veya koca karısına/kızına bir şey diyemiyor çünkü kendisi işsiz güçsüz dili kesilmiş durumda ve sadece izlemekle yetiniyor. Zaman içerisinde evre evre oluyor norm haline geliyor evrim gerçekleşiyor. Evrim gerçektir.
    https://eksisozluk.com/para-karsiligi-seks-yapan-universiteli-kiz–3523515
    https://eksisozluk.com/evli-adamlara-metreslik-yapan-universite-ogrencisi–5610583
    Selim bey, merak ediyorum acaba feministler yıllarca bunun yolunu mu yaptılar, yani belki istemeyerek ama “onun bedeni onun kararı” diyerek. Batılı, parasını verip kadını satın alabilecegi ortamı yoksul ülkelerde buluyor. Burada da bunu sağlayabilmek için feminizmi kullanıyor olabilir mi? Çünkü maden, toprak, avcılık, her sey dahil oteller, ucuz iş gücü vergi kaçırma, istediği yasaya çıkartma yani her şeyi yapabiliyorlar. Çok afedersiniz bir yapmadıkları erkeklerimizin çok değer verdiği namusumuz dediği kadınları/kızları parasını verip istediği gibi kullanmak kaldı. Sanki diğer şeyler ülkenin namusu değilmiş gibi ses edilmiyor sanki maden, orman, ucuz işçilik, her şey dahil oteller ve daha saymadiklarim namus değilmiş gibi. Yoksul ülkelerin hepsinde gidip parasıyla kadınları sex oyuncağına çeviriyorlar. Türkiye artık Bulgar ve Romanya gibi ülkelerin gerisinde yani yoksul asya ülkelerinde ne yapıyorlarsa burada da yapacaklar.
    https://mobile.twitter.com/KBuyukyuksel/status/1279355665111269376
    Son olarak latin amerika kadınların son hali
    https://mobile.twitter.com/BasedPoland/status/1283324723942895617
    Ayrıca, Saygıdeğer yazara ve diğer okuyuculara sormak istedim, bizim ülkenin kadınlarının batılı erkeklerin oyuncağı olmuş olan yoksul ülke kadınlarının durumuna düşmeyeceğine dair güvencemiz var mı? Yoksa şu an oluyor da ben mi görmüyorum?

    • Güney Amerika güzel saptama. Kitaplılar, yanında Kuran’ı bulunduran toplumu Hristiyan yapmaya çalışmak zorunda değil. Kanıtı Hristiyan üçüncü dünyasıdır. Onlar yalnızca kendi dinlerine uymamızı bekliyorlar. Kendi dinleri her ne ise ona. Bunu sömürü diye de özetleyebiliriz, siz piramit demişsiniz. Sömürü deyince insanların aklı solculara gidiyor ne yazık ki ama sömürünün tinsel olanı da var, şekilde görüldüğü gibi.

      Feministler her ne yapıyorlarsa planlayarak, bilerek, isteyerek yapıyorlar. Nefret ideolojisi deyince beyni yıkanmış kalabalıkların aklına hemen Nazi Almanyası falan gelir. Oysa nefret ideolojisinin örneği feminizmdir. Çünkü savundukları şeyin aydınlık yarınlar yaratmayacağını bile bile yapıyorlar. İçlerindeki kini ve nefreti doyurmaya çalışıyorlar. “Respect all work” derler, aslında saygın olmayan o işin de saygın olduğuna işaret ederler. Bizdekiler de “seks işçisi” diyerek temizlemeye çalışırlar o saygın olmayan işi. Konu porno veya utanmazlık olunca yine kadınlar burada erkeklerin gerisinde mi diye bakarlar. Kadınlar ahlaklı oluyorlar mı diye bakmazlar. Ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar.

      Kuran’ın uyarısı aslında bunlar. Namaz oruç falan değil. Gerizekalı olmaya koşullandırılmış olanlarımız hayatta “dinle ilgilenmek” veya ilgilenmemek gibi bir seçimin olduğunu sanıyorlar. Kuran’ın dinle ilgilenmek isteyenleri ilgilendirdiğini sanıyorlar. Bu nasıl bir gerzeklik? Hani “biz Atatürk’le ilgilenmiyoruz, çocuğumuzun okulda yurttaşlık bilgisi dersi almasını istemiyoruz çünkü politikayla ilgilenmiyoruz, yurttaşlık bilgisi ve inkılap tarihi dersleri seçmeli olsun” demek ne kadar gerzekçe bir davranışsa, bu da o kadar. Elçi dediğimiz adam senin benim iyiliğimiz için kaygılanıyor. Madenlerimiz satılmasın, GSMH yerlerde sürünmesin, kızlarımız orospu olmasın diye çırpınıyor. Bizden bir şey istemiyor ki. Ama bazılarımız için bunu anlamak çok zor.

      Türkiye benim gözümde çoktan Endülüs olmuştur. Yani haritadan silinmiş, unutulmuştur. Yeryüzünü miras alamamıştır. Bu Allah’ın yasası gereğidir. Bu yok oluşun hangi aşamasında, hangi adımında olduğumuzu anlamaya çalışmıyorum. Bu cezayı hak etmeyen küçük bir azınlık olacak, derdim onlardır.

gerceginkitabi için bir cevap yazın Cevabı iptal et