Namaz Kitapları: İsrafil Balcı, Sonia Cihangir, Cemil Kılıç

Bu yazıda namazla ilgili üç kitabı değerlendireceğim.

İsrafil Balcı – Hz. Peygamber ve Namaz

Kitap, Ankara Okulu tarafından 2015 ve 2016 yıllarında yayınlanmış. Peygamber’in ne zaman, nasıl namaz kıldığıyla ilgili Kuran dışı söylentileri kaynak olarak kullanıyor. Sabah, öğle, vitir, orta namaz, rekat, kunut, cem, kaza, miraç hadisi, Cuma, bayram, hutbe, ezan, teravih, cenaze, kıble gibi bildik konu başlıklarında çoğunlukla bildik anlatıyı yineliyor. Ayrıntı sayılabilecek birkaç konuda kendi yorumunu ve şerhini ekliyor. Bunun dışında kitapta gelenekçi anlatıya aykırılık bulunmuyor. Bu kitabı eleştirmemin nedeni buna benzer pek çok kitapta ve aynı ön kabullerle yazılmış akademik ve akademik olmayan makalede bulunan kusurları içermesi. Yeni ziyaretçiler için söylüyorum; daha önce salât başlıklı yazılarımda yapmış olduğum çıkarımlar bu eleştirideki ön kabullerimi oluşturuyor.

Kitaptaki birinci ve bence en önemli eksiklik; yazar “dinî” ve “dünyevi” ayrımını var sayıyor. Böyle bir ayrım olmadığını ve bunun modern bir düşünme biçimi olduğunu sağ tarafta “din” başlığı altında listelediğim yazılarımda anlattım. Balcı bu sakat ayrımın doğal devamı olarak Cuma hutbelerinin “siyasallaşmasını” eleştiriyor. Acaba biri bu kişilere sormuyor mu, Peygamber siyasallaşmadan mı devlet başkanlığı yapmıştı? Davut ve Süleyman siyasallaşmadan mı krallık ettiler? Tevrat’ı öğretir ve öğütlerken “siyasal kimliklerini” kullanmadılar mı? Yok, aslında şaşılacak bir şey yok. Çünkü namaz savunucuları yaşamı din ve gerisi olarak ikiye ayırdıkları için, bir başka deyişle tapınak ve dışarısı olarak ikiye ayırdıkları için namazı savunuyorlar. Modern toplumda faizsiz borç alınamıyor olması, zina ve fuhşun evlilikten daha kolay ve risksiz olması, topluma yararlı bir iş yaparak para kazanmanın neredeyse imkansız olması, iyi ahlak öğütlemenin resmen yasak olması, Kovid iğnesi zalimliğinden kaçacak yer olmaması gibi sorunlar onlara göre “dinî” konular değil. Onlara göre Kuran önce namaz-oruç-hac istiyor; bu saydığım sorunlar onların arkasından gelen ikincil önemdeki şeyler. Haydi, faiz veya zina gibi bir konuda konuşmayı ve politik olmamayı deneyin. Eğer başarabiliyorsanız boş konuşuyorsunuz demektir!

Nitekim Balcı “namazın bir arınma ve bireyin eksikliklerini gidermeye yönelik” olduğunu söyleyerek kapalı devreyi ve kısır döngüyü tamamlıyor. Ayetler bölümünde gösterdiğim ve salâtın toplumsallığını gösteren bir alay ayeti görmezden geliyor. Bu kafaya göre faiz ve zina gibi konularda politik olmaya gerek de kalmıyor. Çünkü eve kapanıp mırıldanarak veya haftada bir tapınağa girip çıkarak “dinimizi yaşıyoruz” ya, daha ne istiyoruz, değil mi? Faizden bana ne, zinadan sana ne? Toplum mu, düzen mi, yasa mı, o da ne?

Balcı’nın tarif ettiği namaz tasavvuf namazıdır. Tasavvuf zaten iyilik için parmağını oynatmama, kötülüğe zerre direnmeme dinidir. Yahudilerin ve Hristiyanların en sevdikleri “İslam mezhebinin” tasavvuf olmasına şaşmamalıdır. Çünkü İslam’la ilgisi yoktur. Onlar kimsenin Müslüman olmasını istemiyorlar zaten, tasavvufu bunun için övüyorlar. Balcı’nın namazı, yani tasavvuf namazı, yani etliye sütlüye dokunmayan namaz çoktanrıcıları rahatsız etmez. Etmesi gerektiğini Kuran’dan çıkarsayabiliyoruz ve kimseyi rahatsız etmeyen salâtın salât olmayacağını anlıyoruz. Ama Balcı tezlerini Kuran’a dayandırmadığı için o konuya girme gereği duymuyor. Okur eğer Kuran’ı bilmiyorsa kitabı okumayı bitirdiğinde kafasında eskisinden daha çok yanılgı olacak.

Yazar namazın tanımını yapmadan kitaba başlıyor. İşte o yapılmamış tanımı biz yazarın yerine yaptığımızda aslında sofi “hu”larının, Budist “om”larının, Zerdüşt “yasna”larının /“gat”larının, Yahudi “şema”larının, Hristiyan dualarının, şaşkınların “evrene enerji gönderme” oturumlarının da namaz olduğunu söylemek zorunda kalıyoruz. Ama bunların salât olmadığı kesindir.

Namazla ilgili kitapta namazın tanımı yok. “Dua etmek, yardım etmek, izlemek…” diye devam eden sözlük tanımını veriyor ama bu tanımı hiç bir yerde sınamıyor. İşte bu sakat bir başlangıç. Kitabın bütün kavram dünyası bu sakat başlangıcın üstüne oturuyor. Yazar var olan namaz algısını sınamıyor. Ayetlere başvurarak namazı tanımlamaya çalışmıyor. Yani kafasında önceden bir namaz var, bunu yalnızca var sayıyor ve bütün kitabı bu varsayımın üzerine inşa ediyor. Burada Balcı’ya haksızlık etmeyeyim. Namazı anlatma iddiasında olan hemen her kitap böyle. Zaten bu kitabı bir model olarak seçtim. Bu kitabın örnekliğinde bütün namaz kitaplarını eleştiriyorum. Namazla ilgili yüzlerce ilahiyat makalesinde aynı yöntem izleniyor. Önce bir şey var sayılıyor, sonra bu varsayımın üzerine yenileri ekleniyor. Varsayım sınanmıyor. Tezler Kuran’a doğrulatılmaya çalışılmıyor.

Bu şekilde Kuran okumanın kişiye bir şey kazandırmadığını herkese duyurmak gerekir. Kuran’ı ilk kez eline alan kişi onu “bildiğimiz şeyleri anlatan kitap” olarak görüyorsa aydınlanma olasılığı pek yok. Çünkü bu aslında daha okumadığı kitabı bildiği varsayımıdır. Bu varsayım Kuran kurslarından namaza, hutbeden insanların DİB hakkındaki fikirlerine kadar her yerde gizli olarak bulunur. Elimde Kuran gören birisi benim ne okuduğumu bildiğini varsayıyor. Bu herhalde yalnızca Kitabımukaddes’e ve Kuran’a yapılan bir haksızlıktır. Başka kitaplara böyle bir muamele yapılmıyor. Kuran’ın tıpkı Harun Yahya kitapları gibi “adı çıkmıştır”. Bugün okumuş bir Türkü bir Harun Yahya kitabının gerçek ve aydınlatıcı içeriğe sahip olabileceğine inandırmak ne kadar zorsa, Kuran’ın çoktan biliyor olduğu şeyleri anlatmadığına inandırmak o kadar zordur. Bunun benim akıl edebildiğim tek ilacı Kuran’ı okumamış birine “bütün bildiklerini unut da öyle oku” demektir.

Balcı ve öbür namaz kitabı yazarları bildiklerini unutarak Kuran okumayı denememiş olacaklar ki Kuran’ın ne dediğiyle pek ilgilenmiyorlar. Kitapta ciddi bir dilbilgisi çözümlemesi yok. Tezleri Kuran’a doğrulatma gereği duyulmamış. Kuran’da varsa (var görünüyorsa) alıyor, yoksa rivayetlerle yetiniyor. Rivayet eleştirisi hiç yok. Örneğin Peygamber’in namaza gelmeyenin evini yakası gelmişmiş. Bunu eleştirmeden aktarıyor. Belli ki ne kadar gerçekdışı olduğunu hiç düşünmemiş. Böyle olunca kitap aslında bir fikir ürünü olmaktan da çıkıyor. Çünkü tek yaptığı ana akım yorumları, Emevi-Abbasi-Osmanlı-sekülerlik aktarım zincirinde egemen yorum olarak sağ kalmasına izin verilmiş birikimi aktarmak. Bunu yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tek bir yorumu destekleyip farklı sesleri susturmasını eleştirmesi biraz tuhaf oluyor. Yine Balcı’ya haksızlık etmeyeyim. Kendisiyle çeliştiğinin farkında olmadığına, kötü bir niyeti olmadığına eminim. Ve burada kendisini değil, temsil ettiği yorumu eleştiriyorum. Hepimiz kendimizle az çok çelişiriz. Tartışmanın ve çoksesliliğin değeri de zaten böyle bilinir. Küçük yaşlardan beri kimse bize çelişkilerimizi göstermese olgunlaşma diye bir şey olmazdı. Eleştirinin düşmandan değil, dosttan geleceği ilkesini anlamayanlar “senin mezuniyetin ne, Arapça biliyor musun, sana mı düştü” gibi avuntularla eleştirilere kulak tıkamayı seçiyorlar.

Üniversite böyle bir ortam. Varsayımları, kabulleri ve başlangıç noktalarını sürekli gözden geçirme iradesini gösteremeyen akademisyenler topluluğu, “yankı odası” adı verilen bir karşılıklı doğrulama kısır döngüsüne girebiliyorlar. Bu ilahiyat fakültelerine özgü değil; bütün çalışma alanlarında bu tehlike var. Ama konumuz bu değil, konuya dönelim.

Hutbe bölümünde diyor ki, “Allah Resulü hutbelerinde çeşitli nasihatlerin yanı sıra, genellikle Kuran’dan ayetler okurdu”. Yine namazın tanımını yapmamış olmasının yarattığı boşlukla karşı karşıyayız. Kürsüye çıkıp Kuran okuyunca bu neden “namaz” olmuyor? Hadislerde Salât yazımda Ulak’ın hutbede secde hareketi bile yaptığı hadislerden örnek vermiştim. Bir Kuran okuma oturumunu namaz yapan veya yapmayan değişken nedir? Tanım yok! Kürsüdeki kişi Kuran okuyor; bu namaz da olmuyor, farz da olmuyor. Ama ne Tevrat ne Kuran bilen biri sabah-akşam dua edince bu namaz mı oluyor? Bu nasıl bir sözcük böyle, oyun hamuru gibi, elinde tutanın istediği anlamı kazanıyor!

“Muhammed öncesi Araplarda namaz zaten vardı.”

“Secdeyi ve rükuyu zaten biliyorlardı.”

“Cuma günü zaten kutsaldı.”

“Tektanrıcılık zaten biliniyordu.”

“Hac zaten yapılıyordu.”

Evet, Balcı bunları öne sürüyor. Sonra da Peygamber ve arkadaşlarının Yahudilere ve Hristiyanlara benzemek istemeyişleri ezberini yineliyor. Sormak gerek: Öyleyse cahiliye Araplarına benzemekten ve onlarla karıştırılmaktan neden çekinmediler? Muhammed’in öğrettiklerine “bunlar cahiliyede zaten vardı” deyince elçinin varlığıyla yokluğunun, tektanrıcılıkla çoktanrıcılığın, gerçekle gerçekdışının, helakla sağkalımın arasındaki fark kayboluyor. Namaz ezberi de işte bu “zaten vardı” ezberinden güç alıyor. Zaten özellikle Arapça konuşmayan toplumlarda namazın varlığı ile yokluğu arasındaki fark yok gibidir. Fark var diyen buyursun, göstersin; ne değişiyor o toplumun yaşamında…

“Cahiliye Arapları namazı zaten biliyorlardı” diyen birinin İbrahim’den söz eden 14:37 ayetini

“…ekin bitmeyen bir vadiye soyumdan bir bölümünü namazı kılmaları için yerleştirdim…”

diye çevirmesinden daha tuhaf bir şey olamaz. Bütün elçiler aynı mesajı getirdiklerine göre Muhammed Peygamber de toplumu namaz kılsın diye gönderilmiş olmalı. E, zaten kılıyorlarmış?

Anlamsızlık şu paragrafta doruğa çıkıyor:

“İslam’ın en temel ibadetlerinden birisi olan namaz konusunda, özellikle ülkemiz Müslümanlarının zihinlerinde bazı problemler vardır. Sorunun başında farklı kültürün çocukları olmamız hasebiyle namazlarda okunan dua veya ayetlerin ne anlama geldiğinin bilinmemesi gelir. Bu durum yapılan ibadetin şekilden öteye geçememesini beraberinde getirirken aynı zamanda ‘namazda aklıma farklı şeyler geliyor’ veya ‘kendimi namaza veremiyorum’ tarzı yakınmalara dönüşmektedir. Dahası ibadetin bireyi getirmek istediği hedef bir türlü yakalanamamaktadır. Oysa başta namaz olmak üzere tüm ibadetler bilinçli bir şekilde yapılmalıdır. Diğer bir deyişle bilinçsizce yapılan ibadet şekilden öteye geçememektedir.” (s.16)

Hayır, gelenekçilerin tanımladığı namaz zaten salt şekildir, anlamsızlıktır. Anlamsız bir şeye kendinizi verme diye bir şey olamaz. Namazda aklınıza farklı şeyler gelemez çünkü namazda aklınıza namaz gelemez; aklınızla yaptığınız bir şey değildir. Yalnızca şekilden oluşan bir şeyin şekle indirgenmesi diye bir şey olamaz.

“Namazın Kılınışı” bölümünde yine kitabın başında yaptığı var sayımı yineliyor. Namazın bir biçiminin olduğu varsayımında bulunuyor. Bu varsayımı kanıtlamaya çalışmaksızın hemen bu biçimin ne olduğunu arıyor. Hadisler olmadan namaz kılınamayacağı iddiasının boş olduğunu öne sürdükten sonra kafa karıştıracak bir rahatlıkla sayfalar dolusu hadis aktarıyor.

Sonraki bölümlerde bu kurguyu sürdürüyor. Aktardığı rivayetlerin hepsi de bugün gerçekleşebilecek diyaloglara benziyor. Yani insanların yaşamlarında yeni bir şey olmamış, bunlar zaten bilip yapıp durdukları şeylermiş gibi. Tek bir rivayet yok ki salâtın içeriği konuşulsun, tartışılsın. Tek bir rivayet yok ki Müslümanların yaşamında sarsıcı, her şeyi kökten değiştiren heyecan verici bir şeyin varlığı sezilsin.

Bakın bu şablon çok önemli. Çünkü bütün namaz kitaplarında bu şablonu görüyoruz. Bu kitap boyunca bu şablonu görüyoruz. Arkasından gelen bölümde her namaz kitabında yapıldığı gibi yabancı dilde namaz kılmanın anlamsızlığına değindikten sonra, yabancı dilde namaz kılmayı sürdürmek gerektiğini söylüyor! Yine yabancı dilde olacak ama bilinçli olacakmış. Ne demekse… Aklıma çocukken yaptığımız sayışmalar geliyor:

– Oooo… Enemene engişdene çörekotu lale kökü…

+ Oğlum bilinçli saysana!

– ???

Şimdi bunu okuyunca öfkeden deliye dönmeden önce şunu düşünün: Aradaki benzerlik, bu benzerliği gösterenin kabahati mi? Yoksa dininizi /dinimizi bu şekilde oyun ve eğlenceye indirgeyen, ondan boşalan yeri de çoktanrıcı dinlerle dolduranlar mı?

Bu türden belki on kitap okudum. Hepsini de aynı sıkılganlıkla, yorularak okudum çünkü hepsi de aynı anlamsızlığı başından sonuna yineliyor. Namaz paradigmasının kumda patinaj yapan bir araba olduğunu artık anlamaları gerek. Enerji boşa harcandıkça, patinaj yaptıkça kuma daha da gömülüyor ve kurtulması olanaksızlaşıyor. Kenardan izleyen benim gibi birileri duruma işaret edince, içlerinde kimisi o arabaya binmediğimiz için bizi düşman belliyor. Binmeyenlerin bir yere gidemiyor olduklarını bile varsaysak arabadakiler daha mı iyi durumda? “Yürüsen daha iyi” denir ya, işte o durum bu durum.

 

 

Sonia Cihangir – Kuran’daki Namaz

Cihangir bir aralar 114 Derneği’nde Kuran dersleri vermişti, yani salât etmişti. Videoları internetten paylaşmakla yetiniyordu. Kendisine anlattıklarını derli toplu yazmasını söyleyenler oldu doğal olarak. Öyle sanıyorum ki bu talebe karşılık olarak 2017’de bu kitabı yazdı.

Cihangir’in gelenekselci yorumlardan uzaklaşabilme yetisi var ve bu kitapta bildiğimiz, neredeyse ezberlediğimizden farklı bir yorum buluyoruz. Ne var ki tatmin edicilikten uzak. Yüz sayfa, kısacık bir kitap. Salâtın ne olduğunu tartıştığı bölüm en çok yirmi sayfa. Bu demektir ki sözcüğü içeren yaklaşık yüz ayeti ve dolaylı gönderme yapan onlarca ayeti tek tek irdelemiyor. Sözcüğün “namaz” olarak çevrilmesi açıkça yanlış olan ayetleri örnek göstererek bunların başka bir şeyi anlattığını gösteriyor.

Kitabın belki en önemli ve özeti denebilecek bölümü “Her Salât Namaz Değildir” başlığı altında. Burada salâtı namaz ve öbürleri olarak ayırıyor. Ancak bu ayrım yine aynı sakat anlayışa, yani yaşamın dışında olan bir tanrı imgesine dayanıyor. Balcı’da bulduğumuz hatanın aynısı. Zihinlerin derininde gömülü olan bu varsayıma göre uzakta bir tanrı var. Ondan ancak sözle isteniyor. Ve bu tanrı sözle isteyene, yalnızca eliyle isteyenden daha çok yardım ediyor. Tanrı’dan doğrudan isteyince buna “din”, insanlardan isteyince “dünya” deniyor. Dolayısıyla din ve dünya birbirinden ayrılıyor. Buna göre işin içine Tanrı’nın adını karıştırmayınca bir konu dünyevi oluyor. Tanrı’nın buyrukları “dini buyruklar” oluyor. Tanrı’nın hâşâ ilgilenmediği dünyevi konular oluyor. Seküler düzenler ancak bu anlayışta mümkün olabiliyor. Bu, Kuran’da yeri olmayan bir evren kurgusudur. Ve bu, namaz ezberinin ortaya çıkması için bitek bir ortam oluşturuyor. Çünkü namaz “dünyayla” ilgisi olmayan, sonucu gözlenemeyen, evreni boşluksuz doldurmuş olan nedensellik bağlarının bütünüyle dışında düşünülen bir olgudur. Namaz kılmayan bir ulusu Tanrı’nın neden yok edeceği, nedensellik bağları gösterilerek açıklanamıyor. Bu bilinmezliğe “din” adı verilip hem kaçamak güreşiliyor, hem de farkında olmadan deizmin ve ateizmin yolu yapılıyor. Nedenselliğin içi “dünya”, dışı “din” oluyor. İşte, böylece kendi elleriyle dini ve Allah’ı hayatın dışına çıkarıyorlar. “Tanrı öldü” demek ancak bu şekilde mümkün oluyor. Bu genel çerçevede kalarak salâtı veya herhangi bir buyruğu anlama çabası sakat ve eksik oluyor.

Bu köklü yanlışa rağmen bu bölüm okunmaya değer. Cihangir’in “Allah’ın yasasını ayakta tutmak” tanımını yapması önemli çünkü aslında salât yalnızca budur. Salâtın tekiliyle çoğulu (salavat) arasında bir ayrım yapıyor ama yeterince açıklamadığı için anlamadım ve ikna olmadım. Bölümün sonunda salâtı üçe ayırıyor: “Doğayla uyum sağlayarak onu desteklemek”, Allah’ın yasalarını ayakta tutmak ve namaz. Elbette çok kısa yazıldığı için bir sürü belirsizlik var burada. Doğaya uyum sağlamakla yasayı ayakta tutmak neden ayrı işler oluyor örneğin? Atılan her nesnenin yere düşeceği yasasına direnmemek salât da, faizci toplumun çökeceği yasasına direnmemek salât değil mi? Bu ikisinin neden ayrı salât kategorileri olarak sayıldığının açıklanması gerekiyor. Peki, namazın bütün bunlarla ne ilgisi var? Hiç ilgisiz iki ayrı şeyi Kuran’ın yazarı neden aynı sözcükle anmayı seçmiş? İşte bu en önemli sorunun yanıtı bu kitapta yok. En önemli soru bu çünkü Cihangir Kuran’ın namaz kılmayı buyurduğunu söylüyor. Neden buyurduğu ayrı bir konu; neden farklı görünen iki şeyi aynı sözcükle andığı başka bir konu. Cihangir, aradaki ilgi bağını kurmuyor. Yani kitap, kendi varsayımları olan din ile dünya arasındaki bağlantıyı kurmuyor. Tanrı’nın “namaz kılana” neden daha iyi davrandığı sorusunu yanıtlamıyor. Balcı tipindeki kitaplardan farklı bir şeyler söylüyor olmasına rağmen Balcı’nın içinde bulunduğu anlamsızlığı tam aşabilmiş değil.

Kalan bölümler “namaz hocası” içeriğinde, sözünü etmeye değmez. Yanıtsız bıraktığı soruların ve yeterince delillendirmediği namaz tezinin üzerine vakit, kaza, Cuma, kıble vb. kavramları inşa ediyor.

Cihangir şu anda neyle uğraşıyor bilmiyorum. Şu kitabı yeniden yazması gerekiyor. İçinde bir cevher var ve bunun işlenmesi gerekiyor. Yalnızca ikinci bölümü ayrıntılı bir kitap olarak yazması gerekiyor.

 

 

Cemil Kılıç – Türkçe İbadet

Öncelikle Türkçe namazı onaylayan yeni bir kitap yazılmasını olumlu bulduğumu belirteyim. Cemil Kılıç’ın önceki kitaplarından ve makalelerinden bu konudaki tutumunu biliyorum. Kitabın adında geçen “ibadet” sözcüğünün önemli bir yanlış olduğunu Arapça Sözcük Denkliği yazımda açıklamıştım. Kuran’da Allah’ın buyruklarını uygulamaktan ayrıca dinsel tören anlamında ibadet diye bir şey yoktur. Namaz, oruç, hac birer “ibadet” değildir. Arapça ibadet sözcüğü basitçe kulluk demektir. Uyuşturucudan kaçınma davranışı ne kadar ibadet ise, yani Allah’ın buyruğuna uyma ise namaz da o kadar ibadettir; daha fazlası değil, daha başka türlüsü de değil. Bu yanlışı düzelttikten sonra içeriğe geçiyorum.

Sunuşta bu tartışmanın İslam tarihinde “köklü” olduğu öne sürülüyor. Şimdiye dek karıştırdığım Doğulu ve Batılı kaynaklarda böyle yoğun bir tartışmanın izlerini göremedim. Buna tuhaflık diyeceksek bence bunun nedeni tartışan tarafların “ibadet” kavramından kurtulamamış olmaları, bir başka deyişle namazı aynı bugün sayıldığı gibi, Yahudilerin Şema’sı, Zerdüştlerin yasnası, Hristiyanların sabah ve akşam duası gibi zorunlu bir tören, bir “dua” töreni saymaları olmalı. Yeni tanımaya çalıştığı mezhebe “Sizde anadilinde dua serbest mi?” diye soran kişi bu paradigmanın tutsağı olmuştur. “Dinlerde önce iman, sonra ibadet gelir” gibi genel geçer formüller olduğunu varsayan bilimadamları ve araştırmacılar da gerçeğe aykırı bu ezberi yineliyorlar. Türkçe Kuran Türkçe Namaz yazımı yazdığım sırada ben de bu ezberin etkisi altındaydım. Ne zaman ki Kuran’daki salâtın namaz olmadığını fark ettim, İslam tarihinde anadilinde namaz tartışmasının neden büyümediği veya neden “olmaz”cıların kesin üstünlükle kazandıkları sorusunun yanıtı belirginleşti. Çünkü namazı bir eğitim toplantısı yerine “dua” sayınca onun yabancı dilde oluşu o kadar ciddi bir sorun oluşturmuyor. Anadilinde ibadet konusunda Kuran’dan hiçbir yargı çıkarılamayacağını öne sürenler aslında kendi içinde tutarlı bir şey söylüyorlar. Çünkü Kuran’da namaz yok, ibadet yok. Kuran’a göre bu tartışılacak bir konu bile değil. Muhammed’le veya hiçbir elçiyle hiç kimse bu konuyu tartışmadı! “Türkçe ibadet” bir yanlış sorudur. Yanlış soruları yanıtlamak önce soruyu düzelmeyi gerektirir.

Yaklaşık elli sayfalık gereksiz bir girişten sonra savlarını sıralamaya başlıyor. Yazar yukarıda sözünü ettiğim ezberi sorgulamıyor. Namazın bir tanımını yapmaya çalışmıyor, onun yalnızca bir “dua” olduğunu varsayıyor. Dolayısıyla “namazda dua ayetleri okunmalı” diyor. Bu kez “Kuran dışındaki dualar okunabilir mi?” gibi yeni bir yanlış soruya yol açıyor. Bu durumda salât, Yahudilerin şemasına indirgeniyor. Çünkü şema tam olarak bu formülün uygulamasıdır: Tevrat’tan birkaç “dua” cümlesi okurlar. Önce salâtı şemaya çevirmek, sonra da “bak Yahudiler de namaz kılıyor” diye onları örnek göstermek döngüsel mantıktır. Yazar kitapta bunu yapmıyor ama yeri gelmişken söylemek istedim çünkü namazı savunan pek çok kaynakta Yahudi namazı örneği veriliyor.

Hadisleri araştırdığı bölümle hadisin birini Y.N.Öztürk’ten aktarıyor. Bu teknik olarak yanlış bir tutum. Orijinal kaynağa ulaşamadıysa en azından Öztürk’ün nereden alıntı yaptığını okura aktarması gerekir. Bu, yazarın akademik titizlikten uzak olduğuna işaret ediyor.

Mezheplerle ilgili bölümde “Kuran okuyamıyorsa (ne demekse?) kendi dilinde dua etsin”, “eğilsin ve yere kapansın” gibi içtihatlardan örnekler veriyor. Sıra Aleviliğe gelince şaşırıyor. Çünkü namazın Kuran’la ilgisi olmadığını, çoğunlukla içinde Kuran’ın okunduğu bir tören olduğunu varsaymıştı. Bu varsayım üzerine Alevilerin nasıl “ibadet” ettiklerini soruyor ve bu yanlış sorunun yanıtını iletiyor. Cemde dua yanında bazı sureleri de okuduklarını söylüyor ama hangi dilde olduğunu söylemiyor! Kimin nece dua ettiği akademik olarak araştırılmaya değer bir konu olabilir ama önemsizdir ve kitabın alıcısı olan halkın gündemi değildir. Çünkü yaşamımızda eksikliğini çektiğimiz şey “dua” değil gerçekçi bir ahlak öğretisidir. Camilerin hem boş hem işlevsiz kalmasına, gençlerin ahlaksızlaşmasına, tarlaların zehir dolmasına, fabrikaların kapanmasına, herkesin aptallaşmasına neden olan şey bu eksikliktir.

“Kimler Destekliyor?” bölümünde Kılıç şunları söylüyor:

[Luther ve Tyndale’le başlayan süreçte] “…laiklik hareketleri ile birlikte 18. ve 19. yüzyıllarda Batı’da anadilde ibadet sorunu tümüyle aşıldı. İslam dünyası ise hâlâ bu sorunla boğuşuyor.” (s.89)

Bakın, burada “ibadet” ve “dua” yanlış varsayımlarına yenilerini ekliyor. Birincisi “ilerleme”. Bu varsayıma göre tarih 15-17. yy Avrupa’sına dek durağandır ve bu dönemde her şey değişmiş ve insanlık ilerlemeye başlamıştır. “Dinler” (varsayıma göre hepsi birdir veya en azından hepsi aynı varlık kategorisindedir) de ilerlemeli ve hurafeden arınmalıdır. Bu şablon, anadilinde namazı savunan başka kitap ve makalelerde de vardı. Oysa konunun ilerlemeyle zerre ilgisi yoktur. Kuran’ı anlamak ve anlatmak için Batılı anlamda ilerlememiz, modernleşmemiz gerekmiyor. Hele laik olmamız kesinlikle gerekmiyor. Mantıksız işler yapmaktan kurtulmak için de ilerlememiz gerekmiyor. Aptallık her çağda aptallıktır, ilerisi gerisi olmaz. Kılıç gibi ilericiler teşhis ettikleri her aptallığa gericilik etiketi yapıştırarak “ileri” hurafesini aslında kendileri yaratıyorlar.

Buradaki bir diğer varsayım Avrupa’nın (yani Roma dinini İsa’nın öğretisiyle çorba ederek sürdüren halkla Musa’nın öğretisini değiştiren halkın birlikteliğinin) kendi sorunlarını aşmak için kendince bulduğu bir çözüm olan sekülerliğin anadilinde ibadet sorununu çözmekle ilgisi bulunduğu varsayımı. Evet, Atatürk “ibadeti” Türkçeleştirmeye çalışırken Batılı ve seküler güdülenmelerle davranmış olabilir ama ortaya çıkan sonucu yargılamak ve değerlendirmek için onun dogmalarıyla düşünmemiz gerekmiyor.

“Ulemanın çoğu Kuran’ın anlaşılmasını kesinlikle istememiştir.” (s.104)

İşte bu çok doğru. Yanlış varsayımlarla dolu bir kitapta yanlış bir varsayımın düzeltildiğini görmek sevindirici. Ulemanın icmasının (çoğunluk oyunun) bizi gerçeğe yaklaştıracağı varsayımı, toplumu ve uygarlığı yanlış tanımış olanların öne süreceği bir şeydir. Kuran, gönderme yapamayacağım kadar çok bölümünde okurunu bu yanılgısını düzeltmeye çağırıyor. Ne yazık ki Kılıç tam da en heyecanlı yerinde okuru bu konuda aydınlatma fırsatını kaçırıyor ve bir cümleyle geçiyor.

“Nasıl Bir Namaz” bölümünde Kılıç daha önce söylediğine ters olarak namazda Kuran’ın “en devrimci” ayetlerinin okunması gerektiğini söylüyor. Bunların arasında “doğaya saygı”, “hayvan hakları”, “kadına saygı”, “insan hakları” gibi konular da varmış. Ben Kuran’da bunları bulamadım. Bulan varsa beni aydınlatsın lütfen. Bu bölüm namaz “başkaldırıdır, destekleşmedir, huzurdur, dinginliktir” gibi mecazlarla dolu. Sonraki bölümde mecazı aşıp uygulamanın örneğini veriyor. Verdiği örnek benim yıllar önce yaptığım Youtube videosundaki örneğe yakın (/watch?v=tlYF1yLeMqM). Bildiğimiz Hanefi namazının okunuşlarını Türkçeleştirmiş. Kötü bir şey yapmamış elbette. Bu namazı kıldıran bir imam bulsam normalde namaz kılmayan biri olarak her Cuma saf dururum çünkü bu kesinlikle iyi yönde, Kuran’ın duyulması ve bilinmesi yönünde bir adımdır.

Sonraki bölümde anadilinde ezanı savunuyor.

Sonraki bölümde sure adlarının Türkçe olmasını savunuyor. Bu hem gereksiz hem de yanlıştır çünkü birincisi surelerin adları yoktur, bu adları pratik amaçlarla Müslümanlar yakıştırmışlardır. Değiştirdiğiniz anda hem gereksiz bir uğraş edinmiş hem de karışıklık yaratarak bu adların varlık amacına, yani anlaşma amacına aykırı bir şey yapmış olursunuz. Türkçe konuşan Hristiyanlar bunu Kitabımukaddes’e yaptılar ve şu anda aynı “surenin” Huruç, Çıkış, Mısır’dan Çıkış gibi farklı adları var. Kuran’ı yazılı olarak çalışan bizim gibi yazılı kültür insanları için sureleri anmanın en sağlıklı yolu sayısını söylemektir. “Mümin Suresi 25” dediğinizde o ayeti açmam, Mümin’in kaçıncı sure olduğunu ezbere bilmiyorsam bir dakika, biliyorsam otuz saniye sürüyor. “İnanan Suresi 25” demeniz bir işe yaramayacak; zaten mümin “inanan” anlamına gelmiyor. “40:25” dersiniz. Karşınızda sureleri ezbere bilen birileri varsa “Mümin/40:25” der ve yazarsınız. Kılıç bunlara kafa yormuyor. Nitekim bu kitapta pek az ayeti irdeliyor.

Türkçe hutbeyi anlattığı son bölümün ve kitabın son sözü “Türkçe varsa varız, Türkçe yoksa yokuz” (“yoğuz” biçiminde yanlış yazmış). Doğru söylemiş de, keşke bu varlık-yokluk ikilemini namazın veya “ibadetin” gerekliliğiyle birlikte kurgulasaymış. İbadet bu varlık-yokluk denkleminin neresinde? Bunu yanıtlamadığı için bu kitabı okuyan pek çok kişi eminim ki bu tartışmanın “dinsel yaşamla” ilgili olduğunu, öte yandan Türkçenin varlığının ise “dünyevi yaşamla” ilgili daha yaşamsal bir konu olduğunu düşünmeyi sürdürecek. Oysa gerçekte birbirimizle anlaşabilmeye (doğru düzgün bir dile) ne kadar çok ihtiyacımız varsa, işbirliği yaparak sağ kalmamızı sağlayacak bir ahlak öğretisine de o kadar ihtiyacımız var. Ve salât o ahlak öğretisini kazanma ve diri tutma işinin ta kendisidir.

Anadilinde namaz olup olmayacağına kafa yoranlar aslında salâtın namaz olmadığını anlamaya yaklaşıyorlar. Çünkü bu kitap ve makalelerde her iki kanat da “Kuran okuma” buyruğunu gerçekleştirmekle Arapça bilmeyen Müslümanların olabilirliği arasında sıkışıp kalıyorlar ve bunu aşamıyorlar. Bunu aşmak için “Kuran’ı dümdüz okuma” ezberinden kurtulmaları ve bunun bir şarkı metni değil, kitap olduğunu anlamları gerekiyor. Deyim yerindeyse kitapları anlamak gerekir, okumak değil. Bilen biri çıkar anlatır, işte bu salât olur. Bu noktaya gelinebilse tartışma ortadan kalkar çünkü hiç kimse hangi dilde anlatılacağını sormaz.

Sonuç olarak bu kitap benzerleriyle karşılaştırıldığında çok zayıf kalıyor. Sıkı bir Türkçe namaz savunusu istiyorsanız Ali Rıza Safa’nın kitabını okuyun. Bu tartışmanın üzerinde durduğu bilimsel, kültürel ve tarihsel arka planı ve büyük resmi anlamak için Cengiz Özakıncı’nın Dil ve Din kitabını okuyun. Yoğunlaşmak isteyenler için şunlar da yararlı olabilir:

Cemal Kutay- Türkçe İbadet

Cemal Şener – Anadilde İbadet

Sabah Yayınları – Türkçe İbadet (Ali Kırca ile Siyaset Meydanı Programında konuşulanların metni)

 

Bir Cevap Yazın