Edip Yüksel’in İslamî Reform-1 toplantı videosunda gösterilen çelişkili tutuma işaret etmiş, hem özgürlükçü hem Müslüman olunamayacağını yazmıştım. Kalemzade Cengiz Yardım, o yazıya yaptığı yorumda “bitirilmesi gereken gerçekten de bilim dışı, akıl dışı, kitap dışı İslami söylemler”den söz etmişti. Kalemzade’ye özgü bir kaygı değil elbette, pek çok Kuran yorumcusu tarafından paylaşılıyor. Din bağnazlığıyla ilgili Batı’da üç yüz, bizde yüz elli yıldır yazılıp çizilenler dağ oldu, ırmak oldu. Ama modern[1] zamanlara özgü bağnazlıkla ilgili ne var diye kütüphane raflarına baktığımızda, yayınları taradığımızda elimiz boş kalıyor. Ne az yazılmış, ne az düşünülmüş bir konu! Konunun derinliği ve genişliği beni korkutuyor, itiraf edeyim. Ağırlığı altında ezilirsem şimdiden bağışlayın.
Yazıyı pdf olarak indirebilirsiniz: Tıkla
Dinlerin sonu geldi mi?
Önce kısa bir durum saptamasıyla giriş yapmayı deneyeyim. Modern çağda insanlar onca yolsuzluğa, hileye, hurdaya, açığa çıkan yalanlara rağmen hâlâ hükümete ve basına güveniyorlar. Anketlere bakmayın, insanların yaptıklarıyla söyledikleri farklı olabiliyor (bkz. Kuran’daki Konuşmalar ve Dualar yazım). Hükümet, basın ve üniversite “ölümcül bir salgın var” dediğinde hiç sorgulamadan inandılar. İşe yararlığını, mantığını düşünmeden gönüllü olarak sokakta maske takmaya başladılar. Daha sonra bu akıldışı uygulama zorunlu yapıldığında hiç kimse “inanan taksın, inanmayanı rahat bırakın” demedi. “Kendi dininizi başkalarına dayatmayın” da demediler. Çünkü bunu düşünce ve inanç özgürlüğü konusu olarak düşünmediler. Bu durum basının ve üniversitenin modern çağın din adamları olduğunu gösteren kanıttır. Politikacı, basın ve üniversite neyin doğru olduğuna karar veriyor. Yargıçlar da bu kararları yaptırımla uyguluyorlar. Bu basbayağı din sürecidir, tedeyyün sürecidir. Eski dünyanın din adamları veya bilginleri bugün umursanmıyor. Onların söylediklerinin inanç ve özgürlük meselesi, bugünün din adamlarının söylediklerinin ise yadsınamaz gerçeklik olarak düşünülmesinin nedeni budur. Yadsınamaz olduğu düşünülen şey dindir. Eğer bir önermeye, bir gerçeklik bildirisine rahat rahat itiraz ediliyorsa o şey toplumun dini olmamış demektir.
Hani “en güvendiğiniz kurum” anketleri vardır. Siyasiler ve din görevlileri en güvenilmez; bilim adamları, uzmanlar, öğretmenler en güvenilir görünür. Halkın güvendiği adamlar gerçekte o halkın din adamları olmuşlar demektir. Yani halk bilimadamlarına güveniyorsa o halkın din adamları o bilimadamlarıdır. Güvenmedikleri ve “din adamları” adıyla andıkları kişiler ise kahve falcısı konumundadırlar. Yani pek kimse inanmaz ama yine de var olmalarına izin verilmiştir. Bu durumda o halkın dini, elbette falcıların söyledikleri değil, bilimadamlarının söyledikleridir. Bilimadamları “maske iyidir” dediler ve halk da onlara uyduysa artık o halkın dini maske, din adamları da “maske takın” diyen uzmanlardır. Kimsenin umursamadığı, ciddiye almadığı fikirler bir halkın dini değildir. Bir halkın dinini, hemen herkesin koşulsuz boyun eğdiği gerçeklik önermeleri ve bu önermelerin gerektirdiği yasalar oluşturur. “Kadının beyanı esastır” diyenler her kimseler Türk halkı onlara güvenmiş ve inanmıştır. Türk halkının dininde artık kadının beyanı esastır. Açıp Kuran’a bakın, kadının beyanının esas olabileceğine bir işaret bulamıyorsanız Türk halkı Müslüman değildir. İki kere iki dört.
Modern zamanlarda inanç denen şey eski dünyada din denen şey değildir. Modern zamanlarda din denen şey de eski dünyada din denen şey değildir. Hoş, eski dünyada din diye bir kavram yoktu zaten (bkz. Din Nedir-1 yazım). Eski dünyada din diyebileceğimiz şey tıpkı Covid-19 günlerindeki maske gibi, din adamları çağrı yapınca boyun eğilen bir şeydi. “Kadınlar başörtüsü giyecekler” dediklerinde “inanan giysin, inanmayana dayatmayın” diye itiraz edilmiyordu. Çünkü insanlar tıpkı maskede ve virüste olduğu gibi, kadınların eşleri dışındaki kişilere çekiciliklerini sergilemesinin zararının hemen görüleceği, sorumsuzluğun bedelinin acı ve kaos olarak ödeneceği konusunda kuşku duymuyorlardı.[2] “Din özgürlüğü” yoktu çünkü dinde özgürlük olmaz diye biliniyordu. Bugün maske takmama özgürlüğü yok ve kimse bunu yadırgamıyor. Geçmişte örtünmenin din olduğu gibi bugün maske dindir. Bugünün dünyasında “din” olarak adlandırılan şey ise hiçbir önemi olmayan, etkisi ihmal edilebilir düzeyde olan, yaşamın kenarında kalmış tapınak etkinlikleridir. Birileri toplumu yeniden kadınların örtünmesinin gerekliliğine ikna ettiğinde, o bilinç yeni din olur ve artık özgürlük konusu olmaz. Buna itiraz edecek olanlar varsa, açık havada maske takmanın gerekliliğine kaç bilimsel makale ve kitap okuyarak ikna olduklarını kendilerine sorsunlar ve düşünsünler. Kendilerine sorsunlar: “Basına, üniversiteye, hükümete, şirketlere beslediğim güven, bir kanıt üzerinde mi? Yoksa bana öyle öğretildiği, öyle ezberletildiği için, öyle alıştırıldığım, bana seçenek bırakılmadığı için mi güveniyorum?” Yalnızca düşünün. Konu buna nasıl yanıt vereceğiniz değildir. Bu yazının konusu, bunu en azından düşünmeniz gerektiğidir.
Modern zamanlarda neyin din olduğu, neyin din olmadığı konusunda yapılan temelsiz ve öznel ayrımlar, hurafe denen şeyin ayrımsanması konusunda ciddi kabızlık yaratıyor. Çünkü modern paradigmalarla koşullandırılmış zihinler “hurafe” dendiğinde eski olana, geleneksel olana, “dinsel” olana gönderme yapıyorlar. Nesnel bakışa ulaşabilmek için günümüzün dinini veya dinlerini ayrımsar duruma gelebilmek gerekecektir. Modern dinler asla “din” başlığı altında karşımıza çıkmazlar. Basın, üniversite ve politikacılara “din adamı” denmiyor ama bunlar aslında modern zamanların din adamı sınıflarıdır. Daha doğru ifade edecek olursak, eskinin din adamının işlevini üstlenmişlerdir. Batı’da Richard Dawkins, Neil deGrasse Tyson, Daniel Dennett, Stephen Hawking, Yuval Noah Hariri, Noam Chomsky, Ray Kurtzweil gibi adlar “bilimadamı” olarak bilinseler de din adamlığı işlevleriyle popülerleşmişlerdir. Yani kendi dallarında ürettikleri bilgiyle bilinmezler. Ama sürekli olarak topluma neyin doğru, iyi ve güzel olduğunu söyleyip ahlak öğüdü verirler.
Daha da fecisi Steve Jobs, Elon Musk, Bill Gates gibi firavun şirket patronlarının adam yerine konmaları, hatta resmen bütün dünyaya dinsel öğütler versinler diye ağızlarının içine bakılmasıdır. Elon Musk’tan küresel ısınmayı nasıl çözeceğimizi, Bill Gates’ten ne yiyeceğimizi, hangi sağlık reformlarına boyun eğeceğimizi öğreniyoruz. İran’ın seçilmiş başkanının yüzüne pasta atmayı uygun gören Uluslararası Af Örgütü, “insanları kısırlaştırarak nüfusu azaltmamız gerek, insanları zorla aşılamamız gerek” diyen Bill Gates’in kılına dokunmaz çünkü kafaları hayaletlerle, hurafelerle doludur. 90’ların sonlarında ve 2000’lerin başlarında televizyon söyleşisine çıkarılıp kendi alanının dışında sorular sorulan işadamları olurdu. Bugünlerde Celal Şengör gibi bilimadamlarının kendi alanları dışındaki her konuda halka akıl vermeleri normalleşti. Elon Musk gibi karanlık hükümet bağlantıları ve karanlık tasarıları olan küresel bir şarlatan bir kahraman olarak sunulabiliyor. Kahraman düzeyine çıktıktan sonra sıra ahlaki aşılama yapmaya gelecektir kaçınılmaz olarak.
Giydikleri tören cüppeleri, bilimadamlarının tarihsel kökenlerinin de din adamlığı olduğunu gösterir. Eski Avrupa’da üniversiteler din adamlarının ders verdiği medreselerden başka bir şey değilmiş. Reform sonrası yine din adamı olarak kalmışlar. Ama öğrettikleri din değişmiş. Yalnızca bu yeni dine din adı verilmemeye başlanmış. Zaten bugün din denen şeye eski dünyada din denmiyormuş. Bugün din olmadığı söylenen kimi şey de eskiden din sayılıyormuş. Avukatlar, savcılar ve hakimler de öğretim üyelerininkine benzer cüppeyi giyerler. Çünkü aslında onların da kökenleri din adamlığıdır. Eski dünyada bilim de hukuk da din adamlarının, daha doğrusu bilginlerin işiymiş. Okumuş kişiler toplumu inşa eden ahlak sistemini de okudukları için dinsel olan olmayan ayrımı yapmadan öğrenmeye ve öğretmeye çalışıyorlarmış. Bu yüzden üniversitede, adliyede ve Diyanet’te gördüğümüz farklı cüppeler aslında tek cüppenin torunlarıdır. Dinsel olan ve olmayan ayrımı zaten yeni seküler düzene özgü zorlama ve gerçekdışı bir ayrımdır. Bu farkındalığa vardıktan sonra modern boş inanışları saptamamız ve bunlardan kendimizi arındırmamız çok daha kolay olacaktır.
Modernizm hurafeleri örtülü bir din oluşturur. Bu örtülü dini açığa çıkarıp çürütmenin hoş karşılanacağını sanmıyorum. Bir Yahudiye seçilmiş olmadığını kabullenmek ağır gelir çünkü bu onun için kötü haberdir. Bir Türk’e kıldığı namazların onu kurtarmayacağını söylemek kötü haberdir. Kötü haber hiçbir zaman hoş karşılanmaz. Modern çağın öncekilerden farklı ve özel olduğuna inandırılarak yetişmiş biri, sahip olduğu inançların çürük olduğunu kabul etmek istemeyecektir. Modern çağın ayırt edici özelliğinin insan varlığını yok etmeye yaklaşmış olması, her uygarlığın düşüşünün kaçınılmaz olması, bunun nedenlerinden birinin de uygar insanın gerçekleri kabullenmekteki isteksizliği olması gibi gerçekler onu mutsuz edecektir. İnsan mutsuz haber karşısında iki şeyi yapabilir. Gerçeğe kendini açarak mutsuzluğunu aşar veya gerçeği yadsıyarak mutsuzluğundan kaçar. Birincisini çok az kişi yapabilir. Elçileri çok az kişinin dinlemesinin nedeni de aynı eğilim olsa gerek.
Mitolojinin sonu geldi mi?
Modern seküler yaşamın da bir mitolojisi olduğunu anlamak için neyin kutsandığına bakmamız gerekiyor. Ne kutsanıyor? Bu kutsalların kahramanları kimler?
Örneğin yurtseverlik kutsanır. İyi-kötü, haklı-haksız ayrımı yapmaksızın ulus çıkarının kutsanması Kuran’a yani gerçek dine kesinlikle aykırıdır. Bu mitolojiye uygun olarak kahramanlar da vardır. Sözgelimi ömür boyu ulusal çıkar için çalışmış görünüyor diye Mustafa Kemal, yurtseverlik mitolojisinin titanı olarak kutsanır. Onu eleştirebiliyorsanız sizin için kutsal değildir. Çünkü kutsal eleştirilmez.
Örneğin annelik kutsanır. Bugün Türkiye’de anneleri eleştiren kalmamıştır. Çocuğunu hayvan büyütür gibi büyüten, yedirip içirmekle yetinip kalanı hükümete, şirketlere ve dokuzlu çeteye bırakan, sonra da “ben büyüttüm” diyen anneleri bile kimse eleştiremez çünkü onlar modern kutsallardır. Bu kutsamanın çocuğun değerli olmasıyla zerre kadar ilgisi yoktur. Çünkü öyle olsaydı babalar da kutsanırdı. Ama modern seküler toplumlarda baba, tohumunu verip bir an önce ölesice lanet yaratıktır.
Belki en belirgin kutsal bilimdir. Tam olarak bugünlerde içinde bulunduğumuz kalıcı değişim, bilim sözcüğünü ve kavramını artık bilimsel yöntemden bütünüyle ayırarak yepyeni bir dokunulmaz olarak insanların kafalarına yerleştirmeyi tasarlamaktadır. Müslüman geçinenin bile bilimin adı anıldığında şöyle bir doğrulup ceketini iliklemesi bunun apaçık bir kutsal olduğunu gösterir. Kahramanlar bellidir. Nobel almış adamları, zırt pırt televizyona, belgesele çıkarılan bilim titanlarını saymaya gerek yok. Bu adamları eleştirebilenler çok azdır.
Yok olduğu, ortadan kalktığı ima edilen mitolojinin yerine yenisi inşa edilmektedir. Seküler dünyada eski dünyanın “büyüsünün bozulduğu” (İng. disenchantment) saptaması sorunludur. Bozulmamıştır, yalnızca tabela değiştirmiştir.
Mitolojilerde bir başlangıç öyküsü bulunur. Geleneksel İslam gibi kimi kültürde bu mitoloji “Allah yarattı” biçiminde özetlenecek kadar yalın olabilir. Modern seküler dünya Tanrı yerine bir başka sözcük koymakla yetinmiştir: “Kendiliğinden” oldu. Ne birincisi ne ikincisi bilimseldir. Geleneksel dünyada falanca canlıyı “Allah yaratmıştır”. Bunun ötesine gitmez, nasıl sorusuna yanıt vermez. Modern seküler dünya canlıların rastlantısal mutasyonla evrildiğini öğretir. O rastlantının nasıllığı yine belirsizdir. Hatta “rastlantı” sözcüğü bu bilinmezliği perdelemek için özenle seçilmiştir. Ne birincisi ne ikincisi bilimseldir. Dogmatik olan bilimsel olanla değiştirilmiş değildir. Eski mitolojinin yerine yenisi konmuştur yalnızca.
Modern toplum gerçeğe daha mı yakın?
Allah, matematik kurallarını değiştirmediği gibi ahlak kurallarını da değiştirmez. Değişmeyen matematik kurallarını keşfetmemiz gerektiği gibi ahlak kurallarını da keşfetmemiz, çalışmamız, anlamamız gerekir. Liberal dünyanın tohumunu eken Aydınlanma[3] düşünürleri ve/veya onların hırslı izleyicileri doğal hukuk adıyla konu ettikleri değişmez ahlakı keşfetmeye çalışmamışlar, kafalarına göre dogmalar belirlemişlerdir. İnsan hakları gibi, düşünce özgürlüğü gibi, Altın Kural gibi. Tabii Altın Kural aslında çok yeni bir icat değildir, İncil’den alınmadır. İncil’i yazan kişi de kim bilir nereden alıp İsa’nın gerçek sözleri arasında sıkıştırmıştır. Bu ilkeler sanki tartışılmış ve toplumsal bir uzlaşıya varılmış gibi, bugün bu çarpık temel üzerine kurulu olan modern pozitivist yaşamda hiç kimse Tanrı’nın matematik yasalarını keşfetmeye çalıştığımız gibi hukuk yasalarını keşfetmeye çalışmıyor. Çünkü modern Batılı, eskinin geleneğini ve dinsel dogmalarını çöpe atma bahanesiyle bunların yerine modernist dogmaları koymuştur. Dogmayı gerçeklikle değiştirmemiştir. Dogmayı bir parça gerçeklik, bir parça da dogmayla değiştirmiştir.
Modern uygarlık, dört yandan ağır bir biçimde zihnimize bombardıman edildiği gibi, inanmamız istendiği gibi öbür uygarlıklardan daha akılcı değildir. Bunun ayırdında varmak için propagandaya kulaklarımızı tıkayıp dingin bir zihinle çevremize bakmamız yeterlidir. Örneğin Akıldışı Ama Öngörülebilir, Tamamen Duygusal gibi kitaplar kağıt üstünde önceki kuşaklardan daha akılcı olduğu varsayılan, bize öyle anlatılan modern insanın aslında öyle olmadığının işaretlerini veriyor. İstatistikle Nasıl Yalan Söylenir gibi kitaplar akılcılığın, bilimselliğin günlük yaşamdaki egemenliğiymiş gibi duran sayısal verilerin aslında bizi gerçeğe hiç de yaklaştırmadığının örneklerini veriyor. Yalanlar Bilimi Psikiyatri, Ritalin Çözüm Değil, Taş Devri Diyeti, Karatay Diyeti, Deccal Tabakta gibi kitaplar varlar çünkü modern tıp öyle sanıldığı gibi “aklın zaferi” falan değildir. 4000 Yıllık Tarihi Aldatmacalar gibi kitaplar var çünkü modern insan hurafeden kurtulamadı. Yalnızca eskilerini yenileriyle değiştirdi. Bu örnek verdiğim kitaplardaki bilgiler yaygın kabul gören veya halka mal olmuş bilgilerle çelişir, onları eleştirir. Yani bu ezber bozan veya yaygın yanılgıları düzelten bilgiler din olamamış, dinle ilgisi kurulamamış bilgilerdir.
Modern insan eskiden konu komşudan ibaret olan dezenformasyon kanallarının yerine basın-yayın, üniversite ve politikayı koyarak dezenformasyonu kurumsal yaptı. Bunca kitabı dolduracak bilgiden yoksun olmak bahane olmamalı. En basitinden ekolojinin sonunun yakın olduğunu bilen hiç kimse, modern insanın ötekilerden ve öncekilerden daha akıllı, daha mantıklı olduğunu öne süremez. Bunu öne sürmeyi sarhoşluk veya hipnoz sözcükleri tam anlatmıyor, başka bir sözcük bulmamız gerekiyor… Hurafelerin etkisi altında olmak olarak tanımlanabilir belki.
Hurafeden çıkar elde edenler
Bir önermenin gerçeklik olarak algılanmaya başlaması toplumsal bir olaydır. Toplumsallık, gerçek olmayan bir önermenin gerçekmiş gibi algılanmaya başlamasını sağlayan ve kolaylaştıran bir olgudur. Bir önerme, dedikodu düzeyinde halk arasında ortaya çıkıp dolanmaya başlayabilir. Önerme üst kesimlerce dillendirilmeye ve ciddiye alınmaya başladığında dedikodu veya halk söyleyişi olmaktan çıkıp gerçekliğin bir parçası olarak bilinmeye başlar. Tersine, gerçek olmayan bir önerme okuryazar kesim tarafından ortaya atılıp halkın kabulüyle karşılanabilir. Yani hurafe yukarıdan tabana doğru yayılabilir. Sonuç değişmez, kalabalıklar gerçekdışılığı gerçekliğin bir parçası olarak bilmeye başlar. Bu mekanizma Batı Aydınlanması ile sona ermiş değildir, hala işlektir. Dün İsa’nın Tanrı oğlu olduğu yalanını veya on ikinci imamın kıyamet öncesinde yeryüzüne geleceği yalanını toplumsal gerçeklik çemberine sokan üretim hattı, bugün de başka şeyleri sokmaktadır. Temel ilkeler değişmemiştir. Zihinsel girdileri çıktılara çeviren temel insan tasarımı değişmemiştir.
İnsan davranışının temel bir eğilimini belgeleyen Asch deneyinde denek, kendisi gibi denekler sandığı ama aslında oyuncu olan kişilerle birlikte bir odaya alınır. Tahtadaki üç çizgiden kısa olanını herkesin seçmesi istenir. Oyuncular çizgilerden açıkça uzun olanını seçer ve söylerler. Deneklerden çoğu etki altında kalarak uzun olduğunu apaçık gördüğü çizginin kısa çizgi olduğunu söyler. Oyunculara inanarak uzun çizgileri kısa görmeye başlayanlar gibi, gerçek olmayan şeylerin gerçek olduğuna bizi inandırmaya çalışan çevreler vardır. Yeryüzü dev bir Asch deneyidir ve bize oynayanlar basın-yayın, üniversite ve politika dünyasıdır. Bizden biri gibi, yani denek gibi gözüken, bizi yanıltmak için bile bile yalan söyleyerek görevlerini yapan profesör asistanlarıdır bunlar. Kimi ise yalnızca kıdemli denektir ve yalnızca kendisine öğretildiği gibi davranmaktadır. Ve fakat yaşamın doğası gereği bunların hepsi hem oyuncudur hem de oyuna getirilen. Çünkü insan oyun olduğunu düşündüğü şeyi ömrü boyu sürdüremez. Ömür boyu sürdürebilmesi için onun oyunluktan çıkıp kişinin yeni gerçekliği olması gerekir. Uzun çizginin neden kısa sayılması gerektiğiyle ilgili ikna edici bir açıklama üretmek zorundadır.[4] Böylelikle ikna olduğu ülkünün gönüllü ve mutlu bir askeri olacaktır. İkna olmayı başaramayanlar uygarlığın hiyerarşisinde yükselemeyecek ve mutsuz olacaklardır. Bu, kendini besleyip inşa eden, pozitif geribildirimli bir sistemdir; kısır döngüdür. Bir başka deyişle inkar döngüsüdür.
Hepimiz şu durumda kalmışızdır: Bir tanıdığımız, köyün birinde veya bir kafeteryada kişinin özel bilgilerini sormadan bilen bir falcının varlığına tanıklık eder. Bunun ucuz bir numara olduğunu ona açıklamaya yeltenecek olursunuz; “hayır” der, “bu onlardan değil, bu gerçekten biliyor”. Bu, aşılmanın gücüdür. Asch deneyinde gözlendiği gibi, yeterli sayıda kişi gerçekdışının gerçekliğine tanıklık ettiğinde, bu tanıklığa maruz kalan kişinin algısı çarpılmaya ve böylece çevresine “uyum sağlamaya” başlar. Bu bir arıza değil, doğuştan içimize gömülü işlevsel bir yatkınlıktır. Ancak bu yatkınlıktan iyi veya kötü yönde yararlanmayı becerebilenler eleştirel düşünebilen azınlıktır. Örneğimizde bu yatkınlıktan en iyi yararlanan kişilerden biri falcının kendisidir. Çünkü yatkınlığı sömürmenin bir yolunu bulmuştur. Falcının zekasıyla birlikte daha temiz bir vicdana sahip bir kişi de falcının sahtekarlığını insanlara anlatmayı seçebilirdi. Bu falcılar her yerde sürekli türerler. Ama koşullara uyum sağlayarak kimi zaman falcı, kimi zaman başka bir kişi olarak karşımıza çıkarlar. Sözgelimi uğurlu takılar yapıp satanlar (yeni çağın hurafesi bilim olduğu için “enerjili” sözcüğünü kullanıyorlar) o falcıyla aynı işi yaparlar ama girişimcilik konusunda biraz daha yeteneklidirler. Biraz daha yetenekli olup büyük düşünenler gerçekdışı inanışları türetip yayan yayınlar yapar, daha büyük paralar kazanırlar. Para hırsını aşanlar biraz daha büyük düşünüp yazar, fikir önderi, cemaat kurucusu olmayı denerler. Toplumun saygısı kimine paradan daha tatlı gelir. Güç ve egemenlik kimine saygınlıktan daha tatlı gelir. Demektir ki gerçekdışı inanışların toplumda yayılmasından yararlanan büyük ve küçük oyuncular, değişik konumlarda kişiler hep vardır. Modern yer ve zamanlar bu sabitin istisnası değildir. Modernizmde biçimler, adlar veya kısaca ambalaj değişmiştir ama insanın yetersizlikleri sabittir.
Batı Aydınlanmasının ve modern politik düşüncenin babalarından sayılan Thomas Hobbes, hâlâ okunan Leviathan kitabında sıradan halkın perilere, hayaletlere, cadılara ve cinlere inandığından söz eder. Ona göre halk bunların kötücül güçler taşıdıklarına inanır; bunlardan korkmayı öğrenir. Hobbes “kötü” adamların bu inanışları sömürebileceğinden söz eder. Öyleyse bu inanışları temizlemek yönetimin ve ülkenin çıkarınadır. Bu hurafeler temizlenirse ve bunlara dayanan rüya tabirleri, temelsiz kehanetler, cin çıkarmalar ve daha pek çok kötüye kullanım öğesi ortadan kaldırılırsa halk daha itaatkar olacaktır.
Elbette Hobbes insan ve Tanrı sevgisiyle bilinen biri değil. Zaten Leviathan, Hristiyan ve Yahudi tanrılarına tapmak yerine devlete tapmanın felsefesini yapan ve bugün “seküler” dediğimiz altyapıyı kurgulayan kitaplardan biridir. Hobbes hurafelerin temizlenmesinin iktidarın çıkarına olduğunu söylerken aslında gerçeğin yarısını söylüyor. Gerçeğin söylemediği yarısı ise kendi huraflerini üretip yerleştirmesinin de iktidarın çıkarına olduğudur. Nitekim bugünün anlam dünyasını biçimlendiren II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1953’te ABD hükümeti kendi halkı üzerinde beyin yıkama operasyonunu (en azından resmi olarak) başlatırken CIA genel müdürü Allen Dulles’in yaptığı konuşma ünlüdür:
“…İnsanın zihni için savaşın Sovyetler’in elinde ne uğursuz hal aldığının farkında mıyız? Bu savaş toplu ve bireysel düzeyde yürütülüyor. Amaç özgür iradeye veya akıl düzeyinde tepki vermeyecek ama dışarıdan gelecek uyarana tepki verecek biçimde zihni koşullandırmaktır. Bu savaşa karşılık vereceksek Sovyetler’in yöntemlerini bilmemiz gerekir. […] İnsanın anlağı en kırılgan aygıttır. Öyle ince ayarlı, dış etkilere karşı öyle duyarlıdır ki kötücül kişilerin elinde kolayca biçim verilebilen bir alete dönüşür. […] İnsanların dilediklerini düşündükleri bir toplumda olmaya alışmışız. Pek çok konudaki standartlaştırma çabamız şükür ki insan zihnini kasıtlı olarak standartlaştırma girişimini içermemiştir. Oysa Sovyetler’de bu yapılıyor. […] Sovyetler yüzlerce milyon kişiye toplu aşılama girişiminde bulunuyorlar ki efendilerinin buyruklarına yumuşak başla boyun eğiyorlar. […] İnsan zihnini denetleme kampanyasınin öyle geniş kapsamlı sonuçları var ki bizim özgürlük bayrağını taşımayı sürdürmek için bu işten çekinmeyi bırakma zamanımız çoktan gelmiştir.”[5]
Bu, Batı’nın öncü hükümetinin kendi halkının kafasına hurafeler yerleştirme çalışmasına başladığını ayan beyan duyurduğu metinlerden biridir. Olayın yalnızca resmi başlangıcıdır. Bir başka deyişle o güne dek çoktan yapılıp duran işlerin artık meşru kanallarla, yasal ve bürokratik düzeyde, ayıplanacak işler kapsamından çıkarılarak yapılmaya başlamasıdır. Benzer metinler boldur. Şirket yöneticileri, politikacılar, bürokratlar; bunların yaptıklarını “gerekli kötülükleri” onaylayan uzmanlar; yardım ve yataklık eden akademisyenler… Hepsi de bu kumpanyada hissedardır.
Gerçeği Bildirmenin Değeri
Eğer yazmayı başarabilirsem bu yazı dizisinde yalnızca hurafelerin varlığını göstereceğim. Hurafelerin yalnızca varlığına işaret etmek bile önemli bir hizmet olmalıdır. Gerçeği söylemek çok değerlidir. Çözümü bilmeseniz bile insanlara farkında olmadıkları sorunları işaret etmek iyiliktir. Sorunun varlığının farkına varan yeterli sayıda insan er geç çözümü bulacaktır. Bu yüzden gerçek hakkında konuşmak, gerçeğin bilgisinin bütününe erişmiş olmak gibi bir önkoşul gerektirmemelidir. Somutlarsam şu örneği verebilirim: Kimi yerde Kuran hakkında konuşmak için onu iyice öğrenmek gerektiği söylenir. İyice öğrenmeden ileri geri konuşmamak öğütlenir. Bir yere kadar makul bir düşüncedir. Ancak koşulları göz önüne aldığımızda, yani Kuran hakkında küresel yalan kampanyaları sürerken, Müslümanların kendileri gönüllü (ama bilinçsiz) olarak bu kampanyaları desteklerken, Kuran bilirkişisi olarak sahneye, kürsüye sürülenler kelimenin tam anlamıyla saçmalarlarken, tanık olduğum gerçeği bildirmek için yetmiş yaşıma dek odama kapanıp kitabı “bitirmeyi” mi beklemeliyim? Üstelik çalışmaya dalar ve ulaştığım bilgiyi paylaşmazsam geribildirimden, yardımlaşmadan, sinerjiden yoksun kalacağım. Yoksa kitap hakkında çok önemli olduğunu sezdiğim, düşündüğüm ve bildiğim özü hata yapma riskini göze alarak yaymalı mıyım? Hele “risksizlik” diye bir şey olmadığını kavramışken…
İnsanlara gerçekdışı şeyler söylemek, onları gerçekten/Allah’tan uzaklaştırmak kötüdür. İyi ve kötü kavramları evrenseldir. Modernizmin bu kavramları yaşamdan ve zihinlerden bütünüyle söküp atma süreci bitmemiştir. Modern insan, iyi-kötü karşıtlığıyla düşünme alışkanlığını yitirmiş, bunun yerine pek çok yapay karşıtlık koymuştur. Eşitlik-ayrımcılık, ilericilik-gericilik, bağnazlık-açık fikirlilik gibi… Yasal-yasadışı ayrımı da bunlardan biridir. “Buna hakkım var, şuna hakkım yok.” “Bu konuda özgürüm, şu konuda özgür değilim.” “Konuşma özgürlüğüm var, öyleyse gerçekdışı şeyler söyleyebilirim.” Evet, söyleyebilirsin ve modern, çağdaş, gelişmiş bir toplumda olduğun için hiçbir yaptırımla karşılaşmayabilirsin ama kötülük etmiş olursun. Çünkü insanlar gerçekten uzaklaştıkça, gereksinim duydukları gerçeğin bilgisinden habersizleştikçe daha çok acı çekerler. Gerçekdışı şeyler söylemek insanların haksız yere acı çekmeleriyle sonuçlanır. Bu, doğanın /evrenin /Allah’ın yasasıdır. Dört metreden düşünce kemiklerinin kırılacağını bilmeyen biri gereksiz riskler alır ve kendini yaralar. Ona hangi yükseklikten düşmenin güvenli olduğunu söylemeyen, onun yerine gerçekdışı şeyler söyleyen kişi bu adamın acısından sorumludur. Bu fiziksel model tinsel/ahlaki evrende de işler. Çünkü ahlak yasaları da fizik yasaları gibi işler; yani istisnası bulunmaz, pazarlığı edilmez.
Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz, Fransız ve Amerikan halklarına Almanlar hakkında sayısız iftiralar, sahte haberler iletildi. Almanların bebek kanı içen canavarlar olduğu söylendi.
İki dünya savaşı arasında Fransız basını gerçekdışı haberlerle Fransız halkına Alman nefreti aşıladı. Böylece, Fransız hükümeti Alman ekonomisini perişan eden Versay Antlaşması’nın koşullarını hafifletmeyi düşünse bile arkasında kamuoyu desteği bulamayacaktı. Alman nefretiyle dolan halk, Almanya’ya ikinci kez savaş açan Fransız hükümetini destekledi. Bunun cezasını ülkesi işgal edilerek, genç erkeklerini kurban vererek, aşağılanarak ve on yıllar sürecek ağır bir savaş borcuna girerek ödemekle kalmadılar, üstüne bir de Alman savaş tutsakları ve halkı üzerinde soykırımlar yaparak vicdanlarını körelttiler. Müttefiklerin yüreğinde yalan haber ve iftiralarla beslenmiş Alman nefreti, Alman soykırımı diye bir şeyin var olmasıyla sonuçlandı. Ve fakat o çok güvenilen akademisyenler, basın ve politikacılar, genel halkın Alman soykırımından habersiz olmasını istediler. Başardılar da.
Aynı biçimde ABD halkı Iraklıları öldürmeye ikna edilebilmek için Iraklılar, Müslümanlar ve Saddam Hüseyin hakkında gerçekdışı bilgilerle kafaları dolduruldu. Saddam’ın durduk yere kendi halkını katlettiği, körfezde petrol sızıntısına neden olduğu, Kuveytli bebekleri öldürttüğü gibi yalan haberler yayıldı. Ülkesinde düşman askerinin varlığına katlanamayan Irak’lı direnişçiler “terörist” olarak etiketlendi. Gerek askerler gerekse Amerikan halkı Ortadoğu’luların, üçüncü dünyalıların veya Müslümanların değersiz pislikler olduğuna inandırıldı.
Bugün bu süreç devam ediyor ve Batı’ya secde etmeyen toplumlar ve özellikle Müslümanlar hakkında gerçekdışı bilgiler, istatistikler, günlük haberler ve ideolojik yorumlar biçiminde Batılıların ve Batıyı kıble edinen dünya halklarının kafaları dolduruluyor. Elbette bunun sonucu olacaktır. Yüksekten düşenlerin kemikleri kırılacaktır. Bunun sonucu tarihteki benzerleri gibi iki taraflı olacak ve hem hedef toplumların hem de onlar hakkındaki gerçekdışı haberlere inananların canı yanacaktır.
Ağızlarını açıp da gerçekdışı şeyleri söyleyenler, bir iş yapmış olurlar. Bu iş basitçe gerçekdışı şeylere inanan insan üretimidir. Kısaca anlattığım ve örneklerini verdiğim mekanizmayla gerçekdışına yönelen insan kendisi ve başkaları için acı üretir. Çünkü dünyadan gerçeği bilen insanları eksiltmiş, yerine gerçekdışına inanan insanları doldurmuştur. Ve bize ezberletilmeye çalışıldığının tersine, modern insan hurafeden, boşinançtan kurtulmuş değildir. Kurtulmakta da değildir. Modernizmin egemenlerinin, seküler yaşamın din adamlarının kendilerine ait hurafeler üretmiş olduğu gerçeğiyle yüzleşelim. Çok az yazılıp çizilen bir konudur. Yazılsa da “din” başlığı altına koyulmadığı için Aydınlanma paradigmasındaki eğretilikle ilgisi hep gözden kaçar.
Şu anda Türkiye’de büyük gerçeklerin ortaya çıkma olasılığı planlı ve örgütlü olarak yok edilmektedir. Bu, Allah’a büyük haksızlık etmektir. Allah’ın Kuran’da kendine verdiği adlardan biri “gerçek”tir. Yeryüzünün gerçekleri efsanelerle, yalanlarla karıştırılarak değirmende dövülüyor, unun içine sap ve çöp karıştırılarak yenmez hale getiriliyor, geleceğin yanılgıları ve hurafeleri türetiliyor. Seküler toplumlar çökecek ama bu gidiş değişmezse Türk toplumu daha önce çökecek, Allah’ın sözü gerçekleşecektir. Kesintisiz olarak sürüp giden bu yok oluş ve yeniden başlama döngüsünde gerçeğe sadık kalanlar Kuran’ın “kurtulanlar” dedikleri, gerçekdışında ısrar ederek yok oluşa neden olanlar ise “örtücüler” dedikleridir.
İşte bu yüzden gerçekleri söylemek ve gerçekdışı bilgiyle mücadele etmek, Allah için yapılan ve hafife alınamayacak çok büyük bir iştir. Gerçeği söylemek merhamettir. Gerçeği söylemekten korkanlar acıması olmayan kişilerdir. Gerçekdışı olanı üreten veya yineleme yoluyla diri ve ayakta tutanlar, isteyerek veya istemeyerek şeytana hizmet etmiş olurlar. Bu yüzden örneğin basın çalışanlarının zamanlarının ve emeklerinin çoğu kötülüğe adanmıştır. Her bir gerçekdışı sözcüğün karşılığı hızlı ve yavaş mekanizmalarla, doğrudan ve dolaylı yollarla acı, üzüntü ve kahır olarak insanlara geri dönecektir.
Modern insanı gerçeklerden uzaklaştıran düşünce akımı boldur. Eşitlikçilik, insan hakları, bilimci dogma (İng. Scientism), pozitivizm, sekülerlik, hümanizm, çoğulculuk, görececilik, özgürlükçülük (liberalizm), ilerlemecilik, bireycilik, çokkültürcülük, dinsel hoşgörü, antimilitarizm, Batımerkezcilik (kültür hiyerarşisi), politik doğruculuk, doğalcılık (natüralizm), tanrıtanımazlık (ateizm), feminizm, hayvanseverlik/etyemezlik, kişisel gelişimcilik (İng. self-improvement), teknolojik çözümcülük (İng. technological solutionism)… Bunların her biri, halkın kafasının hurafelerle dolmasından çıkar elde edenlerle savaşılacak birer meydandır.
En basitinden, bütünüyle gerçekdışı olana dayanan veganlık propagandacılarına karşı gerçekleri söyleyecek bir örgüt, bir akademik tepki veya sivil toplum girişimi ülkemizde olmadı. Feminizme, çokkültürcülüğe, anti-militarizme karşı da aynı aymazlık sürüyor. 15 Temmuz konusundaki gerçek hapis zoruyla perdeleniyor. Bütünüyle gerçekdışı olana, yani hurafelere dayanan feminizme karşı gerçekleri söyleyecek bir girişim olmadı. Yahudi soykırımı yalanını ortaya çıkaracak yayınların yasaklanmasının eli kulağındadır.[6] Kadın-erkek ilişkileri konusundaki yalanlara hükümet, basın ve üniversite eliyle her gün yenisi ekleniyor. Çoktanrıcı Kuşaklar ve Kuran’ın Yasaklandığı Yıllar yazılarımda işaret ettiğim gibi Kuran’ın (ve onun öğrettiği gerçeklerin) toplumsal bilinçten sökülüp atılması süreci sessizce ilerliyor. Bu, toplumumuzun geleceğinin acı dolu olmasıyla sonuçlanacaktır.
Eski hurafelerin bir bir terk ediliyor olmasını kutlamayı hak etmiyoruz. Gerçekdışı bilgilere dayanan modernist safsataların her biri bugün bu toplumda virüs gibi yayılıyor. Eski hurafelere yüklenenler, eski boş inançları yok etmeye çalışanlar yenilerini göremiyorlar veya görmezden geliyorlar. Kimi zaman çoktan ölmüş olan hurafelerin cesedini tekmeleyerek “ilerlediklerini” sanıyorlar. Dengeyi yalnızca doğruları söyleyerek, gerçekleri dile getirerek sağlayabiliriz.
Allah’ın elçileri hakkında yalan söyleyenler, Muhammed’in fizik yasalarını çiğneyerek (=mucize) insanları ikna ettiğini söyleyenler, siyer ve hadis gibi uydurmalarla gençlerin aklını dolduranlar, türbe ziyareti, Mevlit, şeytan taşlama, mezar ziyareti gibi saçmalıkları Muhammed’in yasası diye öğretenler… Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek insanlara acı vermekteler. Çoktan gözden düşmüş bu gerçekdışı bilgi yığını üzerine eklenen bilimci bakış, pozitivist aşılama ve bunların doğal devamı olarak ateizm propagandası devenin belini kıran son saman çöpü olmakta ve gençleri elçileri ve ahlakı kökten inkar etmeye yöneltiyor. Bir mitoloji yıkılıp yerine aynı ölçüde gerçekdışı, hatta daha saçma bir mitoloji inşa ediliyor. Bu, hiç kimsenin mutlu olmayacağı, hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur. Zaten şeytanın amacı da budur; hiç kimse mutlu olmasın, hep yitim olsun.
Bütün bu süreç, yani eski gerçekdışılardan kaçma gerekçesiyle yeni gerçekdışılara kucak açılması süreci, etki-tepki karşıtlığından güç alıyor. Başka türlü söylersek bu, aşırılıkların karşıtını yaratmasıdır. Aşırılıkların karşıtlarını yaratması, sokakta sıkmabaş kadınların ve yarı çıplak kadınların oranının aynı anda artabiliyor olmasını sağlayan doğal bir durumdur. İkisi de zihinlere dolan gerçekdışının dışavurumudur ve ikisi de birbirini tetikler. İkisi de denge noktasına, sıfıra olan uzaklıkları eşit olan –5 ve +5 sayıları gibidirler. Önlerindeki işareti alırsanız aslında aynıdırlar.
Gerçeğin tarafını tutmak gibi bir derdiniz yoksa hangi aşırı uçta olduğunuz ancak ikincil önemdedir. Yalnızca iki kamp vardır: Gerçeğe saygı duyanlar ve duymayanlar. “İslam gelince bütün kamplaşmalar ortadan kalktı/kalkacak ve insanlar tek bir ayrım ölçütüne göre, takvaya göre ayrıldılar/ayrılacaklar” denmesinin asıl anlamı, unutulmuş anlamı budur.
Nedenselliğin (aklın) ölçüt olduğu iddiası
Gelenekçi din düşüncesinde nedenselliği yok saymak gibi taşlaşmış bir kusur olduğuna önceki yazılarımda değinmiştim. Hem seküler dünya görüşü hem de gelenekçi din anlayışı, nedenselliğin var olduğu dünya ile nedenselliği kabul etmeyen dini birbirinden ayırır. Böylece elçilerin sözleri anlaşılmaz hale gelir. Kilise Reformu’nun ve onun devamı olarak gelişen hümanizmin, yani elçilerin reddinin ve sonunda erişilen hiççiliğin (ve ateizmin) kökeninde Avrupa’nın bu sahte ayrımı çözememiş olması yatar. Onun da kökeninde Kitabımukaddes’in bozuk bir kitap olması yatar ama bunu tartışmayı sonraya bırakıyorum. Bu tarihin mirası üzerinde duran seküler modern Batı, eskiye ait olan ve nedensellik bağlarını reddeden bütün inanışları, neden-sonuç ilişkisi ve mantıksal açıklamasıyla birlikte paket olarak gelmeyen bütün öğretileri hurafe (İng. superstition) adıyla kategorik olarak reddetmiştir. Reddetmeyi sürdürmektedir. Bunları ayıklayıp çöpe atma işlemi bitmemiştir. Yükselttikleri kağıttan kule yıkılana dek de bitmeyecektir. Çünkü sekülerlik zaten kendini dinin, dogmanın karşıtı olarak tanımlar. Bundan dolayı dışlayıp ayıplayacağı dogmalara, taşlayacağı bir şeytana sürekli gerek duyar.
Ne var ki sözde bilimin ve aklın ışığında olduğu öne sürülen seküler modern düşünce de nedensellik bağlarını sıkça reddediyor. Basit birkaç örnek vereyim. Feminizm ideolojisi aslında evrim düşüncesini reddetmez. Ama evrimin kadını ve erkeği aynı işleri yapamayacak biçimde evirmiş olmasını, yani cinsiyet rollerindeki açık, şeffaf nedensellik bağlarını görmezden gelir. Dinsel hoşgörü düşüncesi modernizmin önemli bir parçasıdır. Kökenleri, toplumsal-psikolojik arka planları bütünüyle farklı olan dinlerin eşit olarak bir arada bulunabileceğini öne sürer. Tevrat’ta Yahudi olmayanların neden aşağılandığını veya Kuran’da Yahudilerin neden ağır eleştirildiğini sormaz. Yahudi ile Müslümanın bir arada “barış içinde” yaşayabileceğini öne sürerken bütün bir nedensellik birikimini reddeder.
Nedensellik bağlarını tıpkı eski hurafeler gibi reddeden bu modern dogmaları içinde bulunduğumuz Batı’ya secde eden toplumsal koşullar nedeniyle biz de edindik. Geçmişi ve bugünü bu hurafelerin “ışığıyla” okumaya çalışır hale geldik.
Sözgelimi Ermeni sürgünü basında ve popüler yarı-entelektüel kaynaklarda öyle bir anlatılıyor ki, sanki bu olay evreni saran nedensellik örgüsünden yalıtılmış, ayrı bir uzayda gerçekleşmiş. Sanki sürgün fikri Talat Paşa’ya rüyasında vahiy edilmiş, bir sabah kalkmış ve “şu Ermenileri neden sürmüyoruz” demiş… Bize sabah akşam belli konularda, yalnızca belli konularda “Neden?” sorusunu sormamamız gerektiği aşılanıyor. Başka konularda ise nedenselliği reddedip “sürgün suçtur” ve benzer ezberlere boyun eğmemiz bekleniyor. Bu aşılama öncelikle modern değerleri sünger gibi emmiş olan liberal ve kültürel Marksist[7] çevrelerden geliyor. Yani Batı Aydınlanmasını yeni bir tanrı keşfetmişçesine kutsayan, onun reddini düşünülemez ve katlanılamaz bulan kanattan.
Nazi Almanya’sında Yahudilere yapılan eziyeti de benzer biçimde, altında yatan nedenselliği araştırmadan okumamız bekleniyor modern dünyada. Mahkeme yargıcının suç işlediği sabit olan sanığa haklı gerekçelerle ceza indirimi yapmasına ses çıkarmayanlar Nazilerin gerekçelerini sormanın bile “nefret suçu” olduğuna bizi inandırmaya çalışıyorlar. İnanıyoruz; hurafelerimize yeni bir hurafe ekliyoruz; zihnimizdeki yasak bölge çitlerini genişletiyoruz.
BM, ABD, AB, Batılı çokuluslu şirketler ve onların eldivenleri olan STK’lar “eşitlik” ve “hoşgörü” gündemlerini zihinlerimize aralıksız pompalıyor. Bu kavramların nereden geldiği, nasıl uygulanacağı konuşulmuyor. Yani modernist söylem daha başta, kuram düzeyinde, felsefe düzeyinde nedenselliği reddediyor. Sanki gezegen çapında büyük meclisler toplandı, yıllar süren tartışmalar yapıldı, yeni doğrular keşfedildi, oylama yapıldı ve biz de alınan karara saygı duymak zorundayız gibi yapılıyor. Her dinin eşit olduğu öne sürülüyor. O zaman İbrani olmayanın ikinci sınıf insan olduğuna inanan bir Yahudi’ye neden hoşgörü göstermem gerekiyor da, Aryan olmayanın ikinci sınıf olduğuna inanan bir Nazi’yi bulduğum yerde yok etmem gerekiyor? Karısına vuran erkeğin cezalandırılmadığı bir diziyi neden RTÜK’e şikayet etmem gerekiyor da karısından dayak yiyen bir erkeğe gülmem gerekiyor? Belediyeden neden engellilere özel kaldırımlar ve otobüsler isteyebiliyor ama yoksullara özel para ve iş isteyemiyorum? Eğer bunları tartışmamış, yani nedenlerini ortaya koymamış ve topluma mal etmemişsek ama peşin olarak birini doğru birini yanlış sayıyorsak kendimize yeni bir hurafe üretiyoruz demektir.
“Dinsel özgürlük” ve/veya “ibadet özgürlüğü” denen şeyler de böyle, haklılık gerekçelerine, nedenselliğe bağlanmamıştır. Günün ortasında işi bırakıp ibadete gitmeyi gerektiren bir dine inanan, gün boyu çalışmayı gerektiren bir dine inanan, günde dört öğün yemeyi gerektiren bir dine inanan… nasıl “eşit” olabilir ve bir işyerinde eşit muamele görebilir? Kendime daha fazla hareket alanı açmak için yeni bir din uydurmama kim, hangi haklı gerekçeyle karşı çıkabilir? Çünkü din ve ibadet özgürlüğü kavramları tanımları gereği haklılıktan, neden-sonuç ilişkilerinden muaf tutulmuştur. Yani tanımların kapısı açık bırakılmıştır. İsteyen bu kapıdan çıkıp gidebilmelidir ama uygulamada buna izin verilmiyor. Uygulamada maske takmayı yasaklayan bir dine sahip olup “dinsel özgürlük” talep edemiyorsunuz. Hiçbir seküler devlet bu dine hoşgörü göstermiyor. Demek ki her din eşit olamıyor, bazıları “daha eşit” oluyor! İşte bu, modern, seküler, “Aydınlanmış” dünyada nedenselliğin dışlanmasıdır.
Adliyemiz bile artık belli davalarda neden sorusunu sormayı bıraktı. “Kadına şiddet”, kadına cinsel saldırı gibi suçlarda hakimlerin nedenselliği araştırmaları yasaklandı. Bu hem Yargıtay içtihatları düzeyinde hem de anayasa ve yasa düzeyinde, hem de felsefe ve akademi düzeyinde böyle. Saldırıya uğrayan kadının bu saldırıyı kışkırtmak için ne yapmış olabileceğini sormamız yasaklanıyor. Ama “kadına el kalkmayacağı” veya “kadınların cinsel saldırıda bulunamayacakları” gibi hurafelerin gölgesinde olmayan davalarda, diyelim ticari davalarda her şey normal, olması gerektiği gibi sürüyor ve kimse bu durumdan yakınmıyor. Mahkemenin ve polis dedektiflerinin bizatihi varlık nedenleri neden sorusunu sormak ve mahkemede olayı bütün nedensellik ilişkileriyle birlikte inceleyerek çözmektir. Ceza yasasına kısa bir göz atmak bütün bir yargı sisteminin bu ilkeye dayalı olarak işlediğini anlamaya yeter. Cezalardaki artırımlar ve indirimler bütünüyle nedenselliğe dayalıdır. Bu nedensellik kimi zaman yazılmıştır, kimi zaman da ima edilmiştir veya yasa tarihsel bir birikimin sonucu olduğu için yasayı uygulayagelen çevreler hükümlerin arkasındaki mantıklı nedenleri bilirler. Yargıyı var eden en temel ilkeler modern zamanlarda türeyen boş inançlara kurban ediliyor.
Eski ezberler yeni ezberlerle değiştiriliyor. Ezberlerin dışına çıkmamamız, özetle geri zekalı olmamız isteniyor. Eski dünyada cinlerin, perilerin varlığına inananların geri zekalılar olduğunu ima eden modernizm savunucuları, aklın ve bilimin ışığında olduğunu öne sürdükleri sözde pozitivist yaşamdaki hurafeleri görmezden geliyorlar. Böyle olduğu için de her an yeni bir hurafe türeyebiliyor. Çünkü modernistlerin bir şeyi hurafe sayarken kullandıkları ayrım ölçütü nedenselliğin dışlanması değil, eskiye ve geleneğe özgü olmasıdır.
Grafiğin eğimi
Zamana göre değişen büyüklükler için grafikler çizeriz. Bu grafiklerde herhangi bir andaki değeri okuduğumuz gibi, gelecek zamandaki değeri de kestirebiliriz. Çünkü grafiğin bittiği noktanın bir eğimi vardır. Bu eğim bize bir sonraki andaki değeri az çok gösterir. Çünkü doğadaki değişimler çoğunlukla aşamalıdır. Her bir adımda ilgisiz değerler gösteren, koca zikzaklarla dolu grafikleri pek ender görürüz. Grafikler genelde sayısal olarak ölçülebilen değişkenler için çizilse de soyut veya toplumsal bir durumdaki değişikliği görselleştirerek anlatmak için de çizildiği olur.
Hurafeler gözümüzün önünde, gözleyebileceğimiz hızda evriliyor. Sözgelimi Kutlu Doğum Haftası bir kuşağın görebileceği bir hızda ortaya çıktı ve yaygınlık kazandı. Yinelenir ve kabul görürse bir kuşak içinde yeni bir kandilin türeyebildiğine tanık olacağız. Kabe’nin, Allah ve Muhammed kaligrafisinin veya benzer simgelerin hediyelik eşya olarak ortaya çıkması, ardından aşağıdaki örneklere benzer biçimlere taşınması bir yüzyıl bile sürmedi. Bu gördüğümüz şey putların, yani Tanrısallığı simgeleyen nesnelerin ortaya çıkmasının ilk aşamalarıdır.
Arşivlemediğim için şimdi bulamadığım bir videosunda Abdülaziz Bayındır bir hurafenin nasıl ortaya çıktığını açıkça anlatmıştı. Bir gün arkadaşlarıyla uzak bir camide namaz kılmışlar. Çıkmak için ayakkabısını giyerken dengesini sağlamak için sütunlardan birine kısa süreli olarak dokunmuş. Kalabalıkta arkasındaki arkadaşlar ne yaptığını göremedikleri için sütunu okşadığını sanmışlar ve onlar da sütunu tek tek elleyerek çıkmışlar. Bayındır ne yaptıklarını sorunca onu taklit ettiklerini söylemişler. “Vardır bir bildiği” diye düşünmüşler, “sütunda bir keramet falan var galiba” demişler. Bayındır farkına varıp düzeltmese işte size kare kare bir boş inanışın ortaya çıkış anı… (videoyu bilen, bulan bana yollarlarsa şükran duyarım)
Bugünlerdeki Kovid-19 histerisi grafiğin eğiminin arttığı bölgedir. Hurafenin yükselişi grafiğini çizeceksek yükselişin hızlandığı, akıl ve sağduyu grafiği çizeceksek düşüşün hızlandığı bir zamandayız. Bugün yapacağımız çözümleme ve saptamalarda grafiğin yarınki değerlerini göz önünde bulundurmak zorundayız. Değilse bütün durum değerlendirmeleri yanlış olacaktır. Yazdıklarımı okurken “o kadar da değil, abartıyor” diyecek olanlar kesin çıkacaktır. Tekil örnekleri haksız yere genellediğimi düşünenler olacaktır. İşte onlar grafiğin bugünkü ve hatta dünkü değerlerini okuma hatasına düşüyorlar. AKP iktidara gelir gelmez “bunlar andımızı kaldıracaklar, Türk sözcüğünü yasaklayacaklar” diyenler olmuştu. Onlara da abarttıklarını söyleyenler olmuştu. Oysa onlar yalnızca grafiğin eğimini okumayı bilen uzgörülü kişilerdi. Uzgörüleriyle örnek gösterilen Jules Verne, Aldous Huxley, George Orwell gibi kişiler o gün bulunulan noktayı değil gidişin yönünü yani grafiğin eğimini okuyan kişilerdi.[8]
Grafiğin yalnızca değerini bile okusak şu giriş yazısında örneğini verdiğim pek çok modern ideolojinin hurafe tabanlı olduğu yargısına varabiliriz. Bununla birlikte eğimi, yani gidişi okumaya çalışırsak modern hurafeciliğin kısa süre sonra tanrı heykelleri aşamasına geleceğini daha iyi görebiliriz. Aşağıdaki temsil durumu açıklamama yardımcı olur diye umuyorum.
Süren eski model hurafeler
Önce bir bütün olarak Batı’nın eski hurafelerden bütünüyle kurtulmadığını anımsayalım. Konumuz yeni türeyen hurafeler ama eskilerin de bütünüyle erimediğini göstermek şu bakımdan yararlı olur: Batı Aydınlanması ne yazık ki hurafelerle savaşan bir kültür inşa etmemiştir. Vaadi budur ama vaat gerçekleşmemiştir. Kavga, eskisi gibi güç yetirme kavgasıdır. Modern dünyada kişi/toplum güç yetirebilmek için hurafelerin sürmesine göz yumacaksa yumar. Bunlar “zararsız” hurafeler sayılır. Yeni hurafe üretmesi gerekiyorsa onu da üretir.
Devam eden eski hurafelerin tam bir listesini verme iddiasında değilim. Zaten kafa yorup araştırdığım bir konu da değil. Birkaç örnekle yetinmek durumundayım. Bugün Noel Baba ve çocuklara anlatılan benzeri düş kahramanları ölmüş değiller. Bunlar çocuklara anlatıldığı sürece hurafe sayılmıyor. Çocuklara masal anlatılır ama modern dünyada masalların aldığı biçim de, yeni üretilen masallar da (çizgi roman, film vb. biçimlerde de olabilir) eskisinden farklıdır. Bunların eskilerinden başlıca farkı, ilk kez deneniyor olmaları. Bildiğimiz tarih boyunca hiçbir toplumun çocuklarına anlatmadığı masalları anlatıyoruz. Tıpkı oturaklı tuvalet kullanmak gibi, kendi üzerimizde sonucunu bilmediğimiz uzun süreli bir deney yapıyoruz. Modern masalların yaratması olası hurafeleri ilgili bölümlerde inceleyeceğim.
Hristiyanlarda aziz tapısı sürmektedir. Batılıların bir bölümü hâlâ el açıp ölülerden yardım isterler. Bizde Gavs’tan, türbe babasından yardım isteyen zavallılardan en küçük farkları yoktur. Farklı görünebilirler; okumuşlardır, imrenilecek meslekleri vardır. Ama boş inanışlara karşı genel bir duruş geliştirmemişlerdir.
İsa ve aziz heykellerinden kurtulmak isteyen bir Batılı ulus görmedik. Çok küçük mezhepler dışında ölüleri çağırma ve tanrı heykellerinin varlığı sürüyor. Modern kafa toplumu bu saçmalıklardan temizlemek yerine “Hristiyan olmamayı” seçer. Onun kafasında bir “dinler piyasası” vardır. Ürünün alıcısı olmama hakkını kullanır, alıcıları da engellemeye çalışmaz. Kimi azılı ateist, “dinlerin” doğrudan yasaklanması gerektiğini savunur ama onların da ölüye tapmaktan beter hurafeleri vardır.
Ağlayan ve kanayan İsa, Meryem veya aziz heykelleri yaygındır. İtalya’da sözde gerçekleşmiş 22 Hristiyan mucizesinin bir listesini şurada bulabilirsiniz.[9] Bunlar bir avuç bağnaz Hristiyan’ın geçici şaşkınlığı değil. 1917’de Portekiz’de gerçekleşen “Güneş Mucizesi” örneğinde görüldüğü gibi binlerle, yüzbinlerle ifade edilebilecek kalabalıklarca inanılıyor.[10] Olay, Meryem’in sözde kendini insanlara gösterdiği çok sayıda mucizeden biri sayılıyor.[11] Kudüs’te bir kilisede bin yıldır her yıl bayram günü “Kutsal Ateş”in mucizeyle yandığı öne sürülüyor.[12] Hurafenin politik yanına işaret eden bir yorumu şurada makine çevirisiyle okuyabilirsiniz.[13]
Vatikan’da bulunan Aziz Petrus bazilikasında Petrus’un heykeli var. Bu heykelin sağ ayak parmakları ziyaretçilerin dokunmasından aşınıp yok olmuş. Bunun Mekke’deki Karataş’a dokunmaktan veya “sakalışerif”i ziyaretten ne farkı var, bilen varsa anlatsın.
Bu tür küçük hurafeleri eskiye veya “dinlere” özgü sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü aynı düşünüş ve inanış biçimi seküler çerçevede yaşıyor. Londra’daki Royal Ballet School, yani Kraliyet Bale Okulu’nda büyük balerinlerden biri olan Margot Fonteyn’in bir heykeli var. Fotoğraflarında görebileceğiniz gibi bu heykelin öndeki elinin orta parmağı aşınmış ve ağarmış durumda. Nedeni, balerinlerin gösteriye çıkmadan önce şans vermesi için heykelin orta parmağına dokunmaları. Bu seküler heykelin Aziz Peter Bazilikası’ndaki dinsel heykelden hiçbir farkı yoktur.
Benzer şekilde Fransızların ulusal kahramanlarından gazeteci Victor Noir’in mezarı seküler bir yatıra dönüşmüştür. Çocuğu olmayan seküler Fransız kadınlar mezarda bulunan heykelin bacak arasına çiçek sürüp yanına bırakırlar, dudağından öperler ve bunun gebe kalmalarını sağlayacağına inanırlar. Fotoğrafta bacak arasının ve dudağının pas tutmamış oluşu açıkça görülüyor.
Denizcilik, çiftçilik gibi belirsizliklerin görece büyük olduğu işlerle uğraşanlar, özellikle de sanatçılar ve sporcularda bu tür hurafeler yaygındır. Futbolcular arasında tılsım ve uğur inancı yaygındır. “Kiricocho” güncel bir örnek olarak verilebilir.[14]
İyilik meleği denen varlığa olan inanç Batı’da hâlâ sürüyor. Modern kültürde bunun karşısına boynuzu, kuyruğu ve elinde üçlü mızrağıyla kötülük meleği (şeytan) konur. Bunlar yalnızca temsillerdir elbette ama neyi temsil ettiklerine bakarsak gerçekte böyle bir tahterevalli olmadığını, bunun ideal bir temsil olmadığını anlarız. Tek bir gerçek vardır. Bir de sonsuz sayıda sürümü bulunabilen gerçekdışı. Şeytan, insanı gerçekdışı olana inandırır. Şeytansızlık insanın gerçekle bir arada bulunduğu durumdur. Bu durumda bulunma isteğinin dışsal bir uyarana, üstelik şeytanla eşit büyüklükte betimlenen bir görsele temsil ettirilmesi gerçekçi değildir.[15] İyilik meleğiyle koruyucu melek arasındaki ayrım bulanıktır. Bu eleştirim, koruyucu meleğin kastedildiği durumlar için geçerli olmasa gerek. Gerçi koruyucu melek inancının da kendine özgü sakatlıkları bulunuyor. Seküler Batı’da “koruyucu melek” adında güvenlik şirketleri ve ürünleri bulunuyor olmasını da göz ardı etmeyelim. Perilere olan inanç ise Hristiyanlık öncesi Avrupa ve İslam öncesi Ortadoğu kültüründe yer almakla birlikte bu yeni öğretilerle birlikte kaybolmuş değildir. Bunlar bugün seküler dünyada hem koruyucu melekleri hem de iyilik meleklerini çağrıştıran bir kavram olarak sürümdedir. Hemen şu anda mutfağınızda Fairy marka deterjan bulunuyor olabilir. Bulaşık yıkayan ellerin koruyucu meleği olma niteliğini çağrıştırıyor.
Tanrı olduğuna veya tanrının oğlu olduğuna veya tanrının gücünü ve otoritesini paylaştığına inanılan İsa’nın şeytanla aynı düzlemde, aynı oyunun kurallarıyla yeniştiği simgesel bir resim. Kitabımukaddes’in hem Eski Ahit hem de Yeni Ahit’te izleri bulunabilecek zayıf tanrı imgesini onaylayan bir temsil. Mazdacılıkta (Zerdüşt dininde) bulunan, modern Hristiyan mitolojisindeki omuz melekleriyle süren, evrenin yenişen iyilik ve kötülük güçleri mitolojisinin devamıdır. Gerçekte şeytan, insanın yanılgısının ve ahlaksızlığının kişileştirilmesinden başka bir şey değildir. İnsana iyiliği türlü kanallarla öğütleyen Allah’la rekabet etmez, aynı düzlemde değildir. Omuzda hiç değildir.
Yine doğrudan Hristiyanlıkla ilgili olmamakla birlikte eskiden gelen ama yok olmamış olan 13 sayısının uğursuzluğu gibi boş ve zararlı inanışlar varlığını yer yer sürdürüyor. Bize inanılmaz geliyor ama ABD’de 13. katı veya 13 numaralı kapısı bulunmayan binalar bulunur.
Bir inancın hurafe, yani boş inanç sayılması için hayali varlıklara dayanması gerekmiyor. Gerçek olmayan düşünceler de hurafe olabilir. Sözgelimi kamu otoritelerinin veya bilim adamlarının her zaman en iyisini bildikleri varsayımı modern insanın bilişinin derinliklerine sinmiştir. Modern insan inandığıyla bildiğini birbirinden kesin olarak ayıramadığı için buna inandığının bilincinde değildir. Sözgelimi çoğu kişi haber basınına güvenmediğini söyler ama davranışlarını izlerseniz aslında güvendiğini görebilirsiniz. İnandığının farkında değildir. Yanlış anlaşılmasın, bilinen ile inanılanın kesin olarak ayrılabilmesi gerektiğini öne sürmüyorum. Bunu yapmak doğal olarak olanaksızdır. Sorun, önceki bölümde söylediğim gibi, modern insanın inançlardan arınmış bir seküler gerçeklik kurgulamasıdır. Bu hayal ürünüdür, böyle bir gerçeklik yoktur. Doğru inançlar gerçekliğin bir parçasıdır. Çünkü gerçeği bilmenin tek yolu ampirik/bilimsel yöntem değildir. Bir başka deyişle pozitivizm gerçekdışıdır. İlgili bölümde ayrıntısıyla tartışacağım.
Şimdi sıra “dogmadan” kendini kurtararak sekülerliğe adayan ve böylece hurafelerden kurtulduğunu sanan Batılıların ve onların kuyruğu olan zavallıların durumuna, modern yaşama özgü hurafelere geldi.
Modern hurafeler listesi
Bir şeyi anlamak ayrı, anlatmak ayrı iş. Saptadığım hurafeleri tek tek gösterip kanıtlamak zor ve yorucu bir iş. Bu işi yapmak zaman alacak gibi görünüyor. Onun için buraya kısa bir liste yapıyorum. Zaman buldukça bitirdiğim bölümü siteye koyacağım. Bu arada tartışır, bilgi alışverişinde bulunabiliriz. Kökenden türeve doğru sıralamaya çalışsam da sıralamanın önemi yoktur. Bölümleri bitirdikçe sırasız olarak yayınlayacağım. Aslında hurafelerin aralarındaki ilişkiyi gösteren bir haritanın yapılması daha doğru olur.
Not: Şimdiye dek yazılarımda Kuran’ın veya Kitabımukaddes’in gelenekçi (ezberci, akla soğuk) yorumlarıyla geleneğin arasındaki ayrımı net yapmadığımı fark ettim. Geleneksel olandan kastım binlerce yıldır bizi, yani atamızı sağ tutabilmiş olan eski özlü bilginin ve uygulamanın bütünüdür. Elbette ussal çözümlemeye ve eleştiriye açık olmalıdır. Gelenekselci yorumdan kastım ise iyi veya kötü bize ulaşmış olan bilgi ve uygulamanın hiçbir süzgeçten geçirmeden, sözcüğün tam anlamıyla ezberleyerek, kopyalayarak, nedenselliğini bütünüyle göz ardı ederek yinelenmesi gerektiği varsayımıdır. Hemencecik somutlayacak olursam, şu okuduğunuz sözcükler gelenektir, gelenekseldir. Slogan ezberlemek, yani sözcüklerin nedenini, nasılını, geçmişini düşünmemek ise gelenekçiliktir. Daha isabetli sözcükler seçilebilir, ben şimdiye dek bunları kullandım.
Dipnotlar:
[1] Modernizm sözcüğünü “yeni olanı geleneksel olana egemen kılma davranışı; bilinen, yerleşik ve alışılmış olanı yeni ortaya çıkana uydurma eğilimi veya düşüncesi” anlamında kullanıyorum. Modernizm, Batı Aydınlanması’yla birlikte gelen toplumsal değişikliğin düşünsel tabanını referans (hareket noktası) alır. Varoluşun merkezine Tanrı yerine insanı, Tanrı elçisi yerine hümanizmi, öğreti yerine sekülerliği, kuşaktan kuşağa aktarılan bilgelik yerine bilimciliği, durağanlık yerine ilerlemeciliği koyması modernizmin değişmezlerini oluşturur. Aynı kökten türeyen modern, modernleşme ve modernlik sözcüklerinin arasındaki anlam ilişkisi ve farkı yeterince belirgindir. Buna rağmen hatayla bunları birbiri yerine kullandığım yerler olabilir. Yazı konusu gereği mesajımın ulaşmasına engel olacağını sanmıyorum.
[2] Burada başörtüsünü savunuyor değilim. Yalnızca inançların benzerliğini göstermek için örnek olarak kullanıyorum.
[3] Aydınlanma sözcüğünü baş harfi büyük yazdığımda yalnızca Kilise Reformu’nu izleyen Batı Aydınlanması olarak, özel terim anlamıyla kullanıyorum.
[4]…“Ey Adem!” dedik; “Aslında, işte bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; mutsuz olursunuz! Kuşkusuz, orada ne aç kalırsın ne de çıplak kalırsın! Kuşkusuz, orada ne susuzluk çekersin ne de sıcaktan bunalırsın!” Sonunda şeytan ona fısıldayarak şöyle dedi: “Ey Adem! Sonsuzluk ağacını ve asla yok olmayacak bir yönetimi sana göstereyim mi?” Böylece ikisi de ondan yediler. Bunun üzerine çıplaklıkları kendilerine açıldı; cennet yapraklarından örtünmeye başladılar. Adem, efendisine karşı gelmiş ve yolunu şaşırmıştı. 20:117-121
[5] Zaman aşımı gereği kamuya açılan ve internette bulunabilen CIA-RDP80R01731R001700030015-9 belgesinden kendi çevirim.
[6] “Cumhurbaşkanlığı” adıyla anılan başbakanlık, Mart 2021’de İsrail’e ve Yahudi azınlığa tekmil verir görünümlü weremember.gov.tr sitesini açarak utanç verici bir adım atmış, girmediği savaşta gerçekleştirilen sözde soykırımı “hatırlamayan” Türklerin cezalandırılmasının yakın olacağının işaretini vermiştir.
[7] “Liberal” demekle yetinmememin nedeni son yirmi, otuz yılda solculuğun tükenmesi ve Marksizm’in yalnızca kültürel Marksizm’e dönüşerek liberalliğe katılmasıdır. Batı’nın ve Türkiye’nin aslında liberal karşıtı olması gereken, tarihsel olarak da zaten öyle olan solcuları kısa sürede renk değiştirip liberal olmuşlardır. Kendini solcu sanan Kürt milliyetçilerinin Amerikancı olmaları örnek verilebilir. Kendini solcu sanan şaşkın feministlerin kadını kapitalist üretim ve tüketim döngülerindeki konumuyla ölçmeleri örnek verilebilir. Kendini solcu sanan sivil toplum bilmem nelerinin Soros’la hiçbir kavgaları olmayışı örnek verilebilir. Kaba ve hoyrat bir indirgeme yapacak olursam, solculuğun temsil ettiği iyileri süzünce geriye kalan posa ve pislik kültürel Marksizm’dir diyebilirim.
[8] Grafikteki değişimin çizgisel olmayabileceği konusuna ayrıca kafa yormak isterseniz: https://cokus.wordpress.com/2018/07/26/the-seneca-effect-kitap-incelemesi/
[9] http://web.archive.org/web/20210303220620/https://it.aleteia.org/2016/09/21/da-nord-a-sud-ecco-la-mappa-dei-22-miracoli-eucaristici-in-italia/
[10] http://web.archive.org/web/20210211011634/https://en.wikipedia.org/wiki/Miracle_of_the_Sun
[11] http://web.archive.org/web/20210719184004/https://www.catholic365.com/article/12506/list-of-marian-apparitions-of-our-lady.html
[12] http://www.holyfire.org/eng/index.htm
[13] http://web.archive.org/web/20200808104846/https://razumru.ru/humanism/journal/49/dobrokhotov.htm
[14] http://web.archive.org/web/20210310143214/https://www.planetfootball.com/trending/kiricocho-the-amazing-story-behind-the-word-haaland-taunted-bono-with/
[15] Kuran’ı bilen için iyi düşüncenin Allah’tan, kötünün Şeytan’dan olduğunu söylemek yeterlidir. İkisini aynı düzeye indirgemenin yanlışlığını uzun uzun anlatmaya gerek yok.