Bu yazıyı Kuran’a kişisel gelişim programı muamelesi yapan, bireyci bir Müslümanlık aşılayan yorumculara ilaç olsun diye yazıyorum. Herhangi bir yardımlaşma teklifini veya toplumsal bir sorun için çağrı yapma gereğini “ben kendimden sorumluyum” rahatlığıyla geri çevirenler çevrelerine çok yanlış mesajlar veriyorlar. “Allah yardımcın olsun” diye bir “dua” yoktur. Sen yardım edersen Allah da eder. Allah bireylere ettiği yardımdan çok daha fazlasını toplumlara eder. Yardımlaşan iki kişi 1+1=2 etmez. Üç, beş, belki on eder (8:65).
Kuran’ın iki kapağı arasındaki bütün içerik toplumsaldır. Bu kitap, önceki kitaplar gibi bir kişiye, Ulak’a indirilmiştir. Ama ilgilisi bütün insanlıktır. Bu durumda teslim olmuş kişinin bireysel bir yol tutturmasından söz etmek olanaksızdır. Daha önce elçi gönderilen toplumlardan, yok edilen toplumlardan söz edilen her yerde konu toplumsal olarak işlenen suçlardır. Elçilerin yoldaşlarının başarılarından söz edilen her yerde konu toplumsal arınmadır. Yalnız kalmış tektanrıcıların örneği çok enderdir; onda da zaten kişi daha iyi bir topluma katılabilmenin yollarını arar (66:11).
Kitabın bir ana fikri var. Birkaç cümleyle özetlenebilecek bir mesajı var (2:177, 5:117, 6:151-152, 7:33, 16:2,90, 17:31-37, 21:25, 29:16-17, 41:6,14, 46:21…). Bu demektir ki evrendeki bir gerçekliği haber veriyor görünen bir ayet, sözgelimi “yeri ve göğü yarattı” ayeti asıl anlam derinliğini o ana fikir bağlamında kazanıyor. Bu ana fikir toplumsal olduğunda artık “yerin ve göğün yaratılması” da toplumsal bir anlam kazanıyor. İnsan tilki gibi yalnız yaşamak üzere evrilmiş bir canlı değildir. Daha çok karıncaya, arıya benzer. İnsanın sağkalım birimi birey değil toplumdur. Öyleyse insanın aydınlığı da karanlığı da; kazancı da yitimi de kaçınılmaz olarak toplumsal olacaktır.
Bu şuna benziyor: Herhangi bir toplumsal konuyu “dinsel olan” ve “dindışı olan” biçiminde ayırarak tartışmanın yanlış olduğunu yazılarımda belirttim. Politik dediğimiz konular da böyledir örneğin, hemen her şey politikanın konusu olabilir. Toplumsallık da böyle. Bir konu iki kişi arasında konuşulmaya başladığı anda toplumsal bir yönü olur. Dolayısıyla Kuran’ın bireysel mesajı ve toplumsal mesajı olmak üzere iki ayrı mesajından söz edemeyiz. Dinsel, politik, toplumsal gibi nitelemeler bizim konuyu belli kavram veya çevre bağlamında anlamamız, araştırma sınıflarına koymamız, masamızda, kütüphanemizde veya zihnimizde düzenlememiz içindir. Sözgelimi bir fizik ders kitabını toplumbilim, iktisat, politika, tarih raflarından herhangi birine koyulacak biçimde yazabiliriz. Yazılanlar yanlış olmaz, yalnızca aralarında öğrenme açısından, amaç açısından farklar olur.
Surelerin bağlamı var. Hayır, Kuran’da konu daldan dala atlamıyor. Bununla birlikte giriş-gelişme-sonuç gibi bir yapıya da sahip değil. Bu yüzden suredeki konuyu anlamak için sureyi sonuna dek okumamız gerekebiliyor ve bazen girişteki ayeti ancak o zaman anlamamız olanaklı olabiliyor. Bir sure başından sonuna dek toplumsal bir olaydan söz edebilir. Çoğu sure zaten böyle ama 9, 58, 60. sureler kolay örnekler olarak verilebilir. Bu durumda o surenin içindeki “toplumsal ayetleri” işaretleyip ayırmanın fazla bir anlamı olmayacaktır.
Şunu da belirtmek gerekir; “Ey insanlar” veya “Ey amenu olanlar” diye başlayan ve ikinci çoğul kişiye seslenen çok sayıda bölüm, birinci çoğul kişi ağzıyla edilen dualar, karakterlerin birbirlerine “siz” diye seslendikleri bölümler toplumsal sayılmalıdır. Buralardaki çağrı bireysel olsaydı çoğul kişi adılları kullanılmazdı. Kuran kişisel gelişim kitabı olsaydı pop-tasavvuf kitapları gibi sürekli “sen” derdi. “Sen şöyle yap” diye ikinci tekil kişiye seslenen bölümler öncelikle Ulak’a sesleniyor. Toplumun önde gelenlerine de sesleniyor çünkü bunlar (yönetici, bilgin, “din adamı”, aydın kesim) o seslenişi duydukları sırada zaten Kuran okumakla veya dinlemekle meşguller ve toplumu çekip çevirecek bir konumları var. İkinci tekil kişiye seslenen bölümlerden kendi halinde Kuran okurlarına da bir pay düşer elbette ama bu sınırlıdır. Yani yalnız birey, Kitap’ın potansiyelinin çok ama çok küçük bir kısmını gerçekleştirebilir. Potansiyelin ne kadar olduğunun ölçüsü olarak Muhammed’in başarısını alabiliriz diye düşünüyorum. Kuran’dan anladığımız kadarıyla topluma yönetici olmuştur. Bu “güzel bir rastlantı” değildir çünkü yöneticilerin, önderlerin ve sözü dinlenen kişilerin Kuran’a uyma sorumluluğu çok daha fazladır. Musa doğrudan Firavun’a gider çünkü onu ikna edebilirse toplum kurtulur. En alttakini ikna edebilirse yalnızca o, o da belki ve çok büyük güçlükler ve acılarla kurtulur çünkü çoktanrıcı topluma direnmek zordur.
Bunları söyledikten sonra Kuran’ın ana fikrini anlamış kişiye bunun “bireysel bir din” olmadığını anlatmaya gerek kalmamalı. Yine de gerekiyorsa bu durumda Kuran’ın ana fikrinin ne olduğu üzerinde uzlaşmıyoruz demektir. O da bu yazının konusu değil.
Genelde “ahkam ayetleri” olarak sınıflandırılan ve belirgin bir yasa, yönerge, buyruk bildiren bölümler var. Bu bölümlerin toplumsallığını tartışmaya gerek yok. Çünkü yasa dediğimiz kavram zaten toplumsaldır. Zina eden kendi kendini cezalandıramaz. Bir arkadaş grubu zina edeni kırbaçlamaya kendi arasında karar veremez; ülkenin yasasının buna izin vermesi gerekir. En azından onlara bunu yapacak kadar özerklik tanınmış olması gerekir. Kuran’da “faiz alana şu cezayı verin” yazmaz ama ribanın yasaklanması buyruğunu uygulamak yasal bir düzenleme yapmayı gerektirir. Ribadan bireysel olarak uzak durmanın yeteceğini düşünenler kendilerini, mümin kardeşlerini ve torunlarını faiz konulu yazılarımda anlattığım cenderelere sokarlar ve karşılığını da alırlar. Örnekler çoğaltılabilir.
Kuran’da çoğunluğa uymak konusunda temkinli olmayı öğütleyen ayetler mümin kişi yalnız kalsın diye değildir. Tersine, çoğunluğun bir şeyleri yanlış yaptığının bilincine varmış kişilerin birbirini bulup nitelikli bir azınlık oluşturmaları gerekir (2:43, 8:73, 9:41, 42:39-40, 61:4…). İşte Kuran bu toplum için yol göstericidir. Her biri bağımsız birim olarak çalışan kopuk, yalnız, tek tabanca takılan kişilerin çelimsiz matematiksel toplamı için değil.
Tasavvufun ve kişisel gelişim paradigmasının yarattığı bireyci düşünme alışkanlıkları Kuran’ın toplumsallığını anlamamıza engeldir. Dört yandan fışkıran bu aşılamalara karşılık çevrede Kuran öğreten, Kuran tartışan, Kuran konuşan kimselerin olmaması, kişinin Kuran’ı önceden bildiği ve kabul ettiği bireyci varsayımlarla anlamaya çalışmasına neden oluyor. Kişi bireyci düşündüğünün farkında olmuyor. Aşiret bağlarının hâlâ güçlü olduğu toplum kesimlerini geri veya aşağı veya yabanıl bulmasının ardında bu varsayım bulunabilir. Aşireti veya köylülük kavramını veya cemaati veya geniş aileyi yitirmek son iki yüzyıldaki yalnızlaşmanın en büyük parçasıdır. Basının, uzaktan iletişimin ve bunun son adımı olan sosyal medyanın yaşama girmesiyle yalnızlaşma hemen herkesin en küçük bir sarsıntıda psikiyatrik vakaya döndüğü bir düzeye ulaştı. Bireyselliğin ve toplumsallığın ne olduğunu anlamak için önce bunların ayırdına varmak; uygarlık nedir, insan yüz bin yıldır nasıl yaşamış diye sormak gerekir. Sarmalanmış olduğumuz modern hurafelerden kurtulmak gerekir ki en önemlilerinden biri bireyciliktir. Bir başkası eski dünyanın sona erdiği hurafesidir ki eski yaşamın her şeyinin yanlış veya eğreti olduğunu, insanın ancak modern çağda onduğunu ve erdiğini varsayar. Tasavvufa gönderme yaparak ve sevgi, aşk gibi sevimli sözcükleri kullanarak toplumsallığı inkar edenler var. Kendini eğlemeye dönüşen “dua” kavramı ve anlamı gittikçe daralıp oyuncak edilen “iyilik” kavramı, pompalanan bu bireyci evren algısının eseridir. Aşireti, oymağı, akrabalığı, geniş aileyi yerip çekirdek aileyi yücelten, hatta onu da bozarak çocuğunu yalnız yetiştirmeyi, evlenmeden ömür geçirmeyi onaylayan söylem her yeri kapladı. Modern Batılı kentli bu yalnızlaşmayı meslek örgütü, sendika, sivil toplum ve hobi kulüpleriyle kısmen telafi etmeye çalışıyor. Bu dönüşüm bize, Türklere, Ön Asya Müslümanlarına isabet etmemiştir. Etseydi bile bunlar tedavi değil ancak yara bandı olurdu çünkü bunların hiçbiri ahlaki örgütlenme değildir. Aslında ahlaki birliktelikler olması gereken siyasi partiler sistemi zaten ne Batı’da ne bizde o işlevi görmedi, şimdi oraya girmeye gerek duymuyorum. Gerçek ahlaki örgütlenmeler cemaat ve tarikat biçiminde karşımıza çıkar. Adını böyle koymaya gerek yok. Bir grup arkadaş aranızda basit ahlaki kurallar belirleyin ve birbirinizi denetleyerek bunları uygulayın. Çevreden “cemaat” ve “tarikat” nitelemesinin gelmesi an meselesidir, hiç şaşmaz. Ticari sigorta sisteminden riba içerdiği için çıkan bir grup insanın aralarında bir yardım sandığı, bir tür havuz oluşturarak tüzel kişiliği olmayan, onur sözleşmesine dayalı küçük bir sigorta sistemi kurduğunu düşünün. Herkes kasaya prim ödüyor, başına bir iş gelenin zararı buradan karşılanıyor. Bu grup bu çabayı “dinsel” olarak nitelenen bir güdülenmeyle yürüttüğünü dışarıya belli etmeye görsün, hemen “tarikat” alarmları çalmaya başlar ve maliye müfettişi, polis ve savcı beylerin dikkati çekilir. Anlatmaya çalıştığım işte bu durumdur. Yani seküler çağda ahlaki birlikteliklerin üzerinde sallanan bir sürü Demokles kılıcı ve bu girişimlere yapışmış kötü izlenim bizi farkında olmasak bile her sorunu bireyci anlamaya, bireyci çözümler bulmaya itiyor. Zihinsel bir kısırlıkla, gözümüzün önünde duran kolay çözümleri göremez duruma geliyoruz. Sanki beynimizin “toplumsal zeka” bölümü alınmış ve sakat bırakılmışız gibi bir durum.
Muhammed ve yoldaşları dış dünyada ilk başta “tarikat” veya “cemaat” olarak görülmüştür. “Yeni bir din” algısı ancak çok zaman sonra, arkasından gidiyor görünen kalabalık dev bir devlet görüntüsü aldıktan sonra oluşmuştur. Ama bize bu terimlerle anlatılmaz, biz de farkına varmayız.
Mustafa Kemal ve arkadaşları tarikatları ve tekkeleri kapattıklarında yerine hiçbir şey koymayarak büyük hata ettiler. Zaten koyacak bir şeyleri de olmadığını Din Nedir ve benzeri yazılarımda anlattım. Böyle bir tarihin çocukları olarak toplumsallığı anlamakta güçlük çekiyor olmamız normal. Ben nasıl sakatlandığımı fark ettim, iyileşmeye çalışıyorum, sizi de iyileşmeye çağırıyorum. Her tedavi hastalığın farkına vararak başlar.
***
Saydığım çekinceleri de göz önünde bulundurarak, yani sözünü ettiğim grup ayetleri dışarıda bırakarak, toplumsal olduğu apaçık ayetleri, yani en ebleh kişinin bile bireysel olarak anlaşılabileceğini öne süremeyeceği ayetleri işaretledim. Bunu yalnızca bir kolaylık olarak, konuyu çalışmak isteyenlere bir başlangıç noktası olarak düşündüm. Kitabın geri kalanı bireyselmiş gibi bir durum kesinlikle yok. “Sen kendini kurtar, toplumu boş ver” çizgisindeki yorumlarını Kuran’a dayandırmaya çalışanlardan bu ayetleri açıklamalarını isteyebilirsiniz. Bunların Kuran’da kapladığı fiziksel yerin büyüklüğü hafife alınamaz.
Ayetler
1:5-6
2:40-45,52,55,61,63-64,83-84,122-123,128,136-137,139,141-144,(148),150,152-154,156,164,190-194,199,211,214,216,219-241,244,246-251,254,264,267,(271-273),278-280,282-283
3:8-9,11,13,16,19,23-24,33-34,49,52-53,61,65-66,73,84,98-105,110-115,118-126,137,139-140,149-150,152-156,159-160,165-166,181-184,187-188,191-194
4:1-9,11-12,15-25,29,(31-32),33-36,(43),44,46-47,49-54,58,64-69,71,75-76,86,88-92,94,101-103,104,127-128,133,136,140,144,146-147,150,153-162,171,176
5:1-3,6-8,11,12-26,32,33-35,38-39,41-47,48,50,51,54,55-66,68,70-74,77-82,87,90-92,94-96,101-102,105-107
6:6,10-11,20,42-45,47,71-72,80,83,89,91,99,108,123,126,131,133,144,146,151-153,154,156-157
7:3-5,19-25,29,34,38,59,61-72,73-79,80-82,85-89,94-102,128-129,137-142,148-150,157,159-169,171,181
8:1,7,9-12,15-17,19-25,26-36,39,41-47,52-56,60,63-69,72-75
9:1-18,25-26,28-29,30-32,34,36-59,69-70,71,73-79,81-88,90-102,107-112,115,119-123,128
10:5-6,13-14,19,24,47-49,67,71-88,93,98,101-102
11:24,25-39,48,50-60,61-68,70,74-83,84-95,100-102,117-118,122
12:9,37,87,110-111
13:3-4,6,11,13,30,32,36,42
14:5-15,28,46
15:4-5,10,13-15,58,59,65-76,78-83
16:11-13,26,33-35,36,54,63-64,65,67,89,92,93,107,112-113,118,124,127
17:2-8,16,17,31-35,45-48,58-59,101-104
18:9-12,14,15,16-20,28,55,59
19:37,48,59,73,74,98
20:77,79,80-81,85-91
21:3,6,9,11-15,52-71,74,76-77,92,95,106
22:34,39,40,42-46,48,67
23:23-28,33-41,43-44,46-48,49,52-53,94
24:2-9,12-13,47-49
25:18,30,36-39,40,51
26:17,52,54-59,60-66,70-74,105,111,117-120,123,141,160,176,208
27:12,17,24,45-51,52,54-58
28:3,4-6,38-40,43,46,48,53,55,58-59,75-76
29:14,15,16-18,24,28-35,36-37,38,46
30:9,21,24,31,42
31:20,21,28,33
32:3,23-24,26
33:9-22,25-27
34:9-14,15-19,20,25-26,31-33,34,43
35:4,24,25
36:6,13,19-20,26-29,31,41,62
37:25,76-77,85-87,97-98,115-116,124,134-136,147-148
38:43
39:15,39,52,71
40:4,5-6,21,25,29-34,38-45,47,53,82
41:3,13,15-17,29,45
42:14
43:5,8,23,26,33,44,51-55,57-59,65,88
44:17,18,22,23,30,37
45:14,16-17,28,31
46:18,21,30-31
47:4,10,13,38
48:16
49:9,11
50:12,13,14
51:32,40-41,43,46,53
52:21
53:50-51,52,53
54:9,18,23,33,41,44-45
57:10,14,29
58:11,14
59:2
60:4,7-11,13
61:4,5,6,14
62:5-8
63:6
65:8
66:11
69:4-10
71:1-2,5,21,28
79:23
89:6-7,9
91:11-14
(parantezdekilerin bu listede olup olmaması tartışılır)
***
Bu yazıyı Kovid yazılarının altına koyduğunuzda çıkan sonuç bellidir: Kovid tuzağına ayanlar komün köy kurma girişimleri başlatmalılar. Çünkü aslında Kovid tuzağına uyananlar örgütlü kötülüğe direniyorlar. İyiliğe karşı kötülük. Bu bütün Elçilerin tam ortasında yer aldığı senaryodur. Allah ölümü verirken bir yandan yaşama dönme fırsatı da veriyor. Meselenin “aşı” değil, “özgürlük” değil, “ekoloji” değil, iyilik-kötülük ayrımı olduğuna kim, ne kadar erken uyanırsa insanlık için o kadar iyi olacak. Ve bu ayrımı gördükten sonra kendine yeten, çoktanrıcı ekonomik birlikteliklerden ve dolayısıyla dayatmalardan olabildiğince bağımsız, Amish’ler, Essene’ler benzeri komünler kurmak dışında bir yol olmadığı anlaşılacak. Okuduğum tarih kitaplarında dikkatimi giderek daha çok çeken bir örüntü, yokluk zamanlarında kent yaşamının hep daha zor olması. 1947’de İsrail kurulduğunda oraya giden alt katman Yahudilerin çoğu ömürlerinde toprağa el sürmemiş kişilerdi ama birlikten kuvvet doğdu ve tarımı kısa sürede öğrendiler.
2013’ün Haziran’ında çok farklı kesimlerden insanlar kendilerini belli bir kötülüğe karşı (AKP’nin herkesi en çok rahatsız eden kötülüklerine karşı) ortak protesto yapar bulduklarında her insanın içinde olan bir itkiyle ve umutla buradan bir sinerji çıkarmaya çalıştılar. Ne yazık ki bu girişimin bir meyvesi olmadı çünkü aslında iyilikte -ve katıksız iyilikte- birleşmek gibi bir niyetleri yoktu. Ortak paydaları iyilik olamadı. Her öbeğin farklı renklerle kirlenmiş, kendi ayakları üzerinde duramayacak kadar zayıf iyilik kurguları olduğunda bunları birleştirmek mümkün olmuyor. Ama egemenlerin birleştikleri kötülüğün ortak paydası her geçen gün genişledikçe ve baş edilemez görünen bir Deccal’e dönüştükçe, ona karşı duran iyilerin aralarındaki renk farklılıklarını bir kenara bırakıp önceliği salt iyiliğe, yani katıksız Allah tapısına vermeleri bir zorunluluk oluyor. Bunu başarırlarsa iç işlerinde özerk öbekleşmeleri, yani fıtrata aykırı olmayan yorum farklarını korudukları halde Allah’ın yardımını alan ve bağışlanan toplumu kurabilirler; mecazi gemiyi inşa edebilirler. Hem akıl hem vicdan şu anda kurtuluş olasılığı olarak “dindar” (!) köy komünlerini gösteriyor. Kente ve onun yalnızlaştırılmış, çoktanrıcı ve nefret dolu üretim ve yaşam biçimlerine yapılan bütün yatırımlar kül olacak.
Her zorlukla bir kolaylık vardır. Gölge olmadı mı aydınlık bilinmez. Kovid vesilesiyle Allah bize gerçekdışı (batıl) üzere bir toplum kurmuş olduğumuzu gösteriyor. Basın, hükümet, üniversite. Bunların güvenimizi hak etmedikleri ortaya çıktı. Mahkemeler de aşısızları yüz üstü bırakıyorlar. Demek ki güven oluşturarak toplumu ayakta tutması gereken kurumlar güven bağlarını koparan kurumlar olmuşlar. Öyleyse Mısır’da köşeye sıkıştırılmış köle İsrailoğulları gibi evlerimizi kıble edinip salât kurmamız gerekiyor. Teker teker, ikişer ikişer, toplu olarak “kalkıp” Kuran’ın bugünkü yargısını bulmamız ve uygulamamız gerekiyor. Denizin yarılmasının gerekçesini oluşturmamız gerekiyor. Bir topluluk iradesi ortaya çıkaramayanlar, benzetecek olursak partinin barajı geçmesini sağlayacak adımları atamayanlar o çoğunlukla birlikte ateşteler.
Rabbim bizi Kurandan ayırmasın inşallah